• 176
    https://youtu.be/oQctDufFouk

    az evvel rahmetli kemal sunal'ın yoksul filmini 55. kez izledim. han'da çalan girişteki şarkıydı bu. bizim tribünlerde de kült bir besteye dönüşmüştür hatta 87 şampiyonluğu zamanı. o günlerden beri söylenir.

    olm o değil de 80'ler arabesk nasıl bir girdap, nasıl bir dipsiz kuyudur lan? kapıldın mı içinden çıkamıyorsun amk :(
  • 177
    az önce cuma'dan çıktım, bugüne kadar ağzıma içki de koymadım.

    hiç sarhoş olmadım diyemem... klişe bir tabirle içmeden yaşanan sarhoşlukları bir kaç kez yaşadım...

    ilk aşk, ilk acı, ilk kayıp, ilk iş, kadıköy'de şampiyonluk, evlilik, ilk babalık, tekrar babalık... derken bunca birikmiş ama aktarılmamış mayhoşluğu, ara ara da olsa, yazmak istedim.

    ilk gençlik sonralarıydı, ekşide takılırdım. orada da yazmayı denedim, çekindim. samimi gelmiyordu. sonraları bir fanzin çıkardık, oraya yazdım... öyküler, şiirler... sonra dergi çıkardık; röportaj yaptım, saçmaladım falan... bir ara radyoya gece programı bile denedik... olmadı tabi...

    günün birinde yer altından notları okudum, gecikmiş bir buluşmaydı. sonra, dedim ya ilk gençlik sonrası, zamanında bir görev olarak addettiğim kimi okumaları tekrar yapmaya başladım. raskolnikov'un beni öldürmeye kastetmesi burada gerçekleşir. etrafıma bakınma, tiksinme, memnuniyetsizlik başladı. histerik bir durumdaydım, aldatılmıştım, örselenmiş, buruşturulmuş, oynanmış... o haldeyken dostoyevski'den, kitaplardan, filmlerden hatta kalem ve kağıttan uzak durmaya karar verdim. tarkovski işine bak kardeşim!.. yüksek lisans yapıyordum, bıraktım... sosyolojiyi, ekonomiyi, toplumu... marx'ı, weber'i, topçu'yu allah'a havale ettim...

    bu dönemde daha çok dinledim, yeni sesler aradım, yeni tarzlar. zenci gırtlağına bayıldığımı farkettim. aslında bunu farkedişim zenci gırtlaklı beyaz bir kızla olmuştu, sene 2007'ydi. rehab diyordu ve onun bu deyişini duyuşumdan 5 yıl kadar sonra tümceyi anladım, üzüldüm... valerie'yi akustik dinlemek ölmeden önce son arzular listesine girebilir dedim...

    okuyucu ilk gençlik sonrası ne ola diye sorabilir ki haklıdır da... ilk gençlik denilen şey bence, yaptıklarının kişiyi büyüttüğü fakat kişinin bunu farkedemediği bir dönem olmalı. hatta sanırım tolstoy da böyle tabir ediyor, ben de buna katılıyorum. yani kabaca incinmen gerekirken incinmediğin, okul çıkışında kavga ettiğin, diklendiğin, yürüyüşünün değiştiği, kabuğunu kırdığın, dışarda başka başka hayatların olduğunu farkettiğin bir dönem. muhtemelen hepimizin bu dönemi benzerdir... haytalıklar, bugün komik ama o gün çok ciddi olan yaşanmışlıklar...

    bugün 3 ay evde oturup düşündükten sonra tekrar okumaya başladım, izlemeye... daha az dinliyorum, daha seçiciyim o konuda... hatalarımın muhasebesini yapıyorum, keşkelerimi düşünüyorum... çok kıymetli benim için...

    arkadaşlarımla oturup arada birbirimize sorarız, iyi galatasaraylıyız biz ama neden çok maça gitmedik abi diye. oysa ben ali sami yen'le '94 yılında tanışmışım, evden kaçıp maça gitmişim, karaborsadan bilet kovalamışım... neden tam da hür olduğunda bir düzene oturmadı bu gidişler... hatta pivot santrfor'a sordum bir keresinde neden trübündesin diye... benim kendimce cevaplarım var... seviyoruz, çok seviyoruz... ama şehirli bir sahil balıkçısının, ki bir ara kuleli'de onların arasındaydım, tüm bir gün, gece hatta hafta sonu balığa düşmesi ile benim tribüne gelmem aynı sebeple...

    kendimizle kalabildiğimiz, kendimiz olabildiğimiz yerde olmayı arıyoruz...

    bu başlığı yer yer böyle rahatsız ederim, mayhoş arkadaşlar kusuruma bakmasınlar...

    sağlıkla kalın.
  • 178
    hepimiz kendimize ulvi değerler biçiyoruz, aslen sahip olmadığımız..

    önemsediğimiz şeyler bir başkasının dönüp bakmaya yeltenmeyeceği kadar boş, sığ ve manasız yada bizim kaybettiğimizde ertesi gün aklımıza dahi düşmeyecek olanlar bir başkasının hazinesi.

    kant der ki "öyle bir eylemde bulunmalısın ki eylemlerin bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli olsun." yaptıklarıma bakıyorum bazen, sorguluyorum eylemlerimi gece 3-4 gibi. iyi bir insan olduğuma karar veriyorum.

    sabah kalktığımda kendime aynı şeyi tekrar soruyorum, sonra dilimin ucuna geliyor; ne kadar kötü olabilirdin ki iyi oldun.

    mesela benden hoşlandığını söyleyen kadınlar oldu, bir şey hissetmediğim kimseye aşık taklidi yapmadım fiziksel tatmin için. sadece kibar bir dille reddettim. bu mudur beni iyi yapan.

    bazen geceleri mama alıp sokak hayvanlarını beslemeye çıkıyorum. rahatsız gördüğüm varsa arabaya alıp götürmeye çalışıyorum. bu mudur beni iyi yapan.

    üst komşumla ne zaman dışarıdan bir şeyler alıp evine gelirken denk gelsem poşetlerini zorla alıp ben taşırım. bu mudur beni iyi yapan.

    ben "iyi" olanı yapmıyorum. ben kendimi "iyi" hissettirecek olanı yapıyorum. aslen çıkarcı, basiretsiz ve bencilim. iyi olan nedir. iyiliğin tanımı nedir en ufak bir fikrim yok. ama insan istemsiz şekilde aldığı nefesi dahi kendi çıkarı için yapıyorken bilinçli eylemlerinin içgüdüsel olarak kendi menfaatlerini korumaması gibi bir ihtimal kalmıyor. mesela iyilik denilen şey içinde bulunduğun dönemin şartlarına ve toplumsal normlara göre öğrenilen bir şey. ama zalimlik zaman ve mekandan bağımsız olarak insanın her zaman için kendi kendine öğrendiği bir şeydir.

    duygusuz sevişmek bana kendimi iyi hissettirseydi eğer reddettiğim kadınların tamamıyla sevişirdim. hayvanlarla vakit geçirmek beni bu dünyadan bi süreliğine olsa da uzaklaştırmasaydı hiçbirinin yüzüne bakmazdım. yalan söylemek bana iyi hissettirseydi eminim yalancı olurdum.

    çalışma masamın ilk çekmecesi bitirdiğim anti depresan kutularıyla dolu ağzına kadar. tam olarak iyi hissedebildiğim bir vakit açıp bakayım ve iyi hissetmek için gerekli hormanların salgılanmasına vesile olan farmasötik kimyagerlere şükranlarımı sunayım ümidiyle sakladım hep. ama bir türlü sunamadım. murat menteşin de dediği gibi acı gerçekler bazen dandiktir.

    kendi içimde ne için kiminle savaştığımı bilmiyorum. ama her zaman aklımın bir köşesinde olmaktan korktuğum kişi olmanın korkusu olduğunu biliyorum. nietzsche'nin dediği gibi ;
    "canavarlarla savaşan kişi dikkat etmelidir, ki kendi bir canavara dönüşmesin. sen dipsiz bir kuyuya uzun uzun baktığında, dipsiz kuyu da sana bakar."

    birde benim dediğim gibi ; ne kadar kötü olabilirdin ki iyi oldun ?
  • 180
    insanın ölümle karşılaşınca hissettiği ilk şey ne biliyor musunuz? üzüntü değil, korku değil, öfke değil. çaresizlik. ilk olarak çaresizliği tadarsınız. elinizden hiçbir şey gelmeyeceğini, ne yaparsanız yapın geri dönmeyeceğini hissedersiniz. hiçbir çaresizlik ölüm kadar kesin değil, ölüm kadar gerçek değildir. bu hissi bir kere yaşadığınızda elinizdeki her şeye sımsıkı tutunmak istersiniz. geride kalanlara, seninle kalanlara. işin kötü tarafı imkansızı başarmak istersiniz. o çaresizlik hissinden kurtulmak, ölüm dışındaki her şeyin çaresinin sizde olduğu hissine kapılırsınız. yanlıştır, ne ölüm ne de geride kalan şeylerin çaresi sen değilsindir. kendini bu kadar büyük görmekse kendini beğenmişlikten başka hiçbir şey değildir. farkına bile varmazsın, farkına bile varmaz kimse. fakat sen farklı bir insan olmuşsundur. içinde bulunmaktan acı duyduğun bu dünyada, bir şeyler değiştirmek istediğine inanırsın ama hayat tek kişilik değildir. kendi hatalarına değil, başkalarının hatalarına üzüldüğün, kendi yanlışlarına değil başkalarının yanlışlarına kırıldığın bu dünyada asılında sadece önemli olanın sen olduğuna inanırsın. inanırsın, inanırsın, olmaz kendini inandırmak için bu yazıyı yazarsın.
  • 183
    çok garip bir ülkede yaşıyoruz.

    iktidar artık her istediğini yapıyor, muhalefet de sırf tayyip bizi yerin dibine sokmasın diye ses seda çıkarmıyor ve hatta belli bir düzeyde olumluyor yapılanları.

    muhalefetin yaptığı çok ilginç. tayyip tüm partileri bir akparti yapacak galiba.

    bir de türkiye gerçeği var tabii, sen vatandaşın büyük kısmının nefretisin, sana ölseler de oy vermeyecekler, böyle ilkelerinden taviz vererek başarı mümkün mü acaba? belki 31 martta belli bir başarı elde edildi fazlaca siyasete girilmeden. 2023'te de olur mu bu?

    peki bu gerçekten başarı mı? benliğinden vazgeçip, hedeflerini unutursan bir şey başarmış olur musun?

    yargılanacaklar falan deniyor, ibb genel sekreterliğine zamanında bayağı laf edilen bir kişi getirilmiş.

    ya da bu siyasetçilerin hepsi aynı bok mu?

    ülke boka batmış, hiç de çıkmayacak. siyasetçiler ve aileleri zenginlik, lüks, şatafat içinde yüzüyor, biz de kendimizi kandırıyoruz galiba.

    bu entry sözlükle çok alâkalı değil esasen, fakat mayhoş bir durum bence. ağlama değil çünkü artık uyuşmuş bir hâl söz konusu, ne olsa kabulleniyoruz, hiçbir şeye gücümüz yetmiyor, takatimiz kalmamış, geleceğimiz belirsiz.

    mutsuzum ve galiba devam eden yıllar da böyle sürecek, çok da takmıyorum bunu, dediğim gibi bir mayhoşluk, uyuşukluk var.
  • 184
    babam gibi bir baba olmak isterim be sözlük. hayatıma dair bir şeyler yapabilmek için son yıllarda annem, babam ve kardeşimden uzak kalıyorum. bir zaman sonra böyle olmak zorunda kalmayacağını umuyorum.

    kim bilir, belki bir gün bir şeyler daha düzenli, daha tatlı ve turuncuya çalan tok ve tatlı bir sarı kıvamında olur...

    he hayatımdan şikayetçi olduğun anlamına gelmesin. burada çok daha büyük sorunlarla uğraşanlar var hayatlarında. hepimizin hayatları arzuladığımız gibi olur umarım.
  • 185
    https://www.youtube.com/watch?v=Q9emDApwNCA

    imparator, derya tuna'dan ayrıldığı akşamı ibo show'da söylemiş. canlı performans olarak daha iyisini seyredemezsiniz. ne yerli ne yabancı. adam bütün kırgınlığını, sevgisini, hayal kırıklığını akıtarak söylemiş resmen. zaten normal şarkının güftesinden, söyleyişinden farklı söylüyor tamamen. tamamen random, tamamen imparatorca. almış, evirmiş, çevirmiş okumuş. bu şarkının sonrasında derya tuna'yı topuklarından sıktırması tabi başka bir olay. yani diyor ki, mutlu ol yeter ama topuklarına da sıkarım ):
  • 186
    herkesin bir hikayesi var...

    https://twitter.com/...851406718513153?s=21

    bugün, şımarık zenginlerin hepsinin hayatlarının kararmasını diliyorum. bu hayat; tüm yoksul çocukların, okurken ve mezun olduktan sonra çalışmak zorunda olan ve belki de iş bulamayan tüm yaşıtlarımın, alın teriyle yaşamını sürdürmeye çalışan tüm abi ve ablalarımın hayatı olsun.

    “türkiye sudan ucuz yea, dolarla para kazanıyoruz bebeğim...” diyenler yaşıyor ya bu hayatı... kahpe felek... cebinden parasını alsan hiçbir şeyi kalmayacak insanlara “hanımefendi”, “beyefendi” çekmek zorunda olmak bugün ilk kez 25 yaşındayken bu kadar koydu be.

    yoksul bir ailem yok. zengin de değiller. orta sınıf bir ailenin emekçi bir oğluyum. gerçi orta sınıf nedir artık o bile meçhul de, neyse...

    verilen hizmet ve ya emek karşılığında bizi “satın almış” gibi davranan herhangi bir zenginin ölmesinden gram rahatsızlık duymam. “saygı”... kimin işine gelirse...

    bir turizm çalışanı olarak bir insanı tamımanın en güzel yollarından birinin restorandaki garsonla olan iletişimini görmek olduğunu düşünüyorum. yanınızdaki kişi garsona kötü davranıyorsa bombok insandır, bombok. net.

    a’dan z’ye neyse bir şeyler yazdık artık. aileden, dostlardan, cimbom’dan hatta sözlükten bile uzağız şu sıralar. böyle olması gerekiyor da...

    hayat işte, mutluluk diye bir şey yok... hüzünlü hayatın mutlu “anları” var...
  • 188
    pederin arabaya* yolluk mp3 yapıyorum. kurbandan sonra memlekete üzüm kırmaya gidecek. abi pedere bıraksak arabesk içinde bırakacak ortalığı, ben türk halk müziği falan yüklüyorum. yemin ediyorum nevrim döndü sabahtan beri. kah oynuyorum, kah hüzünleniyorum. ne zor işmiş la bu? bakma ama yine 6 saatlik türkü attık. o* araya azer mazer bir şey koy diyor yine ama ben annemi düşünüyorum. azer yerine suavi attım amk. apışın kalın sandıklı'da.*

    https://www.youtube.com/watch?v=6s5tVW_ogLo
  • 191
    galatasaray'ımı şu aralar pek takip edemiyorum. olm belirli bir süre işsizlikten sonra modern köleliğe alışmak ne kadar zormuş amk. bana bir masa verdiler, bak yemin ediyorum play doh oyun hamuru gelecek diye bekledim, hatta yarın beslenmeme annem çikolatalı ekmek koysa bari falan dedim ama faturaları görünce ciddi olduklarını anladım. yemekte de patates ve bulgur çıktı :( beni işe alırken ölçülerimi almayı unutmuşlar.

    neyse, ne diyorduk hah işte çok şükür ilk haftayı devirdik ama ben üçlü koltukta spor kanalları arası zap yapmak büyük bir lüksmüş onu öğrendim. canlı maç izlemek nimetmiş lan!

    alışırım herhalde di mi lan? yarın akşam üzeri gidicem ondan buradayım ha yanlış olmasın.*
  • 192
    'dağılmış pazar yerlerine benziyor' hayatımız. memleket de, galatasarayım da.

    "gördün mü bak
    dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
    ve dağılmış pazar yerlerine memleket
    gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
    gelse de
    öyle sürekli değil
    bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
    o kadar çabuk
    o kadar kısa
    işte o kadar."

    efkarımız kimliğimiz oldu dostlar. şerefe.
  • 194
    bulduğuma sevindiğim duvardır. çok değil bir sene öncesini düşündüğümde o kadar mutluyum ki, aslında çok da farklı bir şey yok. virüssüz, sırf nefes alarak çevreme bir tehdit oluşturmadığım, benim kimseyle bir derdimin olmadığı, kimsenin de benimle bir derdi olmadığı dönemdi. depresif bir kafayla son mutlu senemi de piç etmişim, oysaki mart başında mutluluğu yakalama kararı almıştım. neyse ne, bir süre daha içimde nefret ve korkuyla yaşamaya devam ederim sonrasında da mutluluğu yakalarım.
  • 196
    --- alıntı ---
    sana yüzme bilmeyen kuşlarını
    ellerinden yeryüzüne düşmekten yorgun düştüğüm düşlerimi
    sensiz hiçbirşeye yaramayan gülüşlerim bırakıyorum
    sana belki uğrarsın diye açılmış bir gönül kafesi
    bir yangının külünü yeniden yakacak hevesi
    başka birine sensiz yaşayamam demek için benden aldığın nefesi bırakıyorum
    sana affetmekten asla vazgeçemediğim suçlarımı
    seninle buluşmak için gidemediğim galatasaray maçlarını ve intiharımın ipuçlarını bırakıyorum
    ben sana ezberlediğim şiirin ardından kalan son iki cümle
    sana istikbalimden kadar uykusuz karanlık ve biçare bir gece
    isminden bile güzel gözlerine kurduğum iki hece
    yakışıklı prensin seni öpmesine kıyamadığım 6 cüce bırakıyorum
    ben sana düşen her yaprağa sela okuyan aşkların ve şarkının sözlerini
    belki ağlayasın gelirse diye hülya avşar'ın mavi gözlerini
    ben sana baharı bekleyen kumruların güzlerini bırakıyorum
    yani ben sana her şeyimi bırakıyorum

    --- alıntı ---
  • 200
    zaman enteresan bir şey. daha önce bu başlığa ilk yazdığımda arada rahatsızlık vereceğimi söylemiştim. bakıyorum da üzerinden 4,5 ay geçmiş. günler, haftalar, aylar derken ömür denilen kısıtlı şeyi tüketiyoruz.

    bugün buraya gelme sebebim geçmiş mayhoşluklarımdan kaynaklı değil. aslında ironik bir durum söz konusu, olan şey neyse, az önce bile olsa, geçmişte olmuş oldu. fakat kimi mayhoşluklar üzerinden ne kadar vakit geçse de etkisini uzunca bir süre koruyabiliyor. ali sami yen'de seyrettiğim ilk maçta yaşadıklarım gibi. 1994 senesinde, bir çocuğun babasıyla yaşadığı en kıymetli anılarından biri, beni bugün bile heyecanlandırabiliyor.

    oğlum, ki 6 aydır evden çalışıyor olmanın dışında birlikte yaşadığımız karantinanın da 17. günündeyiz, bugün bana virüs bitince denize gidelim dedi. ben de artık sonbaharın geldiğini, denize ancak bir sonraki yaz gidebileceğimizi anlatınca o zaman maça gidelim dedi. demek ki oğlum için birlikte denize ve maça gidişlerimiz bambaşka heyecanlar taşıyor. insan kabaca bu naiflikte bir varlık olsa gerek... birlikte yapmaktan heyecan duyduğu şeyleri tekrar ve tekrar yaşamak isteyecek. bugün bana da biri soracak olsa, babamla uefa kupası finalini tekrar izlemek isterim...

    isteyişlerin, özlemlerin bir sonu gelmeyecek!.. çocuklarımın doğumuna heyecanlanışım, olur da görebilirsek, yerini torun heyecanına bırakacak belki de... ya da hayal kırıklıkları yerlerine yenisini koyacağımız birikintilerimiz olacak. haginin topugu'nun yazdığı arrigo sacchi dizisinde olanlar gibi... daha da uzatmadan asıl kayda geçirmek istediğime gelmeliyim sanırım.

    buradaki kimi ağabeylerim, kardeşlerim kimi anılarımdan haberdarlar. bu anılardan birisi, bu gece tekrar hissettiğim bir heyecanı, aslında yıllar evvelki bir tecrübeme bağladığımı düşündürdü. yazmak istedim, ne mayhoşluk (!) ama...

    2007 senesinde 19. yaşın sonlarında bir üniversite öğrencisi olarak gittiğim londra'da başıma bir dizi felaketler zinciri geldi. felaket dediğime bakmayın. tüm paramı londra'ya gidişimin 5. günü çaldırmıştım. kalacak yerimiz, işimiz ve sonunda bir paramız da kalmamıştı. telefon açıp para da isteyemeyecek bir durumdu benimkisi. öğretmen olan babam için oldukça lüks bir işe kalkışmışken üstüne tekrar para isteme gibi bir ihtimal pek hoş olmazdı... ne etmeli, ne yapmalı derken gündelik işlerle koyulduk yola. el ilanı dağıtmak, hamallık (?) yapmak derken 7. haftanın sonunda garson olarak kendimi bir restauranta atmıştım. 1 tane snickers çikolatayla geçirdiğim günlerin arkasından geldiğim noktada kendime ait bir odam, işim, yemeğim, her şeyim vardı. fakat oraya gelene kadar geçen 7 haftada çok söylendiğim, çok kızdığım, umudumu kaybettiğim çok anlar oldu. hepi topu 7 hafta sürdü bunlar. yaşarken 7 yıl gibi olan 7 hafta... günün sonunda tek parça olarak, kursunu tamamlamış, muzaffer bir komutan gibi yürüyen bir ben, ülke topraklarına geri döndü. altı üstü 4 ay kaldım londra'da... fakat dünyanın en başarılı adamı bendim... tottenham'a gidenler belki bilir, şömine restaurant'ta çalıştım orada. dükkan sahipleri mehmet abi ve zekiye abla benim hayatımda tanıdığım, kahraman olduklarından habersiz olan ilk kahramanlardı... umudumu neredeyse tamamen kaybettiğim anda karşıma çıkan bir karı, koca...

    bu gece dönüp baktığımda aslında bu hikayede kahraman olan tek kişi bendim. bunu anlıyorum... herkes kendi hikayesini kendisi yazar. bundan 4 - 5 ay kadar önce yine gecenin bu vakitlerinde kendine inancını kaybetmek üzere olan bir adamla konuştuk. hayata karşı mağlubiyetlerinden bahsediyordu... haklıydı, öfkeliydi... ama en çok da kırgındı... benim gibi...

    kendi tercih etmediğimiz, planlamadığımız yaşamlarımızı, bir şekilde kendimiz idare ediyoruz. o arkadaşımın bugün bunu anladığını düşünüyorum. zira mağlubiyetlerinin ona vadettiği şeylerin sadece yeni mağlubiyetler olmadığını tecrübe etti. insanlara güvenebilmenin hazzına vardı. belki de dünya bu kadar kötü bir yer değil dedi, kim bilir?.. ve en güzeli paylaşıldıkça büyüyen bir mutluluk peydah oldu, gözlere yaş oldu oturdu. omuzlara kıvanç olarak yerleşti... bir gurur doğurdu hatta, en çok da bugün gibilerini görebilme heyecanını en çok yaşayan kimseler için...

    kıymetli babası 1 ay önce konuştuğumuzda bana teşekkür etti, mahcup oldum. hayır efendim dedim, asıl ben size teşekkür ederim. yapabileceğine inandığı şeylerden vazgeçmeyen bir çocuk yetiştirdiğiniz için... şimdi güzel kardeşim, o gece ve ertesi günü çıkaralım hayatımızdan... ve sen yine babanla maça gitmeyi iste...

    seni çok seviyoruz...
App Store'dan indirin Google Play'den alın