kendimi bildim bileli galatasaraylıyım, ömrüm boyunca devamlı maçlara gider, her alanda kulübümü destekler ve dikkatle takip ederim. her taraftar takımı kazansın ister ama benim için galatasaraylılık hiç bir zaman saha sonuçlarına endeksli olmadı. beni galatasaray'a bağlayan şey sadece galatasaray'a ait olan o çok özel değerlerdi. çocukluğumdan beri gizliden gizliye babamı izleyerek aldığım galatasaraylılık öğretisi, bugün sahip olduğum taraftarlık karakterimin oluşmasında büyük rol oynamıştır. babam o unutulmayan 14 senelik şampiyonluk hasretini bilfiil yaşamış galatasaraylılardan biridir. ancak bu zaman zarfında bırakın sami yen'deki maçları, bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi, çocukları ve düzenli olarak gitmesi gereken bir işi olduğu halde deplasmanlardaki bir çok maçı da kaçırmazdı.
ben ise o 14 senelik dönemin orta ve son zamanlarını yaşamış ama sonrasında türkiye'de ve hatta dünyada, bir taraftarın yaşayabileceği en büyük gururları da yaşamış nesildenim aynı zamanda. zaman zaman babamın fenerli arkadaşları ya da bazı akraba ve aile dostları tarafından "bu yaşına kadar hiç şampiyonluk gördün mü la? ehebelehebehele" şeklinde makaraya maruz kalsam da içimdeki galatasaray sevgisi azalmadan aksine daha da fazla büyüdü. ve allah'a sonsuz şükürler olsun ki bir süre sonra yani 2000'li yıllarda hepsine o söyledikleri lafları misliyle geri iteledim. hem de çoğunun akraba, aile dostu ya da babamın arkadaşı olduğuna filan bakmadan, adeta bir nihat doğan edasıyla kükreyip, umarsızca verdim ayarı, verdim psikolojik küsküyü. neyse, zaten asıl konu da o değil.
şimdi objektif olarak bir durum tespiti yapalım. ben bugüne kadar oldukça kötü geçen sezonlar hatırlarım, her ne kadar bu sezon olduğu gibi olmasa da.
sezon başında bir entry'de de yazmıştım. galatasaray futbol takımı ligdeki en kötü 5-6 takım'dan biri diye. zaten o zamandan bu zamana kadar tüm maçları da o gözle izlediğim için alınan kötü sonuçların hemen hemen hiç birine fazla şaşırmadım. ben ligdeki en kötü 5-6 takım'dan biriyiz derken oyuncu kalitesi bakımından bir değerlendirme yapmıyorum. evet bireysel olarak bazı iyi oyuncularımız var ama bir takımımız yok. türk telekom arena'da oynanan tüm maçları bizzat stadyumda, diğer maçları da televizyondan izledim, izledik. ligin en kötü takımlarından biri olarak gösterilen sivasspor maçında, küme düşmesi neredeyse kesinleşmiş olan bucaspor'la oynanan maçları izlerken bile bu apaçık ortada idi. bu takım bariz kötü. evet bucaspor bile bizden iyi bir 'takım' , en azından bir taktik ve stratejileri var, sahada ne yapacaklarını biliyorlar ve bunu yapmaya gayret ediyorlar. ancak oyuncu kaliteleri iyi olmadığı için bunu başaramadıklarından kötü takım olarak adlandırılıyorlar.
galatasaray'a gelirsek, herhangi bir oyun planı ve stratejisi ile kimin nerede oynadığı belli olmayan, sahada ne yapacağını hiç bilmeyen bir takım. pası alınca kime pas vereceğine ancak pası aldıktan sonra karar vermeye çalışan, sadece kendine, tribüne ve sözleşmeye oynayan disiplinsiz, bir çoğu da alemci ve bir çok ahlaki değerleri, en azından iş ahlakı konusunda ki değerleri eksik futbolcular. tabi ki bütün bunların asıl sorumlusu gerekli organizasyonu sağlayamamış başarısız menajer, kulüp yönetimi, başkan falan filan.
galatasaray'ı sevmek güzeldir, ne şekilde seversen sev. istersen uzaktan sev, istersen yakından. başta da yazmıştım, benim taraftarlığım hiç bir zaman saha sonuçlarına endeksli olmadı. hatta gariptir, ne zaman galatasaray çok başarılı oldu (özellikle 2000 dönemi) , hani bir şarkı var ya "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" diye, işte ben o zamanlarda en çok uzaktan sevmeyi sevdim galatasaray'ı. çünkü o dönemler seveni çoktu, herkes çok seviyordu, çünkü başarılıydı, tribüne gidip destek vermekse eğer, eski açık biletinin karaborsada yüzbinlerce liraya satıldığı, milletin o süper galatasaray'ı görmek, tribünde gidip zevk yapmak için için akın akın stada koştuğu günlerde, uzaktan sevmeyi daha çok seviyordum. nasılsa bana ihtiyacı yoktu, seveni de, destek vereni de çoktu. ancak ne zaman takım kötü gitmeye başlar işte o zaman yanardı içimde ateş. gidip sahada rakibini eze eze yenen galatasaray'ı izlemekten çok takımın desteğe ihtiyaç duyduğu günlerde, içimdeki o inanılmaz ve bastırılamaz tribünde olma isteğini nasıl bir cümle ya da kelime ile açıklayacağımı bulamıyorum. o nedendir ki kadıköy'de alınan nice fener mağlubiyetlerinden sonra tribüne gidip, deli gibi tezahürat yapmasam da, ellerim patlayana kadar alkışlamasam da, taraftarlık bilincin de ötesinde içgüdüsel bir şekilde en azından orada, takımın yanında olma isteğim her zaman daha ağır basmıştır.
bu sezon yaşanan başarısızlığın nedenlerini kendimce anlatmaya çalıştım. bu hataları yapanlar da bizim başkan ve bizim yönetimimiz, yani galatasaraylılar. sonuçta bu durumu düzeltecek olan da yine galatasaray'ın kendisidir. allah'ın izniyle düzeltir de.
ancak ve de ancak, tüm bu yazdıklarım sonucunda asıl anlatmak istediğim ve beni asıl kahreden konu ise şudur; özellikle bu sezon başından beri federasyon ve hakemlerin galatasaray'a karşı belli bir duruşları vardı ve bunu zaten hepimiz biliyoruz. sezon başında da hakem hatalarından puanlar kaybettik. evet kötü takımdık, kötü top oynuyorduk ama tabi eğer yersen, hakem 'hataları' ile de çok puanımız gitti. yersen derken bu 'hataları' kısmından bahsediyorum.
asıl dönüm noktası ise türk telekom arena'nın açılış günü yaşananlar ve o andan sonra alenen galatasaray'a cephe almış bir başbakan, spor bakanı, futbol federasyonu ve onun güdümlüsü mhk. o süreçte yaşananlara bakarsanız (gazete arşivlerinden açın okuyun) kaç siyasetçinin, bakanın nasıl açıklamaları oldu, başbakan efendiyi saymıyorum bile. bunların ardından bizzat futbol federasyonu başkanı, bir sürü futbol federasyonu yöneticisi ve bir sürü de yancı yalak apaçık galatasaray'ı hedef tahtasına koydular. bunlara da eyvallah yapsınlar, yapacaklar, işleri de o zaten. ama beni asıl kahreden topyekün millet galatasaray'a saldırırken tek bir galatasaray yöneticisinin resmi olarak kulübünü savunmaması ve ardından sahada galatasaray'a yapılan kıyımın aleni ve cezalandırır şekilde yapılmaya başlanması. verilmeyen goller, penaltılar, haksız kartlar ve sayamayacağım kadar 'hakem hataları' ile çalınan puanlar ve en neticesinde zaten kötü olan takımımızın ligde ve kupada hak ettiğinden de daha kötü bir duruma getirilmesi ama maalesef hala hakkımızı savunan bir başkanımız, onu da geçtim bir yöneticimizin dahi olmaması.
içimde uzun zamandır yavaş yavaş artmaya başlayan çaresizlik hissinin doruk noktası ise
18 mart 2011 galatasaray fenerbahçe maçı ve
fırat aydınus'un yönetimi oldu. ben hayatım boyunca galatasaray'ı bu sezon olduğu kadar sahipsiz ve çaresiz görmemiştim, aslına bakarsanız bu şekilde başka bir takım da görmedim. bu maçta bunun aleni bir utanç belgesi olarak tarihteki yerini almış oldu.
ne diyelim, sağlık olsun. ama o his, içimi kemiren o çaresizlik hissi var ya, işte o bitmiyor.