yeni yazisinda, hepimizin cikarmasi gereken dersler oldugu yazardir.
---
alıntı ---
türküm, doğruyum, başarısızım...
unutkanız. mesela bazı galatasaraylılar o, sonunda uefa kupası’nın alındığı dört sene boyunca, “ya allah rızası için bir tane rahat maç seyredemeyecek miyiz?” dediklerini çoktan unuttular. bazıları da, “tribün kadın doldu, biraz başarısız olsak da, şu vitrin meraklıları elense aramızdan” diyorlardı.
bazı spor yazarları “hagi küçük maçların adamı, bir büyük maçı aldırdığını görmedik, babası ölmüş de matemdeymiş, metin oktay’ın oğlu doğduktan hemen sonra öldü ama o üç saat sonra maça çıktı” yazdıklarını unuttular. “popescu ne yapıyor beyler? bu rumenler parma maçını kazandırsın, fenerbahçe’yi, beşiktaş’ı yenmek için gayret göstersinler. babam da küçük maçlarda çıkar, oynar, golü atar” diye yazanlar vardı. onlar da unutuldu.
şimdi o dönem, bir ‘altın çağ’ olarak hatırlanıyor. dikensiz gül bahçesi. futbolcular sanki her maçta bastılar, her maçta o amansız pres, her maçta gol yağmuru, sürklase ederek alınan galibiyetler. evet, böyle maçlar da oldu ama hepsi vallahi öyle değildi. o zaman da puan kayıpları yaşandı, o zaman da ezeli rakipten fark yendi, o zaman da avrupa’da başarısız sonuçlar alındı. tek fark ortada bir hedef olmasıydı.
türkler kaça ayrılır?
ben paris’teyken orada iki türkiye vardı. bir, açılışlarda karşılaştıklarımız, kokteyllerde kadeh tokuşturduğumuz, sokakta görsek fransız sandıklarımız. bir de dönercilerde, st denis türk mahallesinde rastladıklarımız. ikisi birbirini sevmezdi pek. ilk grup, “bizi kötü yansıtıyorlar, paris’in göbeğinde köylerindeki gibi yaşıyorlar” derlerdi, diğer grup, sadece “bize sahip çıkmıyorlar”.
geçen hafta programda mustafa yücedağ anlattı, hollanda’da ganalı arkadaşlarının kurdukları derneklerden esinlenip bir türk futbolcular derneği kurmuş. ganalılar büyük bir kulübe transfer olduklarında transfer paralarından hatırı sayılır bir miktarı derneğe bağışlarlarmış, yeni ganalılar keşfedilsin, henüz büyük bir transfer yapamayanlar yılmasınlar, futbol oynamaya devam edebilsinler diye. onların dernek her yıl yeni oyuncular çıkarırken, bizim dernek batmış! ne beş kuruş veren çıkmış, ne destek olan. çünkü bizde bütün başarılar tamamen ‘tırnaklarımla kazıya kazıya buralara geldim’ tadında olunca, bütün ekoller de ‘doğru yol benim yol’ oluyor. a noktasından b noktasına sen patikadan gittin ama artık otoban var diyelim, ı-ııh, doğru yol illa benim bundan 20 sene önce düşe kalka gittiğim yol! değişime kapalı olunca insan, gelişime de kapanıyor otomatikman.
bir kere paris uçağında hostese “namaz kılacağım, kıble ne tarafta?” diye soran birini görmüştüm. zavallı hostes biraz düşündü, sonra elini bir yöne doğru kaldırdı, “bu tarafta” dedi. uçak yön değiştiriyordu, “şimdi de bu tarafta! ay pardon şurada!”... durumumuz bu! kimilerimiz bunun kazası da var, ben seferiyim demeden, göstermelik olarak uçakta namaz kılıyor, kimileri “giden uçakta kıble mi gösterilir?” demek yerine hedef belirlemeye çalışıyor, haliyle beş dakika önceki hedef beş dakika sonrakini tutmuyor. yan koltuktan bu diyaloğu duyanlar “bu kadar da olmaz ki?” diye kıs kıs gülüyor, arka koltuktakiler de ön koltuktakilerin yarım saat önce yaptıkları bir saçmalığa kıkırdıyor. çünkü ister kabul edelim ister etmeyelim, gelişme şartları bu kadar kısıtlı bir ülkede, başkasının başarısı, bizi sevindirmiyor. bizimkine benzer şartlardan çıkıp başarıya ulaştıysa “ben neden yapamadım?” yetersizliği doğuruyor, şartları bizden iyi olduğu için başarılı olmuşsa, haksızlık hissi... her iki durumda da mutsuz ediyor. bize hiçbir zaman o başarıya ulaşamayacağımız için, ulaşsak bile en iyi ikinci başarı olacağı için kötülüyoruz... içimiz rahatlıyor. oh be!...
---
alıntı ---
elimde olsam sozlugun girisine koyarim yaziyi, belki akillaniriz biraz diye.