3
lafa sanki milattan başlamışım gibi gelecek ama aslında kafamdakini anlatmaya başlamam gereken nokta aslında tam olarak burası.
1970li yılların ikinci yarısında oluşan siyasi anarşi ortamından sonra giderek artan gerginlik ortamında toplum bir çok ihtiyacını karşılayamaz hale geldi. o dönemlerde insanlar yağ, un, şeker gibi temel gıda ihtiyaçlarını, araçları için yakıtlarını karaborsa olarak almaya başladılar. hatta bir dönem ekmek bile karne ile dağıtılıyordu. sonrasında 1980 yılında ordunun yönetime el koymasıyla beraber tutuklamalar, ardı arkası gelmeyen sıkıntılar artarak devam ederken en azından sokaklarda halkın birbiri arasında vuku bulan çatışmalar, ölümler bitirilmişti. bu dönemin insanları çok şeylerini feda ettiler. anneler ve babalar çocuklarından, gençler gençliklerinden, çocuklar hedeflerinden ve ümitlerinden vazgeçtiler. ordunun yönetimi sivil güçlere tekrar geri verdiği dönemde insanlar kaçak sigaradan, üzerinde döviz bulundurmaktan tutuklanabiliyorlardı. televizyonlar tek kanallıydı diye hatırlatmama gerek yok sanırım.
sonraki dönemde türkiye yavaş yavaş dışarıya açıldı. ithal arabalar mesela hayatımıza girdi. artık hayatımızda sadece tofaş ve renault yoktu. toyota, bmw hatta mercedesler ve daha nice markalar. yeni giyim markaları, mcdonaldslar, gros marketler vs. türkiye’de hayat yeniden şekillenmeye başladı. bu süreçte özel televizyon ve radyo kanallarına izin verildi. yüzlerce yerel televizyon ve radyoların dışında bir çok ulusal televizyon ve radyo yayına başladı. en önemlisi ise bilgiye erişim kolaylaşmaya başladı.
ben 1982 doğumluyum bu dönemi benden çok daha iyi bilen, yaşayan ağabeylerimiz, ablalarımız var. yüzeysel olarak bunlardan bahsetmem gerekiyordu sonuçta asıl anlatacağım yere gelebilmem için. 90lar itibariyle özellikle televizyon ve radyoların ayakta kalabilmesi adına reklamlara çok önem verilmesi gerekiyordu ki bu hala böyle. bu süreçte her an reklamlar hayatımızı sardı. artık her yerde, her an, her platformda verilen mesaj “alın, verin, ekonomiye can verin” idi. “tüketin” diyerek yeni bir topluma işaret edildi. dünyaya açılmanın getirdiği aç gözlülük ve doyumsuzluk her yerimizi kapladı. normali buydu zaten. insan gördükçe ve sahibi oldukça daha fazlasını ister her zaman.
büyüklerimiz daha iyi bilir ve hatırlarlar; eskiden fenerbahçe için futbolcu öğütme makinası tarzı bir laf edilirdi. bu işin asli sebebi fenerbahçe’nin her dönem diğer tüm kulüplerden daha fazla paraya sahip olmasıdır. özellikle geçmişte sık aralıklarla gelen üst üste şampiyonluklar fenerbahçe’yi daha popüler hale getirmiş, bu şekilde fenerbahçe daha fazla taraftar sayısına sahip olmuştur. burada popülerlik dediğim; dönem dönem her başarılı kulübün yaşadığı popülerlik. mesela galatasaray’ın özellikle 86-87 sezonundan bugüne değin yakaladığı ve taraftar sayısının artmasında birebir etken olan başarı odaklı popülerliği gibi. neyse konuyu dağıtmayayım zaten uzun olacak biraz. fenerbahçe her dönem pazarlama olayını beşiktaş ve galatasaray’a göre daha iyi başarmıştır benim gözümde. küçük şeyleri büyütmeyi, parlatmayı severler. zaman zaman küstahlığa varan övünmeleri, kendilerini kaf dağının arkasında görmeleri onlar için normaldir. reklamın da iyisi kötüsü olmaz zihniyeti çok ön plandadır. taraftar müşteridir ve her zaman haklıdır. bu yüzden her sezon en çok ses getiren transferler fenerbahçe tarafından yapılır. bu yüzden fenerbahçe yazan spor yazarları daha çoktur ve gazetelerinde servis müdürlüğüne kadar yükselirler. futbolcular, teknik direktörler çok çabuk harcanırlar. bir- iki kötü maç sonunda şanslarını kaybederler. taraftar sevmez, istemez gönderilir. müşteri memnuniyeti önemlidir. bunun en güzel örneklerinden biri kaleci enke’dir. tüm bu sebepler beni fenerbahçe’ye uzak tutan baş sebeplerdir.
galatasaray ve beşiktaş, fenerbahçe’ye göre daha gelenekçidir. asıl konum galatasaray olduğundan tabii ki galatasaray’dan devam edeceğim. galatasaray lise köklerinden dolayı daha gelenekçidir. liselilerin ağabey – kardeş ilişkileri, camianın bir şekilde birbirine sahip çıkmasını sağlar. bu yüzden bahsedilen galatasaray değerleri oluşmuştur. kolay değil 500 yıllık bir kültürün yansımasıdır galatasaray spor kulübü.
dedim ya ben 1982 doğumluyum. yaşım itibariyle 14 sezonluk çileyi hatırlamıyorum. ama o sezonun bittiği şampiyonluğu, sonrasında neuchatel xamax, monaco, manchester united zaferlerini iyi biliyor ve hatırlıyorum. pek tabii sonrasındaki 4 sezonluk şampiyonluk serisi, uefa ve süper kupa zaferlerimiz ise en büyük baş tacımız olarak yer etti bizim nesilde. yine yaşım itibariyle tek kanallı dönemin sonunu yakalayıp inter star’ın ilk yayına başladığı zamanı iyi bilenlerdenim. internet olmadan yaşamayı hatırlayanlardanım. cep telefonu olmaksızın kız arkadaşımla buluşmuşluğum bile vardır. yani varlığın, imkanların içinde büyümüş biri olarak aslında yokluğun da tadına bakmış bir nesildenim. yaş itibariyle benden büyükler daha zor zamanlar görmüş, imkansızlıklar içerisinde çocuklukları geçmiş kişiler. yokluğun, eksikliğin içinden geldiler. avrupa’da şerefli mağlubiyetler görmüş, ülkede maçları radyolardan takip etmiş, bir gece önceden stadyum kapısında uyuyarak maç izlemeye girebilmiş kişiler. alttan ısıtmayı bırak, çim saha görmemiş bir futbolun içinde büyümüşler. bu nesil zorlukla yoğrulmuş insanlar. sabır nedir bilen, güçlü olmanın öğretildiği bir nesil. benim şansım bu adamlar gibi benim de ilk kez milli takımın avrupa şampiyonasına gitmesini, dünya kupasına katılmamıza şahit olmam; avrupa kupalarının aslında ilker yasin’in telefon bağlantısıyla anlattığı kadar uzakta olmadığını, balkanlardaki link hatlarının hemen arkasında olduğunu, avrupa’da gerçekten kupa alınabileceğini anlamış olmam. bu nesiller gibi bende mücadele ederek, savaşarak ve sebat ederek güzelliklere sahip olabileceğimi, kazanabileceğimi, başarılı olabileceğimi ve tüm bunları elde ettiğimde değerini bilerek tadını çıkarabileceğimi bilen biriyim. biz her avrupa maçından sonra, tur atan bir nesildik. rakip avennir beggen ya da cork city olabilir. fark etmez. biz “avrupa avrupa duy sesimizi, işte bu cimbomun ayak sesleri” nesli olarak şerefli mağlubiyetlerden hak edilmiş galibiyetlere geçerken mutluluğumuzu sokaklarda kornalar eşliğinde kutlayan bir nesiliz. bu yüzden bu nesil bizi başarılara taşıyan insanları omuzlarında, gönüllerinde taşır. fatih terim, hakan şükür, bülent korkmaz, gheorghe hagi gibi adamlar bu milletin aşağılık komplekslerini bitirmiş futbol adamlarıdır.
günümüz itibariyle bilgisayar teknolojisinin gelişmesi insanlığı bambaşka bir seviyeye taşıdı. 2000 yılından sonra gelinen seviye, sanki 90lı yıllar 10 yıllarca önceymiş gibi hissettiriyor insana. internetin gelişimi insanlığa kesinlikle çağ atlatmıştır. internet erişimi insanların her alanda bilgiye erişimini kolaylaştırdı. artık her şey elimizin altında. cep telefonumuzdan dünyanın her tarafından anlık bilgiye ulaşabiliyoruz. bu derece kolay sahip olma, insanoğlunun doğasına aykırıdır. zor elde edilen değeri bilinerek, yavaş harcanırken, kolay elde edilen çok çabuk harcanabiliyor. tabi bu kadar bilgi alışverişinin temeli yine “tüketin” mantığına oturtulmuş şekilde. neydi motto; alın, verin, ekonomiye can verin.
günümüz yeni nesil galatasaray taraftarı ise maalesef tüketim taraftarı olmuş durumdadır. onlar farkında olmadan tuttukları takımlarının başarısına aşık, müşterisi durumuna gelmişlerdir. sabır denen kelimenin anlamını bilmelerine rağmen, sabırlı davranmak nedir bilemezler. her sezon en çok ses getiren transferi galatasaray yapsın, en büyük stad bizim olsun. futbolun sadece sahada oynanmadığı gerçeğinden uzakta; internette link üzerinden izledikleri maçı, oynadıkları bilgisayar oyunu ağzı ile yorumlarlar. sokakta bile futbol oynamamış, asfalt üzerinde top oynarken ayağı bir kere olsun kayıp dizini kanatmamış insanlar playstationları üzerinde oynadıkları “become a legend” modundan futbola bakarlar. ben fmde bu adamı amc oynatıyorum çok ta iyi oynuyor, bu hagi bu işi bilmiyor o adam orda oynamaz ki bakış açısındadırlar. neden biliyor musunuz? çünkü bu çocuklar hiç ingiltere’den 8-0 mağlubiyet ile dönmediler. onlar bildi bileli galatasaray zaten avrupa’da ve ligde çok başarılı bir takım. nasıl buralara geldiğini sorsan haberleri yok? aslına bakarsanız her şey o kadar çok ellerinin altındaki hiçbir şeyin değeri yok. kendilerine ait bir kahramanları bile yok bu neslin. bu yüzden yalan kahramanlar peşinde koşmaları, orda burada adını duydukları adamları daha hiçbir şey görmemişken kahraman ilan etmeleri ondandır. bizim elimizde prekazi’miz var, anlatacağımız tanju var, muhammed, uğur tütüneker var. arif erdem, bülent korkmaz, tugay, hakan şükür ve hagi var. daha niceleri var. bu çocuklar da yok. bu yüzden hagi’ye düştüğünde bir tekme daha rahat rahat atarlar. ne verdi ki size hagi değil mi? 4 aydır rahat rahat maç kazanamıyoruz, takım hala adam olamadı. kimse yerinde oynamıyor ki? bu kadar basit değil mi? tugay’ı neredeyse sadece ingiltere’deki oyunundan tanıyorsunuz, yarın takımın başına tam yetkiyle geçse onu da harcayacaksınız. abdullah avcı 3 maç sonra küçük takım hocası diyeceksiniz, biliyoruz.
hiçbir şey bir parmak şıklatmasıyla gerçekleşmez. ince ince zorlukları aşarak gelir güzellikler. bu ülke karnelerle ekmek aldığı dönemlerden geçerek geldi. dört duvar arasında yaşarken, gözlerini zorluklarla açtı dünyaya. şerefli mağlubiyetlerin üstesinden çok çalışarak geldi. birlik oldu, tek yürek oldu ve 8 yediği maçlardan çıkıp dünya üçüncülüğüne kadar gitti. bu süreçte kimse pes etmedi. mücadeleden vazgeçmedi. sizin gibi mızmızlanmadı.” skibbe olmadı gitsin, rijkaard tu kaka, hagi mm beğenmiyorum. ne zaman gidecek, yeter artık” demedi kimse. sen de deme. takımın düşerken yere başını eğme. utanma, yenilmesini isteme. maçlar kaybediliyor diye vazgeçme. futbolcunu ıslıklama,. müşteri olma arkadaş taraftar ol. savun takımını, kimliğini. sahip olduğun güç dışarıda değil ki, zaten o sensin. hagi sen. arda sen. sabri sen. sahip çık. bu kadar zor mu?