16
şu anda orta yaşlı bile sayılmam belki, ama yıllardır futbolu kavramaya çalışıyorum, daha doğrusu çalışıyordum. zira en sonunda şu kanıya vardım; futbol, gelişirken geçirdiği travmalar sebebiyle dolayı bütün mantık geçişini sağlayan kanalları kapanmış zihinler tarafından kavranamaz veya anlaşılamaz. nasıl bir futbolcu doğuştan yetenekli olabiliyorsa, futbolu takip eden insanların bir kısmının da içinde futbolun şifresini kırmaya yönelik bir his, düşünce sistemi bulunuyor. her insan matematik öğrenebilir, "iki kere iki dört eder"in mantığını gerçekten çözen kişinin matematik üzerinde alabileceği yol kendisine kalmıştır. en odun zihin bile çaba gösterirse bu metalik, esnekliği olmayan bilimde belli bir seviyeye gelebilir. zaten kırılma noktası genelde dört işlemden bir sonraki adımdır türk gençliği için. ancak futbol organik bir olgudur. kendi içinde büyür, küçülür, değişir, gelişerek değişir, değişerek gelişir, bazen çürür, bazen ışıldar, ilerleme aşamasındayken çöker, çökerken zirve yapabilir, ülkeden ülkeye değişir, milyonlarca boyut üzerinden değerlendirilebilir, sadece tek bir açıdan ele alınabilir, doğrusu azdır, yanlışı çoktur, doğru bileni azdır, yanlış bileni "çok" kelimesinin sınırlarını aşar. öğrenmek isteyen kişi futbolun ölü olan, ancak üzerinden gerçek futbolun yeşerdiği kısmını rahatlıkla öğrenebilir. ofsayt nedir bilebilir, faul sistemini en ince detayına kadar çözebilir, her türlü kurala hakim olabilir. bunun ötesinde bir futbol takımının kazanmak için ne yapması gerektiğini de bilebilir. iyi oyun nedir, sahaya iyi bir oyun ortaya koymak için neler yapılmalıdır bunu da bilebilir. ancak bilmek farklı bir olgudur, idrak etmek farklı bir olgudur. ve insan kavramları bilmek ve idrak etmek arasındaki seçimi kendisi yapmaz. oldukça basit bir örnek vereyim, bir öğrencinin ertesi gün sınavı varsa, çalışması gerektiğini bilir. çalışmazsa başarılı olamayacağını bilir. böyle bir eğitim sisteminin içinde çalışmayacağı bir sınavın kendisine nasıl fraktalvari sorunlar yaratacağını bilir. ancak çalışıp çalışmama arasında yapacağı tercih aslında kendi elinde değildir. yetişme şekliyle, yaşadığı yerle, yediği yemekle, ülkesinin temel besin maddesiyle, yanında bulunan insanlarla, yolda gördüğü ve saniyesinde aşık olduğu, bir daha da göremeyeceği bir kız ile bile alakalı olan bu seçim, büyük ihtimalle temelde sadece kendisi ile alakalı değildir. şahıs tercihlerini, tercih yapma vaktinden çok önce yapar. bir insanın futboldu çözüp çözemeyeceği de bellidir aslında bir yaştan sonra. yolda giderken karnı acıkan sıradan bir adam "abi bana bir yarım ekmek köfte" dediğinde, karşılığında gelen "içecek bir şey ister misin?" sorusunun cevabını çocukluğunda, yıllar önce önce vermiş olur. futbol da bundan farklı değildir. kişi takımını gelişigüzel seçmez. 1989'da doğmuş, ispanya'da yaşayan, başkent madrid'de hoş bir evde büyümüş, kendi isteklerine uygun bir şekilde para harcayabilen, futbola gönlü kaymış, başarı gibi yaldızlı bir kavramdan rahatlıkla etkilenebilecek bir çocuk, 2000-2003 arası real madrid'e gönül verir. bu çocuk katalan değilse, bask değilse, babası doğuştan kendisine barcelona aşkı aşılamadıysa, bütün arkadaşları barcelona taraftarı değilse, veya dövülerek barcelona taraftarı yapılmadıysa, real madrid'i seçecektir. bunu engelleyemezsiniz, ama kolaylıkla açıklayabilirsiniz;
bütün çocuklar başarılı olana, özünde "güzel" olana hayrandır. mahallede topu olan "güzel"dir. bedava dondurma veren bakkal "güzel"dir. doğal olarak iyi futbol oynayan takım, transferde çok para harcayan takım, üzerinden övünülebilecek bir takım, "güzel"dir. işin bütün detaylarını ortaya koymaya gerek yok. insan aslında her yaşında güzele, estetiğe, olması gerekene, zirvede durana hayrandır. bu açık bir şekilde olur, kapalı bir şekilde olur orasını bilemem. örneğin bar refaeli'nin dünyanın en güzel kadını olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, çünkü üzerimde bir baskı yoktur, gerçek de budur. ancak alex de souza'nın türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından biri olduğunu söylerken tuttuğum takım yüzünden, beni baskı altına alan nedenler yüzünden sesim kısık çıkar. bazen çıkmaz bile. bazen de bu baskıdan kurtulmak için alex'e saldırabilirim mesela. "küçük takımın büyük oyuncusu" diyebilirim. önemli değil. buradan anlayabileceğiniz gibi her çocuk o yaşta bir bar refaeli'nin peşinden gider, bir luis figo'nun peşinden gider, bir dondurmanın peşinden gider. dolayısıyla takım seçimi gibi, yemek seçimi gibi zamanın akışıyla kendiliğinden gerçekleşen şeyler, benim düşünceme göre en fazla %20 oranında elimizdedir. türkiye'de de bir çocuk olsa olsa güllüşah'ın peşinden gider, ayşecik'in peşinden gider, dikişli topun peşinden gider, dayak atmayan babanın peşinden gider. 1996-2000 arasında çocukluğunu geçirdiyse galatasaray'ın peşinden gider, babası fenerbahçeli ise baştan olacakları anlayıp galatasaray'ın peşinden gider, fenerbahçe'nin şampiyon olduğu yıllarda gelişimini sürdürüyorsa fenerbahçe'yi tutar. diğer takımlar için de baba gibi, amca gibi, gereğinden fazla etki eden arkadaş çevresi gibi, gereğinden fazla etki eden basın gibi şartlar ortada olmadığı sürece bu geçerlidir. şahıs, başarılı olanın arkasından koşar, arkasından koşulsun diye. futbolun peşinden ise her çocuk koşar, bazısı yakalar, bazısı birlikte koşmaya devam eder, bazısı bırakır peşini. bu da demektir ki futbol üzerine bu ülkede her erkeğin bir fikri vardır, çoğu kadın da futbolu tanır, gördüğünde selamlaşır.
kırılma noktası denilen şey çoktur futbolda, en önemlisi anlattığım gibi çocukluk döneminden ergenliğe geçiş sırasında yaşanır. dedim ya "çoğu kadın da futbolu tanır, gördüğünde selamlaşır." diye, erkekler için de aynı şey söz konusudur. bir sürü erkek sabah yatağından kalktığında futbola selamı çakar. bazısı gün içinde hatırlar, çaldırır kapatır. bazısı uykusunda onun adını sayıklar. ama futbol dışarıdan göründüğü kadar iyi niyetli değildir, iki anlamda da. istemediğine selam vermez. istediğine de selam vermez çoğu zaman. iyi futbol izlemek için çırpınırız, bundandır. kitlelerin kendisine sadece selam verebilmesi onun için daha iyidir. üç yüzü vardır futbolun, uzaktan bakıldığında çekicidir, yakından bakıldığında çirkindir, arkadaş olursanız güzeldir. ama önce uzaktan bakmanız gerekir doğal olarak, yakınına gittiğinizde "çirkin bu" diye yüzünüzü buruşturursanız, ona sadece selam verebilirsiniz bundan sonra. selamınızı da almaz. işte futbolun selam vermediklerine biz kısaca "futbol cahili" diyoruz. görünürde futbolun en yakınıdırlar, ama sadece görünürde. en alakasız adama kafayı takar, laf söyletmezler, sevmediklerini de hiç sevmezler, çok sık küfür ederler, ettikleri küfürleri içten ederler. sadece kendi takımlarını takip ederler, kendi golcüleri dünyanın kralıdır, ama sadece gol atabildiği zaman. bunlar sadece birer örnek. futbol sevmez böyle katı ve sığ düşünceler içinde bulunanları. doğal olarak arkadaş olmaz, çözülmez yanınızda. üç korner, sadece bir penaltıdır en nihayetinde. siz ona selam verdiniz diye, o da size selam verecek değil ya. o da sizin çirkinliğinizi gördüğünde yüzünü buruşturur. anlatmaz sırlarını. o yüzden, bir çocuğun futbolla birlikte koşup koşamayacağına yine futbol karar verir. çocuk, adı gibi saf ve temiz iken futbol ile koşmaktan çok mutlu olabilir, ancak futbol insanı başladığı yerde bırakmaz. geleceği de görür aynı zamanda, zorlu yollara dayanamayıp kendisine çatacakları almaz yanına. ömer çavuşoğlu ve sinan engin hiç çocuk olmamıştır diyeyim, daha rahat anlayın.
siz bu yazıyı okuyorsanız eğer, ben de sizi buraya kadar getirdim mesela. yazı devam edeceği için sizi bırakacağım falan yok, ancak bunları okudunuz diye futbol sizi yanına almayacak. ne okursanız okuyun bu tercihi yaptınız, o iş çocuklukta bitti. ama mesela siz farketmemiş olabilirsiniz arkadaşı olduğunuzu, eğer öyleyse yakında söyler. mesela kendinizi şöyle test edebilirsiniz, frank rijkaard'ı eleştirirken iki klasik seçenek vardır önünüzde. frank rijkaard'ı futbolu bilmemekle, başarısız olmakla suçlayabilirsiniz, veya frank rijkaard'ı tanrı zannedip her hareketini onaylayabilirsiniz. bu iki yoldan hangisine girerseniz girin, ikisi de çıkmaz sokaktır. ama geldiğiniz yolun 10-15 kilometre gerisinde bir yol ayrımı daha vardır, yolu boş görüp hız yaptığınız için kaçırırsınız genelde. o yol mantıklı düşünceye gider. işte o yol ayrımında milyonlarca şey sizi bekler, biri de futboldur. içinden "niye bekliyorum ben bunları acaba" der, ama bekler. çünkü kendisini es geçenlerin hepsini hafızasına kazmak zorundadır. onun yoluna girenler de zaten geri dönmez genelde. peki mantıklı düşünmek için girilen yol çok mu kolaydır, hayır. geçtim kolaylığı, attığınız, atabildiğiniz her adıma şükretmeniz gerekir. zira yolun belli bir sonu yoktur, o yolun üzerindeki güneş ilk zamanlarda ışık değil karanlık verir, ilerlemeniz için harcadığınız çaba zaman zaman nefesinizi keser. ama o yolun karanlığından aldığınız güven, geri dönmenizi engeller çoğu zaman. tıpkı korkularınıza sığındığınız gibi.
neyse, futbola dönmek lazım. bütün bu anlattıklarım sadece size bu dünyada futboldan anlamayan insanların da olduğunu göstermek içindi. bunu biliyorsunuz tabii, mesela sesli veya sessiz bir şekilde şunu her gün söylüyorsunuz;
"futbolu sadece ben biliyorum, gerisi çakmıyor"
işte bunun da çok büyük ihtimalle yanlış olduğunu anlatmak istedim size. ben futboldan anlıyorum demek, futboldan anlamadığınızın çoğu zaman ilk göstergesidir. mesela evliya demez, "biz evliyayız, bize saygı duyun, bizden fikir alın, bize danışın" diye. bunu diyenlere evliya denmez zaten. ama evliya kendisini bilir, çevresindekiler, onları anlayabilenler de onların içindekileri bilir. futbolun gerçekten içinde olanlar da demez "ben futboldan olağanüstü anlıyorum, bana soracaksınız, en çok ben konuşacağım, erol büyükburç'um ben, saksı değilim" diye. ama reddetmeleri için de bir neden yoktur, futbol aleminde sahte evliya çok olduğu için zaman zaman bunu söyleme zorunlulukları bile çıkar ortaya. asıl onların en çok yazması, en çok okunması, en çok okuması gerekir. ama genelde böyle olmaz o ayrı.
peki bu kadar şikayet ediyoruz madem, ben kendi adıma ediyorum, hiç mi yok futbolun içinde olan adam? şimdi zannediyorsunuz ki "var, ama hepsi köşelerinde inzivaya çekilmiş durumda, size küskün" diyeceğim. hayır, böyle biri yok. yok yani. öyle keskin çizgilerle çizilmiş kelime anlamıyla "yok" şeklinde değil ama. genelleme yapmak çok kolay görünse de, aslında olabildiğine çetrefilli bir olay olduğu için rahat anlatmam mümkün değil. ama şöyle açıklanabilir; insanoğlu yaşamının her anında, her saniyesinde yetişir, yetiştirilir. kokoreç yerken gurme olma yolunda bir adım atarsınız, koşuya çıktığınıza bir 100 metreci olmak için koşarsınız, bir fizik dersine girdiğinizde dünyayı değiştirme idealiyle dinlersiniz dersi. böyle mi, değil. ama öyle. verdiğim örneklerin ilk kısmı yaptıklarınız, ikincisi de tercihleriniz. koşuya ter atmak için de çıkabilirsiniz, süreyya ayhan'ın havlu attığı yerden devam etmek için de. ama insan o kadar başına buyruk gelişebilecek kadar üstün bir varlık değil henüz. dünyaca ünlü bir fizik profesörü olmak için sadece fizik derslerine girmeniz yetmez, veya bir fizik profesörü olmayı istemeniz tek başına yeterli değildir. o işin ruhunu hissedebilmeniz gerekir. aynı zamanda sizi yönlendirecek, o ruhu içinizde hissetmenizi, büyütebilmenizi sağlayabilecek insanlara, daha doğrusu bir sisteme ihtiyaç duyarsınız. futbolda da aynısı geçerli. "johan cruyff gibi olmak istiyorum, futbolu çözmek istiyorum, futbol konusunda sonuna kadar ilerlemek istiyorum" diyen varsa bu ülkede ben kendisine gülerim. içimden de gülmem, yüzüne karşı gülerim. arada mehmet demirkol gibi düzgün, kendi yorumunu kendisi yapan, kimseyi yönlendirmek gibi bir derdi olmayan, kendi düşüncelerinden korkmayan adamlar da çıkıyor ortaya tabii, ancak bu ülkede futbol yorumcusu denilen, göz önünde bulunan, "işi bilen" insanlar özetlemek gerekirse şunlar;
rıdvan dilmen, hıncal uluç, ahmet çakar, erman toroğlu, sergen yalçın, mustafa doğan, mehmet yılmaz, selçuk yula, gürcan bilgiç...
bir düşünün, ama lafta değil, cidden bir düşünün. yeni yeni futbola ısınan, futbolu seven, futbolun düşünce boyutunda, belki biraz da teorik boyutunda ilerlemeye hevesi olan, söylenenleri kavramaya hazır bir sürü genç, bu adamlardan öğreniyor futbolu. bu cümleyi kurarken sinir krizi geçirmiyorsam, sakin bir anıma geldiği içindir. bir insanın dürüstlüğü, saflığı, adaleti, eşitliği ve iyi niyetli olmayı amerika'ya, amerika'nın piyasaya sürdüklerine bakarak öğrenmesi ne ise, bu da onun futbol versiyonudur. kendisine bir faydası olmayan, sürekli yönlendirme ve ilgi çekme çabası içinde olan, zihinlerinde milyonlarca tilki dolanan, kimler tarafından yönetildikleri belirsiz bir kesim, türk insanına futbolu öğretiyor. aslında sürekli komplo teorileri kurmayı, arkadan konuşmayı, düşene tekme atmayı, kraldan çok kralcı olmayı, hainliği, bütün etik değerlerin üzerine tükürmeyi öğretiyor. şimdi ben size soruyorum, var mı bu ülkede futbolun gerçekten içinde olan, yaşayan bir adam? ve var mı bu insanlardan futbolu öğrenip kendine dürüst bir şekilde futbol üzerine düşünebilecek biri?
işte bu yüzden böyle, bu yüzden frank rijkaard geliyor ama gelmiyor, getiremiyoruz, istemiyorlar ve en vahimi istemiyoruz. frank rijkaard ve johan neeskens gümrükte takılmış sanki. geliyorlar, geriye itiyoruz. hakan balta bu yüzden kendi yüzüne tükürüyor, ama farkına varmıyor. arda turan bu yüzden kendisini destekleyenlere sahadaki performansıyla hakaret ediyor. mehmet topal bu yüzden aldığı topu zaten atması adama verene kadar 15 saniye bekliyor. bu yüzden selçuk şahin sahaya çıktığı zaman ne yaptığını, ne yapması gerektiğini bilmiyor. bu yüzden rüştü türkiye'nin hem en iyi, hem en kötü kalecisi. çünkü futbolu halka anlatanlar değil, futbolculara anlatanlar da acınacak bir durumda. bu futbolcular bir zamanlar 2 yaşındaydı, 9 yaşındaydı, 15 yaşındaydı. bu çocuklar zinedine zidane'ı, raul'ü, paul scholes'u, ronaldo'yu izleyip futbola yönlendiklerinde, kaos futboluna, sistemsiz futbola, "hata yapma da ne yaparsan yap"a alıştırıldıkları için; o yaşlarda türkiye'nin genç milli takımları ile başarılar elde ederken, 6-7 yıl sonra futbolları ilerlemiş değil geriye gitmiş oluyor. bakışlarından zeka fışkıran, 17 yaşında yaptıklarıyla ispanya'dan bilmemkim fc'nin dikkatini çeken bu adamlar, 24-25 yaşına gelip galatasaray'a, fenerbahçe'ye, beşiktaş'a transfer olduklarında, 2 yıl içinde ispanya 3. ligi'nin küme düşmemeye oynayan takımlarından birinin kadrosuna bile giremeyecek vurdumduymazlığa erişiyorlar. örneğin galatasaray'a transfer olan oyuncu diyor ki "hayallerimin takımına geldim", bu cümlenin yarattığı gelecek bitiriyor asıl hayalleri. bir futbolcunun, 17-18 yaşlarındaki bir profesyonel futbolcunun hayal kurması bile engelleniyor yetiştirilirken. genç futbolcu dediğin barcelona'yı kurar aklında, real madrid'i kurar, kafasının içindekine güveniyorsa manchester united'ı ister, arsenal'i ister. istemiyorsa aslında daha 17 yaşında diyordur ki, "ben, mehmet, iyi bir futbolcu değilim, bana ümit bağlamayın, bir forvet olan benden ileride alabileceğiniz performansı, brezilya'nın en vasat oyuncuları bile koyabilir ortaya. dolayısıyla ben değil, o gitsin milli takıma. ben izlerim televizyondan takımdaki abilerimle". işte mehmet'in takımdaki abilerini bitiriyorlar önce, sonra da onlar mehmet'i bitiriyor. onlardan biri oluyorsun. yazık oluyor. aslında yazık falan olmuyor. "bu sistemin içinden büyük oyuncu çıkması ilginç olurdu." oluyor. ümitsizlik kalıyor geri kalanlara, senden 10 yıl sonra senin yaşına gelecek bir oyuncunun senden üstün olmasını engelliyorsun. onların aklına kazıyorsun, "mehmet olamadı büyük futbolcu"yu. 17 yaşında, serdar adında bir çocuk diyemez "mehmet abi kendi zihniyetinin, ona dayatılan zihniyetin kurbanı oldu. ingiltere'de yetişse forvet yokluğundan 16 yaşında milli takıma seçilecek yetenekteki mehmet abi, mehmet abi olarak kaldı. ama ben kalmayacağım." diye. zira bunun farkına varacak olgunlukta değildir henüz.
yine başa dönüyoruz. serdar kendisine söyleyemiyor büyük futbolcu olabileceğini. çünkü ondan önce mehmet söylememiş bunu. mehmet'ten önce samet söylememiş, ondan önce de ragıp. niye, çünkü onlara anlatılmamış nasıl zinedine zidane olacakları. hayatları boyunca "zidane gibi" olmuşlar, "metin gibi" olmuşlar, "ronaldo gibi" olmuşlar, ama "mehmet gibi" olamamışlar. nasıl olacaksın yahu, bir allahın kulu bana anlatsın bunu, nasıl olacaksın? her ilde düzgün insanlar tarafından yönetilen bir futbol okulu mu var, yoksa takım ismi altında ezilmeyen bir altyapı var da ben mi bilmiyorum? oğlunun futbolcu olmasını isteyen babaların futbol ile arasında uçurumlar var iken, o çocuk nasıl bir steven gerrard olacak? veya genç bir oyuncuyu dünya çapında bir yıldız yapabilecek eğitime, öğretme becerisine sahip kimse var mı burada?
o çocuk öyle kalacak, mehmet olarak, serdar olarak, samet olarak, ragıp olarak. hep gibi olacaklar, hiç "o" olamayacaklar. çünkü kendilerini "o" yapabilecek adamları mümkün olsa döverek geri gönderecek bu ülkenin insanları. günlük başarı denilen illet yüzünden her konuda beyinsizleşen güruh, kendileriyle aynı dönemde aynı ülkede bulunan, ama onlar gibi olmayan insanları kendilerine benzetmeye çalıştı hep. hala çalışıyorlar, yarın da çalışacaklar. neden çalışmasınlar ki? düşünün, bugün biri geldi ve yarın türk futbolunun üzerine hep beklendiği gibi bir sihirli değnek dokundurdu, bütün futbolcular dünya çapında oyunculara dönüştü, hakemler de oldu birer pierluigi collina. hakem ve futbolcudan yana kalmadı sıkıntı. e bu ülkenin insanları aynı, bu ülkede bir günde bütün kaleciler casillas, bütün savunma oyuncuları puyol, bütün orta sahalar iniesta, bütün forvetler rooney olsa, 10 yıl sonra yetişecek adamlar yine aydın yılmaz, yine cafercan aksu, yine selçuk şahin, yine ragıp başdağ.
peki nasıl düzelecek bu iş? işte bu soruyu etrafındakilere değil, kendisine soran varsa bir süre korku romanları okusun, edgar allen poe okusun, ne bileyim gitsin mutsuzluk üzerine bir film izlesin. a series of unfortunate events'i izlesin. zira gereğinden fazla umut taşıyor bu insanlar. bu seviyedeki bir kaos ortamının içerisine frank rijkaard gibi, erik gerets gibi, johan neeskens gibi adamları çekebilmemiz bile başlı başına bir mucize. ben bundan bile mutluyum şu anda. takım küme mi düşmüş, şampiyon mu olmuş, onlarca yıldır nasılsa yine öyle gidecek, değişmeyecek nasıl olsa bu iş. bari böyle insanları görebilelim de avunalım. "bu iş" dediğim şey düzelmeyecek belki, çünkü türk insanı yıllardır bu durumda, bundan sonra da böyle kalacak. verilen tepkiler aynı olacak, adam asmaca oynayacak bu ülke devamlı olarak. ama kulüpler değişebilir, daha kolay, daha mümkün, daha gerçekçi bir hedef olur kulüplerin değişmeye başlaması. ama bu da tam anlamıyla bir tesadüfe, şansa bağlı. futbolun içinde olan kimse yok diye boşuna söylemiyorum, böyle adamların sayısı az olunca, aralarından kulüp başkanı, yönetici falan da çıkmıyor. çıktığı zaman alaşağı ediliyor. işte bu düzeni bozmaya en yakın kulüp, her zaman olduğu gibi şu anda da galatasaray. adnan polat türkiye standartlarının çok üzerinde bir başkan, haldun üstünel kasıtlı olarak fazla öne çıkarılsa da görevini yeterince iyi yapan biri, yönetimin diğer üyeleri, aralarından basketbol şubesinde yaşanan olay yüzünden kopanlar olsa da, çekirdek kadronun yapmaya çalıştıklarına gerekli desteği veriyor. hem altyapı için hem a takım için konuşuyorum. göreve getirdikleri adamlar, açıklandıkları gün boşluğuma gelse beyin sarsıntısından beni öldürebilecek düzeyde adamlar. bu iki temel etken, yönetim ve teknik kadro seçimi, şu anda türkiye için inanılması zor bir seviyede. sakatlık, formsuzluk, sorumsuzluk gibi etkenlerden bağımsız olarak konuşmak gerekirse, futbol takımı kadrosu sezon başında bile galatasaray tarihinin en iyi kadrolarından biriydi. bu takıma sezon başı ve ortasında, elano, kader keita, lucas neill, jo, giovani dos santos gibi oyuncular eklendi. hani tekrar edeceğim bu isimleri, ama ayıp olacak yani hava atıyor gibi. zaten iyi bir kadroya böyle muazzam takviyeler yapıldı. üçüncü ve dördüncü etkenler, kadro ve transfer seçimleri de standardın çok üstünde. ama bu son iki etken kağıt üzerinde bu kadar muazzam görünüyor. yönetimin vizyonunu, başarısını övmek elbette ki gerekli, ama ortada bazı büyük hatalar var.
bir sürü ön libero ismi çıktı gazetelerde sezon başında, her türlü yayın organında da galatasaray'ın orta saha transferleri konuşuluyordu. bu haberler doğruydu diye söylemiyorum, galatasaray'ın iyi bir defansif orta saha oyuncusuna ihtiyacı vardı, ve bu büyük bir kesim tarafından görülebiliyordu. peki ne oldu, takımda beş tane defansif orta saha oyuncusu var diye kimse alınmadı. işte bu bir görmezden gelme durumudur ve şu anda galatasaray'ın başında bulunan yönetimin yaptığı en büyük hatalardan biridir. bakalım takımın orta saha durumuna, ayhan akman, mehmet topal, barış özbek, tobias linderoth ve mustafa sarp. bu sefer de küfür etkisi yaratmasın diye tekrarlamıyorum. bu isimlere şu anda baktığımda benim sinirlerim oynuyor, şizofreni teşhisi koyulabilir bir duruma geliyorum. ahmet çakar tabiriyle tırnak içinde "deliriyorum". tabii ki tarih, içinde bulunulan döneme göre değerlendirilemez. değerlendirilirse yerin dibine soktuğumuz insanlarla aynı seviyeye gelmiş oluruz. sezon başına göre değerlendirmek lazım bu kadar ağır bir tepki vermeden önce. buyrun değerlendirelim;
ayhan akman, geçen sezon galatasaray'ın leyla olmuş, esrar çekerek maçlara çıkıyor görüntülü, bu sezon da elano ve mustafa sarp olmadığı zaman bundan farklı bir görüntü sergilemeyen orta sahasında iyi görünen biriydi kendisi. zira koşar görünürdü, savunma anlayışı oldukça sığ olduğu için boşa koşardı. bu da kendisinin iyi koşuyor, takımı diri tutuyor olarak nitelendirilmesini sağladı. top kapmaya çalışırdı, kapamazdı, kayarak müdahale sevdası olduğundan bol bol da kart görürdü. nasıl oluyor bilmiyorum ama bu da kendisinin top kesen bir oyuncu olarak nitelendirilmesini sağladı. oyun kurma konusunda da ya ütopik şeyler deneyip topu kaptırıyor, ya da bir süre bekledikten, kendisi pozisyonunu zora soktuktan sonra yanındaki adama küfür gibi bir pas gönderiyor ayhan uzun süredir. yine çözemediğim bir durum, bu da kendisinin oyunu iki yönlü oynayan bir oyuncu olarak nitelendirilmesini sağladı. ancak istisna olarak iyi maçları vardı. yaşına ve geçmişine bakarak değerlendirirsek zaman zaman galatasaray'a oldukça yararlı olduğu bile söylenebilir. geçen sezon galatasaray'ın sistematik ve esnek olma amacıyla sahaya çıktığı, ancak çok sık olarak kaos futbolu oynadığı dönemde iyi görünüyordu, göz yanılması diyoruz buna. dediğim gibi geçen sezon içinde bulunduğu form durumunu bile arar bir duruma geldi kendisi.
mehmet topal, kariyerinin ilk günlerinden beri en basit kısa pası bile yaklaşık yirmi ışık yılı içerisinde gönderebilen bir oyuncu. yani doğal olarak galatasaray'ın uygulamaya çalıştığı sisteme uymuyor. temposuz, topun orta sahadan yarım saat içerisinde çıkarılabildiği, teknik istemeyen, oyun görüşü istemeyen bir lig bulursa oraya gidebilir, öyle bir ligin de açık ara en iyi oyuncusu olur sanırım. everton'un kendisine yaptığı teklife oldukça şaşırmakla beraber, mehmet topal türkiye ligi'nin vasat temposu için bile ağır kalan bir oyuncu uzun süredir. ama bir stoper için normal sayılabilecek bir hızı var. oyun görüşü de sıfıra yakın olduğuna göre stoper yedeği-oyun kurucu olarak tutuldu sanırım takımda. yanlış bir tercih olduğu oldukça belirgin.
barış özbek, kendi yeteneklerini çok abartan bir oyuncu. bu yüzden de sahip olduğu yetenekleri bile kaybetti. boş koşardı, şimdi boş bile koşamıyor. genelde takımın en çok koşan beş oyuncusu arasına giremiyor mesela, pozisyonu bunu gerektirmesine rağmen. kariyerinin başından beri pasları olağanüstü zayıf ve alakasız yerlere gidiyor. bu yeni duyulan, bilinen bir şey değil, geldiğinde de böyleydi. tekniği ve oyun görüşü mehmet topal'dan bile kötü durumda. onun dışında kendisi savunma ile orta saha arasındaki bağlantıyı kuracak kadar zeki ve seri olmadığı için, ecnebilerin deyimiyle "dmc" değil, "mc" olarak oynuyor. bu da galatasaray'ın hücum anlamındaki potansiyelini barış oynadığı zaman %60'lara kadar indiriyor.
tobias linderoth, en son ne zaman 3 maç üst üste oynayabildiğini kendi de unutmuş bir oyuncuydu. kendisine güvenilmesi, onun sakatlığından daha vahim bir olaydı bence. en sonunda mecburi gönderildi. hala futbolu bırakmaması sanırım kendi iyimserliğinden kaynaklanıyor. üzerinde konuşmaya gerek yok. olağanüstü yararlı olabilecek, ama olamamış bir oyuncuydu. asla da takıma bir borcu olduğunu düşünmedi, geldi, ilk dönemleri hariç yıllarca doğru dürüst maça çıkmadan parasını aldı, sonra da sözleşmesi feshedildi.
şimdi bu dört birbirinden değerli oyuncuyu sezon başına göre de değerlendirdik. görüldüğü üzere bunlar sezon başında da gayet yetersiz ve şaşkın oyunculardı. sanki her an "galatasaray'da nasıl oynuyorum ben ya, eve gideyim peynir yiyeyim" diyebilecekmiş gibi oynayan dört defansif orta saha ile başladı galatasaray sezona. tabii ki yönetim bu oyunculara benim baktığım kadar kötümser bakamazdı. bunun nedeni hem maddi sıkıntı, hem de elde olan türk oyuncuların vurdumduymazlığının sadece kendilerinden kaynaklı olmaması. yerlerine gelecek adamların da onlar gibi olmayacağını kimse garanti edemez. uzun uzun anlattığım gibi bu galatasaray'ın değil, türk futbolunun sorunu. tabii ki yönetim biraz olsun iyimser bir açıdan bakıp, kendisini zora sokmak istememiş olabilir. ancak olması gereken şey bu dört oyuncunun gitmesi, yerlerine dört yeni oyuncunun gelmesi değildi zaten. bu oyuncuları gereğinden fazla büyütmek, kadroya katılabilecek bir iki kaliteli oyuncunun da alınmasına engel oldu.
peki ne oldu, yönetim elindeki adamlara böyle ütopik bir şekilde bakınca, içinde patlayacak bombanın pimini kendisi çekti. galatasaray'ın forvetsiz kaldığında 4-6-0'a gerçek anlamda dönememesinin, frank rijkaard ve johan neeskens olmasa atletico'ya çok afedersiniz fena tokatlanacak olmasının sebebi de budur. bunun gibi tercihlerdir. takımınızın savunma yapmak ve oyunu kurmakla görevli bölümü gönülsüz fazla mesai yapıyor gibi oynarsa, kazanırsanız şanslı sayılırsınız. kaldı ki sezonun başından beri ölmek ile bayılmak arası bir futbol ortaya koyan hakan balta'nın pozisyonundaki alparslan'ın gönderilmesi, yerine hayatında kaç kere bek oynadığını bilemediğim, bek oynamak için gerekli özelliklere sahip olmayan, açık oynarken bile olmayan savunma yetenekleri savruk kalan caner'in buraya alternatif olarak düşünülmesi de yapılan hatalardan biriydi. bunu şimdi görmek mesele değil, ama caner'in bir bek oyuncusu olamayacağını görmek de çok zor değildi sezon başında. forvet bile oynamış, savunma eğitimi yerlerde sürünen bir oyuncunun bek pozisyonunda oynaması, savunmanın diğer oyuncularını ateşe atmaktır. tamam, hakan balta'nın oynaması kimse sesini çıkarmamasına rağmen çok daha büyük bir rezalete yol açıyor, milli bir oyuncunun sorumsuzlukta çıta yükseltip emekli memur performansı göstermesi trajik bir durum. ama bu adamın alternatifi olarak caner erkin transfer ediliyorsa bu transferleri yapan kişiler toplanıp bir konuşmalı, zira aralarında bir iletişim kopukluğu var belli ki.
sağ bek pozisyonunda geçen sene bir bozukluk vardı, ama bu yıl sabri toparlayınca uğur'un varlığı da düşünülüp transfer yapılmadı o bölgeye. doğru bir karardır. uğur'un bu kadar kayıp yaşamış olabileceğini düşünen yoktur sanırım sezon başında. burada yapılması mümkün olmayan bir hata yok. stoper bölgesinde ise kağıt üzerinde zenginlik vardı neredeyse, ama servet sakat, emre güngör sakat, yeni gelen gökhan zan doğuştan sakat derken stoper mevkisinde oyuncu kalmadı yeniden. bu tahmin edilebilirdi belki, gökhan zan'ı alıyorsan, yarım bir adam alıyorsun, bu sürpriz değil. sen gökhan'ın omzuna bonservis ödemezsen kasıtlı olarak çıkar yerinden, sonuçta o omuz artık ayrı bir organizma. şu anda takımda bulunan stoperlere bir bakalım;
emre güngör, geldiği sezon oldukça iyiydi. ama sonraki sezonlarda ortaya çıkan sakatlık problemi sezon başında biliniyordu. yani takımın ilk 11'ine düşünmeden koyabileceğiniz, sezonun başından sonuna istikrarlı oynayabilecek bir oyuncu ne yazık ki değil. yani henüz elde var sıfır stoper. servet çetin çok ciddi bir sakatlık geçirmediği sürece çıkıp oynayan, elinden gelenin de en iyisini yapan bir oyuncu. seversiniz, sevmezsiniz, yeteneklerini ve gelişimini takdir edersiniz, etmezsiniz, orası sizin bileceğiniz iş. ama servet çetin şu anda türkiye'nin en iyi savunma oyuncusu. şimdi elde var bir.
uğur uçar, stoperden sağ bek pozisyonuna geçmişti uzun bir süre önce. stoper pozisyonunda oynaması oldukça riskli olurdu. kağıt üzerinde stoper oynayabilecek oyunculardan biri. ancak oynatacak kişi büyük bir sorumluluğun altına girer. zaten stoper oynamak için kısa sayılabilecek bir oyuncu. geçirdiği sakatlıktan sonra toparlaması inanılmaz zordu. fazla uçmak olacak ama eskisi gibi olamayacağı belli olan bir oyuncunun bek oynarken hızını ve esnekliğini tekrar sergilemek için ümitsizce çırpınması yerine, oyun görüşünü ve tecrübesini arttırıp stoper gibi daha az hız gerektiren bir pozisyonu denemesi biraz daha mantıklı olabilirdi. ayrıca tekniği o bölge için gerekenin üzerinde sayılırdı. elde hala bir oyuncu var.
emre aşık konusunda fazla konuşmak istemiyorum, benim genelde çok beğendiğim bir oyuncu değil. herhangi bir dönem içerisinde oynatılabilecek olması, sık sakatlanmaması, mücadeleci olması artıları elbette. ancak ben kendisinin savunma anlayışında büyük sorunlar olduğunu düşünüyorum. zaten as oynayabilecek durumda da değil. elde hala bir oyuncu var.
hakan balta, bu sezon bek oynadığında bile sorumluluk almaktan kaçan, hantal, benim düşünceme göre bu takımda oynamayı dönem itibariyle hak etmeyen bir oyuncu. önümüzdeki yıl toparlayabilir, yetenekleri müsait, ancak zihinsel olarak oldukça büyük bir çöküşte. sene başında bunu görmek mümkün olmayabilirdi belki. ama kendisi zaten stoper mevkiinde uzun süre oynatılabilecek kalitede bir oyuncu değil. yetenekleri ve temel eğitimi izin vermiyor. elde bir oyuncu var, ve artmıyor.
gökhan zan, mantık sınırlarının dışına çıkacak kadar sık sakatlanıyor. omzunu ameliyat ile aldırsa, belki önemli bir savunma silahı olabilir, ancak bunu başarabildiği bir takım yok yıllardır. oynadığında öyle yansıtıldığı kadar sık hata yapmıyor, ama oynayamadığı için kendisi değerlendirilemez bir konumda. ayrıca takıma katılmasının tek nedeni aynı leo franco örneğinde olduğu gibi serbest olarak gelmesi. yoksa galatasaray gökhan zan gibi riskli bir futbolcuya bonservis ödemeyi kabul etmez.
yani lucas neill'ın gelişi öncesinde takımda sadece 1 (yazıyla bir) galatasaray kalitesinde ve galatasaray'ın istediği istikrarı sağlayabilecek oyuncu var. az önce söylediklerimin çoğu yine sezon başında görülen şeyler, şu anda ortaya çıkmış şeyler değil. burada bir hata var. ancak, lucas neill'ın gelişi cidden bir başarıdır. vizyon göstergesidir. aynı durumda başka bir kulüp olsa sezon başında yapılmış bir hatanın toparlanma zorluğunu görüp, yetersizlik sınırlarını zorlayan bir yabancı, veya ortalama bir yerli oyuncu getirip günü kurtarmaya çalışırdı büyük ihtimalle. şu anda lucas neill kadroya ismi ilk yazılan adam, yanında da servet ve emre rahatlıkla oynayabiliyor. geç yapılmış olsa da bu tadilat iyi geldi takıma. çok kötü sonuçlar getirebilecek bu görmezden gelme durumu çok geç olmadan çözüldü.
kaleci konusuna gelirsek, çok yazdım, leo franco galatasaray'ın sezon başında koyduğu hedeflere uygun bir kaleci değil. bedava bulduk, bonservisle böyle adam bulamayız mantığıyla getirildi. bu da transferdeki büyük yanlışlardan biridir. "galatasaray maç kazanmak için kalecisine ihtiyaç duyuyorsa zaten bitmiş" klişesi yaratıldı bunun üzerine. kalecisine ihtiyaç duymadan maç kazanabilen takım var mı dünyada bilemiyorum. varsa da çok merak ediyorum hangi takım olduğunu. demek ki zamanında galatasaray'ın şampiyonlar ligi'nde mondragon sayesinde topladığı puanlar aslında galatasaray'ın aldığı puanlar değilmiş. neyse konuyu çok dağıtmayalım, la liga'da o kadar maça çıkmış bir kalecinin bu kadar havagazı çıkacağını tahmin etmek de zordu. peki kimin için zordu, belki la liga'yı takip etmeyenler için zordu, kendi takımının dışında pek futbolu takip etmeyenler için zordu. hala kendisinin iyi kaleci olduğunu savunanlar olduğuna göre bu durum zannedildiğinden de zor. leo franco'nun sıradan, hatta neredeyse vasata yakın bir kaleci olduğunu en yüzeysel tabirle atletico taraftarlarından, veya la liga'yı takip eden insanlardan, gerçekçi bir hedef gösterirsek ogan tarhan'dan öğrenebilirlerdi. eleştirmek kolay, peki leo franco getirilmeseydi ne yapılacaktı onu söylemek lazım asıl. örneğin de sanctis gönderilmeyebilirdi. frank rijkaard'ın istediği kaleci belki leo franco'nun andırdığı kaleci tipinde biri. sisteme uygun, geriden oyun kurabilen. ancak hem leo franco böyle bir oyuncu değil, hem de bu ligde, galatasaray'ın bu savunma hattının arkasına ancak morgan de sanctis gibi imkansız topları çıkarmayı başarabilecek bir kaleci koyulabilir. başka tipte bir oyuncu geldiğinde durumun ne hale geldiğini görebiliyoruz hep birlikte. total futbola uygun kaleci ancak takım o sistemi uygulayabildiğinde işe yarar.
orta sahanın defansif bölümünü yazdım zaten. ofansif bölgede sadece yeni transferleri incelersek, sadece elano'nun takıma katılması bile galatasaray tarihinin en başarılı hamlelerinden biridir. kağıt üzerinde kendisi getirilmesi çok zor bir oyuncu değildi, zira zaten manchester city'den ayrılacağı kesinleşmişti. brezilya'dan bir takıma kiralanması bile mümkündü. takım bulması oldukça kolaydı yani. ancak onlarca takım kendisine teklif götürmeden, galatasaray'ın kendisine sözleşme imzalatabilmesi olağanüstü bir hamledir bana göre. ac milan'ın ve daha bir sürü takımın kendisinin peşinde olduğu açıkça yansıyordu ingiltere ve italya basınına. özetle şimdiki performansına da bakarsak başarılı bir tercih. giovani dos santos transferi ise benim gözümde galatasaray'ı oldukça farklı bir noktaya, beklemediğim bir noktaya çıkardı. çünkü böyle oyuncular türkiye'yi tercih etmiyor, etmeleri için de bir neden yok. siz 19-20 yaşında, dünyanın en büyük takımlarından birinin formasını giymiş, o yaşta bir sürü ödül kazanmış, ama dünya futbolunu yönlendirecek isimlerden biri olması beklenirken şanssız bir düşüş yaşamış bir oyuncu olsanız, tekrar yükselişe geçmek için türkiye ligi'ni mi seçersiniz? eğer düşüşünüzü hızlandırmak istiyorsanız evet. ama galatasaray bu kanıyı bu sezon hem jo, hem elano, hem giovani dos santos, hem de kader keita transferleriyle kırdı. artık gerçekten geleceği olan oyuncular da genç-orta yaşlarında türkiye'yi, hadi biraz gerçekçi olalım, galatasaray'ı seçiyor. ve galatasaray 2010-2011 sezonunda şampiyonlar ligi görebilirse bu durum aynen böyle devam edecek. gio transferini teknik açıdan değil de, böyle değerlendirmek daha anlamlı. çünkü geleli çok uzun süre olmadı ve önümüzdeki sezon kalıp kalmayacağı henüz belli değil. caner erkin'i de bu kategoriye alırsak, bu tercih sezon başında bakıldığında oldukça iyi bir tercihti. çünkü caner yetenekli bir oyuncuydu, satın alma opsiyonu galatasaray'da olacaktı, ve daha da önemlisi caner içinde bulunduğu seviyeyi bir kademe yükseltebilirse galatasaray'ın gelecekteki en önemli oyuncularından biri olacaktı. ama bu tercih caner'in karakteri yüzünden özellikle son 1-2 aydır geri tepmiş durumda. zira caner kendisini bir üst seviyeye çıkarmamak için elinden geleni yapıyor. savunmada yetersiz, hücumda ise çok fazla savruk. bu şartlarda da galatasaray'ın kendisinin bonservisini alması çok mantıklı bir tercih değil. zira türkiye içinden çok daha ucuza aynı dengesizliği gösterebilecek bir oyuncu bulunabilir. sezon sonu mustafa pektemek'in de takıma katılacağı düşünüldüğünde caner'in kalması için ciddi anlamda performansını ikiye katlaması gerekiyor. kader keita konusuna ise biraz daha nesnel yaklaşılmalı. keita, tıpkı elano ve giovani dos santos transferleri gibi türk futbolunun genel seviyesine göre muazzam bir tercih. ancak galatasaray'a gelmesine neden olan şey, baros'un durumundaki gibi lyon'da yaşadığı bir takım problemler aslında. olympique lyon keita için çok yüklü bir bonservis ödedi. yanlış hatırlamıyorsam bunun nedeni aynı sezon yine lille'den alınan mathieu bodmer'in eski takımına ödenmesi gereken bir paraydı. yani bodmer-keita bir paket olarak geldi lyon'a, kağıt üzerinde de iki oyuncunun toplam bonservisinin çok büyük bir kısmı keita'ya yönlendirildi. bu kısım biraz tartışmalı da olsa keita bu bonservis bedelinin altından kalkabilecek bir oyuncuydu. ama olmadı. lyon zannedilenden daha değişken bir kulüp, iyi oyuncularını iyi fiyatlara satmakta tereddüt etmeyen, aynı şekilde potansiyelini sergileyemeyen oyuncuları da en kısa sürede elinden çıkaran bir takım. bu yüzden kader keita gibi bir oyuncu orada kalıcı olamadı. galatasaray'ın şansı yine elano transferinde olduğu gibi erken hamle yapması ve kader keita'ya diğer avrupa kulüplerinin biraz şüpheyle yaklaşmasıydı.
takımdaki hali hazırda bulunan diğer ofansif orta saha oyuncularının sayısı o kadar fazla değil. arda ve harry kewell kalıyor geriye. arda'yı özellikle bu sene performansı ve bu sene ortaya koyduğu davranışlar üzerinden incelemek gerekiyor. ama bu neredeyse bu kadar uzun ayrı bir yazının konusu. kewell ise her sezon bir büyük sakatlık geçiriyor. bu biliniyordu, sakatlık gerçekleşmeden önce caner getirildi. beklenen olunca da giovani dos santos geldi, yönetimin bu konuda işini iyi yaptığı söylenebilir.
çok tartışılan hücum bölgesinde aslında zannedildiği kadar büyük bir problem yoktu. milan baros form tuttuğunda istikrarlı bir şekilde gol bulabilen bir oyuncu. yedeği de shabani nonda idi. bu iki oyuncunun galatasaray'ı ileride rahatlıkla taşıyabileceği düşünülüyordu doğal olarak. her ne kadar nonda'nın gönderilme ihtimali belirdiyse de sezon başındaki form durumu yönetimi durdurdu. işte bu yapılan büyük yanlışlardan biriydi. zira shabani nonda, frank rijkaard ve johan neeskens'in oturtmaya çalıştığı oyun anlayışına zıt bir oyuncu. "artık ondan geçmiş" gibi konuşmak istemiyorum, ama nonda ne pres yapabilecek, ne hızını kullanabilecek, ne de gerektiğinde oyun kurmayı başarabilecek bir durumdaydı son yıllarında. dolayısıyla gönderilmeli ve yerine mümkünse baros'un yedekliğini kendisine sorun etmeyecek bir yerli hücum oyuncusu getirilmeliydi. galatasaray aslında sercan yıldırım'ın peşinden uzun süre koştu. belki transfer gerçekleşseydi nonda yolcu edilecekti, olmadı. yine de serkan çalık'ın da artık fiilen olmadığı durumu göz önünde bulundurulup en azından yerli bir oyuncunun getirilmesi gerekiyordu. ara transfer dönemi başladığında benim düşüncem yine bu yöndeydi. baros'un sakatlığı uzundu, ama atletico madrid elenebilseydi bir sonraki tura yetişme ihtimali vardı. bu yüzden ya yerli bir oyuncu getirilecek, bir süre takımı taşıması beklenecekti, ya da yabancı bir forvet getirilecek, avrupa için baros'un gelişine bel bağlanmayacaktı. yönetim ikisini de seçmedi, avrupa'da oynayamayacak yabancı bir oyuncu getirdi. gelen oyuncunun jo gibi bir forvet olması olağanüstü bir hamleydi, inkar etmek mümkün değil. ancak galatasaray'ın ihtiyacı sadece ligi götürebilecek bir forvet miydi, ondan çok emin değilim. bunun dışında jo, hangi açıdan bakılırsa bakılsın iyi bir transfer. oyuncunun isteğine yönelik olarak medyanın ortaya attığı fiyatlardan çok daha aşağıda bir bonservis bedeline kendisi ile uzun süreli anlaşma sağlanabilir. kısa dönem için üst düzey, uzun dönem için mükemmel bir transfer tercihi.
galatasaray yönetiminin futbol takımı transferlerinde tercihleri böyle oldu. diğer şubeleri yakından takip edemediğim için o konudaki tutumlarını ve tercihlerini bilemiyorum, cemal nalga olayını da suni bir olay olduğunu düşündüğüm için önemsemiyorum. özetlemek gerekirse ciddi yanlışlar da var, mükemmel tercihler de. ciddi yanlışları tetikleyen şey maddi sıkıntı ve transfer döneminin getirdiği baskıydı doğal olarak. ama yapılan doğru tercihler baştan sona yönetim başarısıdır. herhangi bir önem arz etmiyor ama ben kendilerine teşekkür ediyorum böyle oyuncuları izlememizi sağladıkları için. teknik kadro eksiksiz ve hatasız oluşturuldu, frank rijkaard-johan neeskens ikilisi açık konuşmak gerekirse dünyada herhangi bir takımın sahip olmadığı ve getirmekte çok zorlanacağı iki isim. transferlerin hepsi hatalı olsa bile, bu kadronun emanet edildiği isimleri görünce insan yönetime güveniyor. zira bu tercihler ankaragücü'nün yaptığı gibi göz boyamak için değil, galatasaray'ın geleceğini kurtarmak için yapılan tercihler. yönetimin genel duruşu da oldukça güven veriyor insana, sadece tercihler değil. her sözleri çarpıtılsa da söylenenler, gösterilen hedefler, soğukkanlılık, galatasaray'ın önünü açan hamleler, yönetimden genç isimlerin sorumluluk alması, baskı altında kalınmaması, kimsenin sözüyle iş yapmamak, dağılan bulutlar... bunların tamamı türk futbolu için bir devrim, uefa kupası'nın bu ülkeye gelmesi kadar büyük bir devrim. üstelik geçici ve manipüle edilebilir değil, sürdürülebilir, ayakları yere basan bir devrim.
bu akımın, bu güzel esintinin önünü kesmek isteyenler elbette ki olacak. başta spor medyası ve fenerbahçe spor kulübü olmak üzere galatasaray'ın karşısında durmaya cesaret edebilen her kişi, kurum ve kuruluş bu ilerlemenin önünü kesmeyi deneyecektir. normaldir, denenmemesi ilginç olurdu. hatta ilginç değil komik olurdu. yazının başlarında anlattığım gibi yetişen insanların, böyle yetişen insanların oluşturduğu yayın organlarının, böyle yetişen insanların kontrolünde bulunan spor kulüplerinin kendilerinin önüne geçmeye çalışanlara çelme takmayı düşünmesi ve denemesi son derece olağandır. galatasaray'ın başında şu anda, özhan canaydın yönetimi gibi, adnan öztürk'ün oluşturmaya çalıştığı yönetim gibi, günlük başarıyı düşünen, kaos ortamı yaratmayı icraat yapmak zanneden, yarattığı rezaleti bırakıp kaçarken bu pisliği temizlemeye gelenleri de ilk günden eleştirmeye çalışan bir yönetim olsa. kulüp bu ilerlemesini bırakıp kendisine çelme takmaya çalışanlarla kavgaya tutuşurdu. onların bulunduğu yere tekrar inerdi. işte o yüzden şu anda tünelin ucunda hala bir ışık görünmüyor, ama bir esinti geliyor. ışığın geleceği yeri pislikleriyle tıkayanlar yüzünden o ışığı bir süre daha göremeyeceğiz. ancak şu anda galatasaray'ı yönetenler havalandırma delikleri açmayı başardı. bunca zorlukların arasında nefes de alınabiliyor artık. hatta ışığın kendisi olan rijkaard-neeskens gibi adamlar bu pisliğin içinde bir şeyler yeşertmeye çalışıyor. bu hoş olmayan görüntü düzelecek nasıl olsa, galatasaray dağ tepe tırmanmak yerine düzlüğe çıkacak. bu görülüyor. adnan öztürk ve onun arkasındaki tabiri caizse gerici kesim başarılı olamayacak, olması mümkün değil. o kadar yalan, o kadar yapmacık ki gösterdikleri tavırlar, adnan öztürk'ü destekleyenler bile onun listesindekilere oy vermeden önce ciddi bir şekilde düşünecek, belki vazgeçecek. sadece adnan öztürk yüzünden değil, onu destekleyenlerin daha önce neler yaptığı biliniyor, bu yüzden. seçimlerde bir sürpriz olma ihtimalinin çok düşük olduğu göz önüne alındığında, söyleyebiliriz ki adnan polat yönetiminin önünde bu yılı da sayarsak 3 yıl daha var ortadaki pisliği temizlemek için. daha da önemlisi adnan polat yönetiminin galatasaray'ı düzlüğe çıkarmak için ümidi var, isteği var. bu adamlar kendi çıkarları için orada değil, galatasaray'ın, galatasaray taraftarının kafasını kumdan çıkarmak için orada. galatasaray taraftarı tamamen bataklığın içinde, hatta boğulmuş durumda, ancak kulüp kendini kurtarırsa bir kısım insan da hareketlerine çeki düzen verir belki.
yine eğitim sistemi, yetişme şekli, insanların şekillendirilmiş zihinleri engel olarak duracak karşısında bu takımın, ama bu kulübün kendisinden başka kimseyi değiştirme gibi bir amacı yok. ilerleme döneminde önüne çıkanları değiştirmeye çalışarak değil, savurarak yolundan çekebilecek konuma gelecek iki yıl içinde. işte o zaman ışığı görebilir duruma gelebiliriz belki. üzerimize örülen duvarın güneşi engelleyen tuğlalarını sökmeye başlayacak bu takım. her sökülen tuğla feryat edecek "bu duvar bu ülkenin duvarı, bizi sökersen türkiye gerçekleri görür, yapma, bu insanlar böyle mutlu, birbirini yemekten, zihinlerini hiçbir şey için kullanmamaktan mutlu" diye. geleceği görme gibi bir yetim yok henüz, ama zannediyorum ki bu feryadı kaale almayacak bu kulüp. o tuğlaları bir bir parçalayacak. parçaladıkça önce bazılarının gözleri kamaşacak gelen ışıktan. hoşnutsuz olacaklar, istemeyecekler ışığı, karanlık köşelerine kaçacaklar. duvar yıkılmaya devam ettikçe onların izbe, örümcek ağlarıyla dolu inlerine de girecek ışık, kaçamayacaklar. siz de kaçamayacaksınız, bu yazıyı okurken kendi korkularının sıcaklığı içinde uyuyanlar da kaçamayacak.
yine de değişmeyenler olacak gerçi. güneş gözlüğünü takıp, bu duvarın yıkılmasında büyük pay sahibi olduğunu söyleyenler türeyecek. "ben"ciler asla kaybolmayacak. hiçbir toplumda da kaybolmamıştır şimdiye kadar. kendi çıkarı için her türlü pisliğe bulaşabilecek insanlar her türlü başarıda en öne atılacak, "benim" başarım diye. hikaye anlatmaktan bir süre vazgeçebilirsem şöyle söylemek gerek, bu duvarı belki adnan polat yönetimi yıkacak. ama onlardan sonra gelecek yönetim düzgün insanlardan oluşmaz ise bu başarıyı onlar sahiplenecek. bunu anlatmaya çalışıyorum. ışık her gözle görülebilen şeyi saracak belki, ama bazılarının içlerine ulaşamayacak. her insan kendi içindeki duvarı yıkamazsa, onlara yansıyacak ışık sadece gözlerini acıtacak. mesela arda turan şu anda gözüne gelen ışıktan rahatsız durumda, kendi karanlığına sarılıyor. kendi ışığı, yeteneği içindeki duvarın bir kısmını yıkmış durumda, ama arda kendi içindeki karanlığa gözlerini dikip baktığı sürece kendisi bir ışık kaynağı olamayacak. doğuştan gelen bir hediye olarak içinde o ışık var, farkında olmadan da çok parladı ilk yıllarında, ancak şu anda gözleri kamaştırması kendi elinde. zira son dönemde yaydığı ışığın üzerine siyah bir filtre geçirmiş durumda. tıpkı hakan balta gibi, tıpkı galatasaray'da oynama şansını sorumsuz davranma fırsatı olarak gören bütün oyuncular gibi. ama başka türlü olması da mümkün değil, bunu istemek bir ütopyayı istemek olur. iyi-kötü çatışması her an, her ülkede, her grupta, dünyanın her köşesinde yaşanıyor, bundan sonra da yaşanmaya devam edecek. alışılmadık bir şey değil. ancak bu ülkede iyi-kötü çarpışması eşit olarak değil, daha çok kötünün iyiyi sindirmesi, ezmesi, öldürmesi şeklinde yaşanıyor, bu yüzden biraz da bu yazı. ama iyi-kötü ayrımı iyi yapılmalı, burada adnan polat yönetimi, rijkaard, neeskens iyi, arda, ayhan, hakan, mehmet kötü demiyorum. frank rijkaard, johan neeskens gibileri, iyi niyetli, iyi şeyler yapmaya çalışan, iyi şeyler için yaşayan insanlar. arda turan, hakan balta, mehmet topal gibileri ise kötü demesek bile nahoş şeylerle yaşayan, bunların içine sürüklenen, hayatlarını yaptıkları işe hiç yansıtmamaları gerekmesine rağmen %100 yansıtan, kendilerini etkileyen en ufak olayda takımı da kötü etkileyen, gelişmek yerine kendi krallıklarında rahat rahat oturmayı tercih eden insanlar. bu yüzden bir çatışma yaşanıyor. çünkü iki grup da tek bir amaç için savaşıyor, ama aslında birbirleriyle savaşıyor.
bu yazıda devamlı yaptığım gibi yine başa dönüyoruz, çünkü bu ülkenin insanları bir kısır döngü içinde. arda, mehmet topal, hakan balta ve ayhan'ın; mehmet, serdar, samet ve ragıp'ın kendilerini geliştirmemesinin sebebi sadece onlar değil. ve bu iyi-kötü çatışması da çok normal. işte galatasaray yönetimi'nin yıkacağı duvarın bir tuğlası da bu olacak umarım. galatasaray'a transfer olan, veya altyapıdan a takıma çıkan oyuncuların ilk 11'de kalmasının, takımda kalmasının bu kadar kolay olmamasını sağlamaları lazım önce. gelen oyuncu kötü performans gösterirse hemen kovulmalı demiyorum burada, takıma geldiği günden çok daha kötü durumda olan, gerileyen oyuncuların bunu yaşamamaları için bir endişe duyması gerekiyor. herhangi bir takımda herhangi bir oyuncu sorumsuzluk yoluna girmeden önce düşünmüyor bu ülkede. niye düşünsün ki? neredeyse bir hak bu onlar için. çünkü herkes onları eleştiriyor, ama eleştirmesi gerekenler susuyor. herkes onları takımdan kesiyor kendi aklında, ama gerçekte kesmesi gerekenler kesmiyor. ancak bu takımda ayhan akman hala iki maç üst üste ilk 11 oynayabiliyorsa bu frank rijkaard'ın veya johan neeskens'in hatası değildir. önce teknik kadroyu rotasyon yapmak istediğinde ayhan'a mahkum eden yönetimin, sonra da kendisini geliştirmeyen, şu yaşına rağmen iki sezon önceki kadar bile aklı başında ve akıllı oynayamayan, yaşlandıkça geriye giden ayhan akman'ın hatasıdır. ne yazık ki bazı oyuncular için geçen yıllar sıfır rakamı ile aynı değeri ifade ediyor. tecrübe denen şey, aynı olayı bin kez yaşamak değildir, bir olayı ikinciye yaşadığında ilkinde yaptığın hataları yapmama olgunluğudur. türkiye'de ise tecrübeli oyuncu demek, 20 yaşından beri aynı şekinde oynamış, aynı hataları yapmış, aynı tercihleri yapmış, kendisini geliştirememiş oyuncu demektir genelde. ve hala değişmiyor bu oyuncular. jose mourinho, guus hiddink, arsene wenger, carlos queiroz, johan cruyff aynı anda türk futbolu'nun başına geçse, yine değişmeyecekler. çünkü bu adamları carlos queiroz yetiştirmiyor, gelişim süreçlerini sir alex ferguson gözlemlemiyor, hatalarını johan cruyff söylemiyor, nasıl gelişebileceklerini jose mourinho anlatmıyor. ama arjantin'de, ingiltere'de, fransa'da, almanya'da, ispanya'da yetişen oyuncuların tamamına da bu isimler bakmıyor. e peki nasıl oluyor da oluyor?
şöyle oluyor, futbolda ekol olmuş, "büyük" olmuş ülkeler oyuncuların iyi ve doğru yetiştirilmesine önem veriyor. dolayısıyla onları yetiştirenlere de önem veriyor. dolayısıyla futbolcu yetiştirecek olanları yetiştirenlere de önem veriyor. bu insanlara destek veriliyor, sürekli baskı altında kalmamaları sağlanıyor. ve en önemlisi, eğitimleri son derece profesyonel ve yararlı bir şekilde veriliyor, tıpkı türkiye'de yapılmadığı gibi. örnek veriyorum, bize göre sergio ramos sevilla altyapısından yetişiyor, real madrid çok beğeniyor alıyor, sonra ramos dünya yıldızı oluyor. fasulye çünkü bu adam, suyunu veriyorsun yıldız oluyor. olay öyle değil, sergio ramos'u sevilla altyapısında eğiten adama bir futbolcunun nasıl eğitileceği öğretiliyor. hangi özellikteki oyuncunun hangi pozisyonda en iyi performansı verebileceği öğretiliyor. bir futbolcunun öne çıkan yeteneklerinin nasıl geliştirilebileceği öğretiliyor. oyuncuyu çok yönlülüğe alıştırabilme öğretiliyor. futbolcu psikolojisi öğretiliyor. oyuncu karakterine göre eğitim tarzı farklılığı öğretiliyor. futbolcunun gelişirken yaşayacağı değişimlerin kontrol altında tutulma yöntemleri öğretiliyor. ve evet, bunlar cidden öğretiliyor. öğrenenler de "peki bu bilgi gerçek hayatta ne işimize yarayacak?" demiyor.
sonra iş sergio ramos'a kalıyor, jesus navas'a kalıyor, diego capel'e kalıyor. böyle bir desteği alan oyuncuların kafası da çalışıyorsa, ki eğitim şartları nedeniyle çoğunun kafası çalışıyor, var olan yeteneklerini geliştiriyorlar, ilerliyorlar. oyuncu gelişmemekte direnirse yapılacak bir şey yok. ama dediğim gibi gelişmemekte inat etmesi için ancak bizimki gibi eğitim sistemlerinde, bizimki gibi şartlarda büyümesi gerekiyor. gerçekten aklı olan oyuncular kişiliğini de geliştiriyor, çünkü bunu da öğreniyorlar. işte bu basit durum yüzünden, bu ülkelerde dünya çapında bir oyuncu olmak kolay. çok zor, ama kolay. burada ise ancak işlenmemiş elmaslar görebiliyoruz. nasıl olsa işlenemedikleri için eloğlu da almıyor bunları. nihat ve tugay hariç zaten avrupa'da gerçekten oynayan bir türk futbolcusu yoktu. tayfun sıradan bir oyuncuydu, necati gitti ve aynen şutlandı, arif neredeyse gidemeden döndü, hakan şükür avrupa'nın klasik gezgin forvetlerinden olarak takıldı bir süre, emre belözoğlu ve okan buruk inter'e giderek yeteneklerinin %90'ını çöpe attı. daha vardır da hatırlayamıyorum. peki muzzy izzet, yıldıray, hamit, halil, nuri... bunları ise biz yetiştirmedik. hani hamit on numara topçu ya, sadece bizim elimize düşmediği için on numara topçu. uzaklarda tugay kalabildi sadece, o da türk gibi davranmadığı için kalabildi. istese 45 yaşına kadar oynardı, o kadar seviliyordu. onlardan biri olabildiği zaman işlenmiş bir elmas oldu, saygı gördü. ama nihat bile son dönemlerinde küçük bir kayışı koparma durumu yaşadı, sonunda baktı olmayacak koşarak baba ocağına döndü. oluyor mu, görüyorsunuz işte olmuyor. burada meyve verme ihtimali olan ağaçlar önce zehirleniyor, sonra ağaçlar meyve vermek istemiyor, çürümeyi tercih ediyor. bir çınar olmak yerine kendi bahçelerindeki çürümüş tek ağaç olmayı tercih ediyorlar.
buradaki oyuncu profili böyle, buradaki insan profili de böyle. bu ülkenin en önemli illerinden birini yöneten bir adam, alt-üst geçit yapmayı hizmet zannediyor. halkını yerlerde süründürüyor, üzerlerinden kazanıyor, yolsuzluklarını artık saklamıyor bile. ve gülüyor, ve tekrar seçiliyor. kendi kendimize çalıp oynuyoruz aslında. işimize geliyor. rahatımız yerinde. mutluyuz. dışarıdaki bize karışmasın, biz iyiyiz böyle. düzeltilmeye ihtiyacımız yok, çünkü bir yanlışımız yok. mükemmeliz, eleştiriye açık değiliz, çünkü yine bir yanlışımız yok. biz biliyoruz, bizden başkası bilmiyor. biz akıllıyız, biz cin fikirliyiz. biz aslında istesek yaparız da, ne gerek var yani. zekiyiz ama çalışmıyoruz. ama gururluyuz, çünkü çalışmadan da yapabiliyoruz. bakın çalışmadığımız için ülkemiz hiçbir yere bağlı değil, dışarıdan kimse tarafından yönetilmiyor. çok üretiyoruz, kendimize yetiyoruz. dışarıya bile satıyoruz değil mi yani. edebiyat konusunda ilerideyiz, nobelimiz bile var. fizikte, kimyada dünyada başı çekiyoruz. diğer ülkeler ar-ge'ye devlet bütçelerinin %10'unu, %20'sini aktarırken, biz %0,76'lara çıkarmakla övünüyoruz. niye harcayacakmışız yahu o kadar parayı, dış borçları öderiz o parayla. hatta dış borçları bile ödemeye gerek yok, o para bazılarının cebine de girse olur. neden olmasın, karşı çıkan mı var ki?...