• 76
    sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş;
    bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
    gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
    bir sır ki bu,ölsen bile açamazsın...

    anlatması imkansız olan öyle bir an ki,
    hülyadaki ses varlığının gayesi sanki...
    bak emrediyor:daldığın alemden uyan ki,
    mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...

    kalbin benim olsun diyorum,çünkü mukadder...
    cismin sana yetmez mi? çabuk kalbini sök,ver!
    yoktur öte alemde de kurtulmaya bir yer!
    mutlak seveceksin beni,bundan kaçamazsın...

    ram ol bana,ruhun yeni bir aleme girsin...
    yazmış kaderin:aşkıma ömrünce esirsin!
    aklınla,şuurunla,hayalinle bilirsin.
    mutlak seveceksin beni,bundan kaçamazsın...

    hüseyin nihal atsız
  • 79
    kaldırımlar 1

    sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
    yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
    yolumun karanlığa saplanan noktasında,
    sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.

    kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
    evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
    in cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
    biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

    içimde damla damla bir korku birikiyor;
    sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
    üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
    gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

    kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
    kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
    kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
    kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

    bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
    ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
    aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
    bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

    ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
    iki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
    tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
    yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

    ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
    gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
    islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
    örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

    uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
    alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
    dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
    ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..

    necip fazıl kısakürek
  • 80
    "kibar hırsızın türküsü"

    "anamın ipiyle indim gökdelen
    damınızdan
    kelebek gibi girdim kelebek gibi camınızdan
    taksinize mülkünüze dairenize...
    heceleyerek üzerinde ayak ve el
    uçlarımın
    belledim seyyarenizi ve kelimelerinizi...
    gözlerinize baktım, mukaddes
    ciltlerinize, büfelerinize
    vesairenize...
    şiir fenerimle de baktım, son çığlık!
    aşk yokmuş sizde beş paralık!
    gidiyorum ben boşçakallar
    sıçmışım ortalık yerinize
    kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık."

    can yücel
  • 81
    çanakkale şehitlerine

    şu boğaz harbi nedir? var mı ki dünyâda eşi?
    en kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
    -tepeden yol bularak geçmek için marmara’ya-
    kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
    ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
    nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir avrupalı'
    dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
    varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
    eski dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
    kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
    yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
    ostralya'yla beraber bakıyorsun: kanada!
    çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
    sâde bir hâdise var ortada: vahşetler denk.
    kimi hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
    hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
    ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
    ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
    kustu mehmedciğin aylarca durup karşısına;
    döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
    maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
    medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
    sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
    öyle müdhiş ki: eder her biri bir mülkü harâb.

    öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
    beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
    bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
    sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
    yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
    atılan her lağamın yaktığı: yüzlerce adam.
    ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
    o ne müdhiş tipidir: savrulur enkaaz-ı beşer...
    kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
    boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
    saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
    yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
    veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
    sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
    top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
    kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
    ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
    alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
    hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
    çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkâm.

    sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
    beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
    bu göğüslerse hudâ'nın ebedi serhaddi;
    'o benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
    asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
    işte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
    şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
    o, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
    vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
    bir hilâl uğruna, yâ rab, ne güneşler batıyor!
    ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
    gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
    ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
    bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
    sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
    'gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
    herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
    seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
    'bu, taşındır' diyerek kâ'be'yi diksem başına;
    ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
    sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
    kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
    ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan,
    yedi kandilli süreyyâ'yı uzatsam oradan;
    sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
    uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
    türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
    gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
    tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
    yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
    sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
    şarkın en sevgili sultânı salâhaddin'i,
    kılıç arslan gibi iclâline ettin hayran...
    sen ki, islam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
    o demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
    sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
    sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...heyhât,
    sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
    ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
    sana âğûşunu açmış duruyor peygamber.

    mehmet akif ersoy

    not: günün anlam ve önemine binayen.
  • 82
    saçlar güneş sarısıydı,
    gözler yıldız parlağıydı,
    bakınca gözlerine,
    başım dönercesine,
    heyecan yapıyorum ölürcesine!

    (bkz: metroda makara)

    arkadaşlarım, abilerim, kardeşlerim yarın benim için büyük gün. yarın sevdiğim, hoşlandığım, aşık olduğum kıza açılacağım. ne olur benim için dualarınızı esirgemeyin.

    "bir dua, bir duadır."
  • 83
    kalecilerin gür sesidir o
    altı pasın hür sesidir o
    göründüğü gibi olan, gücünü makarnadan alan, robinson zapata,
    robinson zapata, efsane kaleci zapata,

    başganın adamı sarı kırmızı aşığı
    takımının umut ışığı
    forvetlerle sırdaş olan, defanslara yoldaş olan robinson zapata,
    robinson zapata, efsane kaleci zapata,

    oldu her zaman adamın dibi
    yediği her golde kaldırdı eli
    kararsızdır hava toplarında , yürekler hep ağızda robinson zapata,
    robinson zapata, efsane kaleci zapata,

    okumaya başlamadan önce fonda bu şarkıyı açın. http://gss.gs/nMg
  • 88
    en yakın yabancı sendin,
    daha sürülmemişken ışığın biberi
    yaramıza,
    yaslanırken boşlukta duran bir merdivene
    henüz.
    güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız,
    ilkyaz derken -kışı gözden kaçıran
    yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız
    en güçsüz kollarla-
    çözüldü aşkın zarif ilmeği
    bulandı aynalar duruluğu.
    çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
    bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık
    olduğunu…
    yabancıların en yakınıydın sen.

    (bkz: nilgün marmara)
  • 89
    ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
    şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
    bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
    durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
    şu aranıp duran korkak ellerimi tut
    bu evleri atla bu evleri de bunları da
    göğe bakalım

    falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
    inecek var deriz otobüs durur ineriz
    bu karanlık böyle iyi afferin tanrıya
    herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
    hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
    herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
    herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
    nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
    beni bırak göğe bakalım

    senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
    tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
    bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
    sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
    seni aldım bu sunturlu yere getirdim
    sayısız penceren vardı bir bir kapattım
    bana dönesin diye bir bir kapattım
    şimdi otobüs gelir biner gideriz
    dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
    bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
    seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
    durma kendini hatırlat
    durma göğe bakalım

    turgut uyar

    bu da yaviz hırsız'dan gelsin; http://www.youtube.com/watch?v=I4QRLzOZ2-E
  • 93
    ismet özel'e yine bir selam yollayalım.

    münacaat
    annem’in anısına

    bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
    ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylâk
    büklümlerinin içten ve dışardan
    sarmaladığı günlerde
    bir zamandı
    heves ettim gölgemi enginde yatan
    o berrak sayfada gezindirsem diye
    ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.

    vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
    genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
    halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
    demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
    vay ki gençtim
    ölümle paslanmış buldum sesimi.

    hata yapmak
    fırsatını adem’e veren sendin
    bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
    gençtim ben ve neden hata payı yok diyordum hayatımda
    gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi
    haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne
    bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak
    bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini
    tanıdım ademoğlu kimin nesiymiş
    ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi.

    çeşme var, kurnası murdar
    yazgım
    kendi avucumda seyretmek kırgın aksimi.

    gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim
    nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da
    gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem
    ne fark eder demişim
    bilmeden farkı istemişim.
    vay beni leylâk kokusundan çoban çevgenine
    arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık!
    yola madem
    çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım
    hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine
    yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar
    yola devam ederdim.

    gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim
    gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın
    onunla ben
    hep sevişecek gibi baktık birbirimize.
    bir kez öpüşebilseydik dünyayı solduracaktık.

    oysa bu sürgün yeri, bu pıtraklı diyar
    ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde
    hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık
    bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için
    kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık
    eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce
    alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık
    ah, bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı
    doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız
    ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık
    gönendi dünya bundan istifade
    dünya bayındırladı:
    bir yakış, bir yanış tasarımı beride
    öte yakada benî âdem
    her gün küsülü kaldık.

    bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan
    artık bu yaşa erdirdin beni, anladım
    gençken almadın canımı, bilmedim
    demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş
    çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer
    çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış
    insanın insana raptolduğu cevher.

    şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
    taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
    kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
    bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
    tütmesi gereken ocak nerde?
  • 96
    yıllar önce yazmıştım... öylesine.

    kervan

    anılar geçer gider gözlerimden
    sevdam tükenir artık kalbinde
    senin için titreyen bu gönül
    bir kenarda ölümü bekler sessizce

    ay ışığı ve deniz senin için vardı.
    yakamozlar senle anlamlı,
    karanfiller sana açar
    turnalar sevginle uçardı.

    artık geçen günler gelmez gayri
    içimdeki ateş sönmez gayri
    yolcusuyum bu meçhul kervanın
    ölümden öteye gidemem gayri

    -lafarasi-
  • 97
    yeryüzü aşkin yüzü oluncaya dek
    aşksız ve paramparçaydı yaşam
    bir inancın yüceliğinde buldum seni
    bir kavganın güzelliğinde sevdim.
    bitmedi daha sürüyor o kavga
    ve sürecek
    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
    aşk demişti yaşamın bütün ustaları
    aşk ile sevmek bir güzelliği
    ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
    işte yüzünde badem çiçekleri
    saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
    sen misin seni sevdiğim o kavga,
    sen o kavganın güzelliği misin yoksa...
    bir inancın yüceliğinde buldum seni
    bir kavganın güzelliğinde sevdim.
    bin kez budadılar körpe dallarımızı
    bin kez kırdılar.
    yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
    bin kez korkuya boğdular zamanı
    bin kez ölümlediler
    yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
    bitmedi daha sürüyor o kavga
    ve sürecek
    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
    geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri
    suyun ayakları olmuştur ayaklarımız
    ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.
    yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık
    törenlerle dikilirdik burçlarınıza.
    türküler söylerdik hep aynı telden
    aynı sesten, aynı yürekten
    dağlara biz verirdik morluğunu,
    henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...
    ne gün batışı ölümlerin üzüncüne
    ne tan atışı doğumların sevincine
    ey bir elinde mezarcılar yaratan,
    bir elinde ebeler koşturan doğa
    bu seslenişimiz yalnızca sana
    yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini
    bitmedi daha sürüyor o kavga
    ve sürecek
    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
    saraylar saltanatlar çöker
    kan susar birgün
    zulüm biter.
    menekşelerde açılır üstümüzde
    leylaklarda güler.
    bugünlerden geriye,
    bir yarına gidenler kalır
    bir de yarınlar için direnenler...
    şiirler doğacak kıvamda yine
    duygular yeniden yağacak kıvamda.
    ve yürek,
    imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
    ey herşey bitti diyenler
    korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
    ne kırlarda direnen çiçekler
    ne kentlerde devleşen öfkeler
    henüz elveda demediler.
    bitmedi daha sürüyor o kavga
    ve sürecek
    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

    adnan yücel
  • 99
    cami avlusudur dünya, tanrı'nın çocuklarını bıraktığı
    yetimlerin ve öksüzlerin, ona öfkesiz dönmekle sınandığı

    bir kasaba kerhanesidir dünya, anca soysuzun kâm aldığı
    en ulu çınarların kraldan olma sübyana domaldığı

    bir dergahtır dünya, alimlerin horlanıp kovulduğu
    menfaat yolunda cevabın cahillerden sorulduğu

    bir tehdittir dünya, korunaklı olanın korunduğu
    masumların iskemle üstü tumturaklı küfürlere boğduğu
    ve nihayet boğulduğu...

    sürgit böyle, yok son bulduğu
    kurtuluşun kıyametten umulduğu
    bir girdap dünya, herkesin nefretle savrulduğu
    ölülerimizi gömdüğümüz lağım çukuru,

    dünya.
  • 100
    sayın tanrım;
    biz burada bir takım insanlarız
    bizler; yani bahtına gücenmiş kullarınız;
    bir takım telaşların tam ortasındayız
    sanırım siz de farkındasınız.

    bilmem hoşunuza mı gidiyor
    tüm o sarhoşluklarımız,
    soğuk gecelerde ıssız bulvarlar boyunca ağlayışlarımız,
    bir umutla kazı-kazan kuponlarını kazıyışlarımız,
    delik deşik uykularımız,
    anlaşılmamışlıklarımız,
    tabanı daima yırtık olan ayakkabılarımız,
    bunun yanı sıra en olmadık zamanda yağan yağmurlarınız,
    bitmedi!
    dahası var.
    sizin de söylediğiniz gibi,
    bütün ağaçlar kalem olsa, bütün denizler de mürekkep; lokmân yirmiyedi
    hayır, ben okumadım.
    kendi yarım, dini bütün bir arkadaşım söyledi.

    demek istediğim;
    genel hatlarıyla bütün bu boktan memnun olmadığımız.

    çünkü; yavru kedi ölüleriyle
    ve cam şişe kırıklarıyla başlar
    bir çöpçünün mesaisi.
    cam şişe kırıkları, koyu renkli
    sürekli...
    biz şimdi on dört katlı bir apartmanın terasındayız.
    biz; üç iyi niyetli adamız,
    babil kulesi'ni inşa eder gibi sevdik, ondan buradayız.
    cam şişe kırıkları, koyu renkli
    sürekli...

    çünkü; patlıyorsa havai fişekler
    ve yoksa kutlamaya değecek bir şeyler,
    -ki; hiç yoktur aslında-
    bir hikaye yatar altında:
    gençti, hülyalıydı, uzanırken çiçekler arasında
    bir papatya sapını sigara yapmış ağzında
    gökyüzünü seyrediyordu.
    gençti, hülyalıydı, sadece kuşları görüyor,
    imreniyordu.
    çalıştı, çok çalıştı.
    hiç öğrenemedi, hep bir bilene danıştı,
    başarmıştı.
    oradaydı, on dört katlı bir apartmanın terasında
    -babil kulesi'nin tepesi gibiydi aslında-
    pahalı bir puro kendini papatya yapmış ağzında
    gökyüzünü seyrediyordu.
    yaşlıydı, dalgındı, sadece kuşları görüyor,
    iğreniyordu.
    martı çığlıkları, havai fişekler, renkli
    sürekli...

    çünkü; böylesi ısrarlı tesadüfler
    eseflere mahal veriyor.
    çirkeflerde yıkanmadan iyi olunmuyor,
    biliyorum.
    üstelik bu beni memnunsuz ve kötü kılıyor,
    ben de öyle diliyorum.
    ben, ben kötü kalmak istiyorum!
    dilim döner, uzun uzadıya,
    sabırla, yılgınlığa kapılmadan
    ve umursamadan dinleyip dinlenmediğini,
    açıklayabilirim sebeplerini.
    ama istemiyorum...
    hem sonra, lokmân yirmiyedi
    bana da kim bilir kim söyledi.

    demek istediğim;
    genel hatlarıyla bütün bu boktan memnun kalamazsınız.

    fakat;

    üç yaşında bir torunun çekiştirerek annesinin elini
    kahkahalarla karşılmasını dedesini,
    endamlı bir hanımın kedileri sevmesini,
    kaktüs çiçeklerini,
    muntazar el zeyd'i
    -ki; o ayakkabı sadece duvara değdi-
    aynı meyhaneye gidişlerimizi, her haftasonu
    beyfendilerden uzak o meyhanede çalışan konuşkan garsonu,
    ve ikram kahvelerini gördüğümde gülümsüyorum.

    iyi bir hikayeyi,
    samimiyetini kaybetmeyecek kadar kısa bir sohbeti,
    iyi bir şarkıyı,
    üstü kabuk bağlamış bir duayı,
    "yıldım su borusu gibi dayanıklı olmaktan" diyen subayı
    -ki; kendisi aynı zamanda bir şairdir-
    eski sevgiliyi,
    -ki; kendisi ne söylese, ne yapsa şiire dairdir-
    duyduğumda gülümsüyorum.

    saatler sonra yakılmış sigarayı,
    iş çıkışı tek buzlu rakıyı,
    uzun yollara yaren olmaya hazırlanan kitabı,
    kapanmaya yakın, yaranın içinde kalan iltihabı,
    közlenmiş patlıcanı ve yârin saçlarını,
    henüz kesilmiş kavunu,
    yârin boynunu,
    kokladığımda gülümsüyorum.

    yara gibi...

    not: sözük ağlama duvarı mahiyetinde kullandım burayı bir yönü ile ama, şiir kulübüne hep başkalarının şiirlerini getirecek değiliz ya. kendi şiirimle geldim.*
App Store'dan indirin Google Play'den alın