• 52
    karanlık bir gece daha penceremde…
    yalnızlık öyle hissettiriyor,
    ki yine kendini.
    dalgaların sahile vurması gibi.
    sarsıyor ruhumu derinden.
    aşındırıyor yüreğimi,
    kanayan yüreğimi.
    susuyorum sadece sensizliğine.
    ha bir de gözyaşlarım,
    masum gözyaşlarım var ki,
    bazen bir, bazen iki damla…
    bazense hiç.
    hiç olup damlıyor gözlerimden yalnızlığın.
    gecenin sessizliği de neymiş,
    gönlümün sensizliği ürkütüyor beni.
    seni bulamıyorum ki bende,
    ben asıl beni bulamıyorum sensizlikte…
    yokluğuna türkülenir yine,
    ah bu gecem de böyle…

    lafarasi
  • 53
    ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
    ona sorarsanız : “lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.”
    bana sorarsanız : “on senesi ömrümün.”
    bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştügüm sene.
    bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
    ona sorarsanız: “bütün bir hayat.”
    bana sorarsanız : “adam sen de, bir iki hafta.”

    katillikten yatan osman,
    ben içeri düştüğümden beri,
    yedi buçuğu doldurup çıktı,
    dolaştı dışarlarda bir vakit,
    sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri,
    altı ayı doldurup çıktı tekrar,
    dün mektup geldi, evlenmiş,
    bir çocuğu doğacakmış baharda.

    şimdi on yaşına bastı,
    ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.
    ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,
    rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.

    fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.

    yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde ben içeri düştüğümden beri.
    ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta görmediğim bir evde oturuyor.

    pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek
    ben içeri düştüğüm sene.
    sonra vesikaya bindi,
    bizim burda,içerde, birbirini vurdu millet
    yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.
    şimdi serbestledi yine,
    fakat esmer ve tatsız.

    ben içeri düştüğüm sene ikincisi başlamamıştı henüz.
    daşav kampında fırınlar yakılmamış,
    atom bombası atılmamıştı hiroşima’ya.
    boğazlanan bir cocugun kanı gibi aktı zaman.
    sonra kapandı resmen o fasıl,
    şimdi üçüncüden bahsediyor amerikan doları.

    fakat gün ışıdı her şeye rağmen ben içeri düştüğümden beri.
    ve “karanlığın kenarından onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular” yarı yarıya…

    ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
    ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine,
    ben içeri düştügüm sene onlar için yazdığımı:
    “onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar,
    korkak, cesur, cahil, hâkim ve çocukturlar,

    ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların maceraları vardır.”

    ve gayrısı, mesela benim on sene yatmam, lâfü güzaf.
    nazım hikmet ran
  • 54
    ben senin krallığın ülkene yetiştim
    kaldım gölge tanımayan güzelliğinle.
    her sabah büyüten denizimizi böyle
    gülüşlerindi o ülkede bilmez miyim.
    sen o çıktığım sularsın, zencim benim
    denize bakan evler gibiydim seninle.
    dur, geliyorum ellerin ne güzel öyle
    beni şey et gülüşlerini bekleyeyim.
    sen gittiğim o ülkesin varılmıyorsun
    vurmuş sonrasız nasıl en güzel sulara
    güzelliğin balıkları gibi istanbul'un.
    şimdi her yerde ne güzeldiniz o kalmış
    yankımış denizlere öbür kadınlara
    dünyada sizinle istanbul olmak varmış.

    (bkz: ilhan berk)

    özellikle son cümlesine hayranımdır.
  • 55
    sıla, ilhan berk'ten girmiş, ilhan berk ile devam edeyim...

    üç kez seni seviyorum diye uyandım
    tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim
    bir bulut başını almış gidiyordu görüyordum.

    sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün.

    sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim
    sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum
    -taflanım! diyordu bir ses duyuyordum.

    cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün.

    kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım
    şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim
    karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum.

    eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun.

    ilhan berk'in en sevdiğim şiiridir.
    cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün cümlesinin güzelliğini anlatmaya cemal süreya'nın dizeleri dahi yetmeyebilir.
  • 56
    bugün yine aklıma dostlarla geçen
    anlar düştü
    oturup konuştuğumuz o güzel
    zamanlar düştü
    ayrılık yok mu diye merak ettiğim
    mekânlar düştü
    hicran ile ağlaşan âşıklar, civanlar
    cananlar düştü
    uğrun bakışlar, al yanaklar, sevip de
    kavuşamayanlar düştü
    bir sigara yakıp gözleri çoook uzaklara
    dalanlar düştü
    gönlünü çaresiz, kaleme kâğıda
    açanlar düştü
    babası zenginler, kimsesiz yetimler
    çobanlar düştü
    mazlumlar…
    ne zaman konuşmuş ki zaten
    aklıma onlardan kalan
    sessiz çığlıklar, sedasız
    figanlar düştü
    gitmek en az sevmek kadar zor diye
    boranlar düştü
    yani diyorum ki gözüm:
    özlediğim adamlar, eski
    zamanlar düştü

    finito giocare
  • 58
    istiklal marşı

    korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
    sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
    o benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
    o benimdir, o benim milletimindir ancak!

    çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
    kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?
    sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
    hakkıdır, hakk'a tapan milletimin istiklal.

    ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
    hangi çılgın bana zincir vuracakmış? şaşarım!
    kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
    yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

    garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
    benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
    ulusun, korkma! nasıl böyle bir imânı boğar,
    'medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

    arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
    siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
    doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın,
    kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

    bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
    düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
    sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
    verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

    kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
    şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
    cânı, cânânı, bütün varımı alsın da hudâ,
    etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

    rûhumun senden ilahî, şudur ancak emeli:
    değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
    bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
    ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

    o zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
    her cerîhamdan, ilâhî, boşanıp kanlı yaşım;
    fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
    o zaman yükselerek arşa değer belki başım!

    dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
    olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
    ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
    hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
    hakkıdır, hakk'a tapan milletimin istiklâl!

    mehmet akif ersoy

    12 mart 1921'de tbmm'de kabul edilen ve tüm zamanların yazılmış en güzel şiiridir.
  • 59
    yine de kötü bir kış geçirmedik sanıyorum
    altın düştü örneğin
    karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
    geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı
    sevgilim senin ellerin bir keçi sever kadar taze
    sevgilim kolera yavaşladı
    üstelik birkaç kez de aya gidildi
    gelindi bile

    şimdi ey benim badem gözlüm
    su çiçeği, kızamık boğmaca geçirmişim
    ancak ölünce hatırlanan sarışınım
    altın sarısının beyaza dönüştüğü şu günlerde
    sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
    kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
    silah kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
    -sana onu da öğretirim-
    yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken
    saçını taramamaktan aktardığın sıkıntı
    sarı bir boya halinde parmaklarına yayılırken
    öyle bir sarı boya ki kanlardan damıtılmış
    ve kanların bağışlanmaz dirimini taşıyan
    sana bir türkü söyleyeyim
    güzel olmasın gerçek olsun
    beklet kendini hazır dur
    adı belirsiz bademlerle birlik dur
    kağnı güdenlerle birlik dur
    şehir kuşatanlarla birlik dur
    ölen ve yara alanlarla birlik dur

    bir tarihte bir dağ yamacında
    onikibinsekizyüzelliüç kişi öldü
    yamaç yeşildi çünkü bir bahara başlıyordu
    ölenlerin bir kısmı, küfeksiz, onların bir kısmı
    tüfek müfek bir yana donsuz gömleksizdi
    sayı bilmezlerdi toptandılar
    böylece bir yerlerde toplandılar
    yürekleri uzun bi süre atmadı
    aslında
    çoğu da insan olduğundan yüreksizdi

    bir sürü alan ve ova bir sürü ağaçaltı ve orman
    ölmemeye bir sürü bahane
    örneğin suyu görünce hemen ayaklarını soktular
    çünkü gölgeli bir su her zaman
    bitmemiş bir yapıda her zaman
    çünkü sonu buysa
    ölmek elbette gereksizdi

    bilirim hoşuna gitmiştir bu ilkel türkü
    ilkelliği bütün bir yaz ve kış yaşanan
    çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
    her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
    bir karanfil olarak süner gider belleğinde
    atı ve insanı doyuran çavdar
    sevgilim hazırlığın tamdır
    ve şiire artık saygın yok
    üstelik ben de seninleyim bu konuda
    pazardan karsız dönen köylüler gibi

    kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
    böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
    herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye

    yukarda dediğime bakma aslında
    başarısız boktan bir kış geçirdik
    kanımız bile doğru dürüst akmadı
    bir sürü çocuğu öldürdüler

    turgut uyar
  • 60
    kız çocuğu - nazım hikmet ran

    kapıları çalan benim
    kapıları birer birer.
    gözünüze görünemem
    göze görünmez ölüler.

    hiroşima'da öleli
    oluyor bir on yıl kadar.
    yedi yaşında bir kızım,
    büyümez ölü çocuklar.

    saçlarım tutuştu önce,
    gözlerim yandı kavruldu.
    bir avuç kül oluverdim,
    külüm havaya savruldu.

    benim sizden kendim için
    hiçbir şey istediğim yok.
    şeker bile yiyemez ki
    kağıt gibi yanan çocuk.

    çalıyorum kapınızı,
    teyze, amca, bir imza ver.
    çocuklar öldürülmesin
    şeker de yiyebilsinler...

    http://www.youtube.com/watch?v=q4Ijwpyus48
  • 61
    "
    i

    kapının ötesinde bir kadın gülüyor
    sağ elimde kederli bir gül açıldı ağır ağır
    kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
    taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
    şair nikolas gilyen havana'ya döndü çoktan
    yıllarca avrupa ve asya otellerinin hollerinde karşılıklı oturup
    içtikti yudum yudum şehirlerimizin hasretini
    iki şey var ancak ölümle unutulur
    anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
    ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
    kışın sabaha karşı rüzgarda tahta cumbalar
    ve bir sac mangalın küllerinde uyanır uykudan büyük istanbul'um
    iki şey var ancak ölümle unutulur

    kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
    yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
    vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
    çıktılar önüme ansızın
    oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
    bir mangaydılar
    postalları pantolonları ceketleri
    kolları kollarında gamalı haç işaretleri
    elleri ellerinde otomatikleri vardı
    omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
    omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
    hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
    ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
    yürüdük
    korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    gözlerinden belli diyemem
    başları yok ki gözleri olsun
    korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    belli postallarından
    korku postaldan belli olur mu
    oluyordu onlarınki
    korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
    bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
    her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
    hattâ şopen sokağı'nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
    ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
    ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
    ölüler bir ss mangası da olsalar ölüler öldüremez
    kurşunla da bıçakla da *ağulla? da
    ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
    ölüler bir ss mangası da olsalar ölüler öldüremez
    ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
    bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
    derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim
    ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde
    sıcacık bir fırancala gibi

    vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
    belveder yolunda düşündüm lehlileri
    kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
    belveder yolunda düşündüm lehlileri
    bana ilk belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
    tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
    girdim büyük salona genç bir kadınla
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
    bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi
    ve sen belki bundan dolayı
    bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki bir taş bebektin
    belki bir parıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
    uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
    ak boynun uzundu yuvarlaktı
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu

    ve işte kırakof şehrinde kapris barı
    vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
    ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
    onu oraya sen koydun
    bir taş kuyunun dibindeki suydu
    bakıyorum eğilip
    bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
    sesleniyorum
    sesini yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
    ayrılık masanın üstündeydi cigara paketinde
    gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
    kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
    cigaranın ucunda senin
    ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
    ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
    aklından geçenlerdeydi ayrılık
    benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
    ayrılık rahatlığındaydı senin
    senin güvenindeydi bana
    büyük korkundaydı ayrılık
    birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
    oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
    ayrılık bunu fark etmeyişindeydi senin
    ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu
    tüy gibiydi diyemem tüyün de ağırlığı var
    ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı

    vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
    yürüdük yıldızlara değen ortaçağ duvarlarının karanlığında
    vakıt hızla akıyordu geriye doğru
    ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
    ardımızdan koşuyordu önümüzde
    yegelon üniversitesi'nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor
    bozmağa çalışıyor kopernik'in araplardan kalma usturlabını
    ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında
    rok en rol oynuyor katolik üniversitelilerle
    vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
    vuruyor bulutlara kızıltısı nova huta'nın
    orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
    ruhlarını da alev alev döküyor kalıplara
    ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
    meryem ana kilisesinin çan kulesinde saat başlarını çalan borozan
    gece yarısını çaldı
    ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
    şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
    ve sustu ansızın gırtlağına saplanan okla
    borazan iç rahatlığıyla öldü
    ve ben yaklaşan düşmanı görüp de
    haber veremeden öldürülmenin acısını düşündüm

    vakıt hızla ilerliyor
    gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur iskelesi gibi arkada kaldı
    seher vakti habersizce girdi gara ekspres
    yağmurlar içindeydi pırağ
    bir gölün dibinde gümüş kakmalı bir sandıktı
    kapağını açtım
    içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
    kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
    habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
    baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
    yağmurlar içindeydi pırağ
    vakıtları yakalamak istiyorum
    parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
    yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
    üst ranzada uyuyanı göremedim
    ben değildim bir uyuyan varsa orda
    belki de üst ranza boş
    moskova'ydı üst ranzadaki belki
    vakıtları yakalamak istiyorum
    parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının

    duman basmış leh toprağını
    birest'i de basmış
    iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
    ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar
    yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
    garson kız tanıdı beni
    iki piyesimi seyretmiş moskova'da
    ağlamak geldi içimden minnetle ağlamak
    garda genç bir kadın beni karşıladı
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    ak boynu uzundu yuvarlaktı
    beli karınca belinden ince
    tuttum elinden yürüdük
    yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
    o yıl erken gelmişti bahar
    o günler çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
    moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
    yitirdim seni ansızın mayakovski alanı'nda yitirdim ansızın seni
    oysa ansızın değil çünkü ilk önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
    sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
    ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
    ama yine de ansızın yitirdim seni
    asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
    bulvarlar karlı
    seninkiler yok ayak izleri arasında
    botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
    milisyonerlere sordum
    görmediniz mi
    eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
    elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
    milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
    görmedik

    istanbul'da sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör
    ardında üç mavna
    gak gak ediyor ve vak vak ediyor da martı kuşları
    seslendim mavnalara kızıl meydan'dan
    romorkörün kaptanına seslenmedim çünki makinası öyle gümbürdüyordu ki
    sesimi duyamazdı yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
    seslendim mavnalara kızıl meydan'dan
    görmedik
    girdim giriyorum moskova'nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
    ve yalnız kadınlara soruyorum
    yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
    ak yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
    ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
    belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var
    ama onlardan bana ne
    güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
    görmediniz mi
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
    pırağ'da aldı
    görmedik

    vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
    onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm kopuyor
    ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor önümde
    gölgemi gözden yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
    tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
    bolşoy'a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
    kalamış'ta balıkçının meyhanesine girdim ve sait faik'le tatlı tatlı konuşurduk
    ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
    lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerine
    sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
    gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
    görmedik

    çaldı geceyarısını stırasnoy manastırı'nın saat kulesi
    oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
    yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
    oralarda on dokuz yaşıma rastladım
    birbirimizi birde tanıdık
    oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile
    ama gene de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
    ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
    uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
    ve stırasnoy alanı'nda şimdi puşkin alanı kar yağmaya başladı
    üşüyorum hele ellerim ayaklarım
    oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
    çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak
    ağzında ham bir elmanın tadı dünya
    on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
    gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış
    ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
    onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
    çünkü inandım onun bütün inandıklarına
    sevdim seveceği bütün kadınları
    yazdım yazacağı bütün şiirleri
    yattım yatacağı bütün hapislerde
    geçtim geçeceği bütün şehirlerden
    hastalandım bütün hastalıklarıyla
    bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
    bütün yitireceklerini yitirdim
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
    görmedim

    ii

    on dokuz yaşım beyazıt meydanı'ndan geçiyor çıkıyor kızıl meydan'a
    konkord'a iniyor abidin'e rastlıyorum da meydanlardan konuşuyoruz
    evveli gün gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü
    meydanlarla yapılardan konuşuyoruz abidin'le
    tavan arasındaki otel odamda
    sen ırmağı da akıyor notr dam'ın iki yanından
    ben geceleyin penceremden bir ay dilimi gibi görüyorum sen ırmağını
    rıhtımında yıldızların
    bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda
    paris damlarının bacalarına karışmış
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
    saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde peçeydi
    çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz abidin'le
    meydanda firfır dönen celâleddin'den konuşuyoruz
    abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
    ben renkleri yemiş gibi yerim
    ve matis bir manavdır kozmos yemişleri satar
    bizim abidin de öyle avni de levni de
    mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar renkler
    ve mikroskobun ve füze lumbazlarının şairleri ressamları
    turuncular turuncu mu turuncudur
    maviler ipektir karalar kara mı kara
    ama hepsi de en uzak da olsa sınırları içinde yeryüzünün
    yeryüzünün boyaları onlar
    ve yeryüzüne inerken türkü söyleyen gagarin yoldaş
    salt karayı geçerek merih'e de gitsek
    yeryüzünün boyalarını bulacağız orda
    belki biraz daha açık biraz daha koyu
    biraz daha parlak biraz daha sönük
    ama yeryüzünün boyaları

    hamlenin resmini yapıyor abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
    suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem
    öyle görüp öyle avlayabiliyorum kıvıl kıvıl akan vakıtları
    tuvalinde abidin'in
    armut kozmos ve insan yüzü benim dışımda
    ben armudun kozmosun ve insan yüzünün içindeyim
    ve benden önce de vardı armutla kozmos ve insan yüzü
    ve benden sonra da var
    ve sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
    genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    ve ak boynu yuvarlak uzun
    onu kaç kere yitirip kaç kere buldum
    daha kaç kere de yitirip bulacağım kaç kere
    işte böyle işte böyle gülüm
    düşürdüm ömrümün bir parçasını
    sen ırmağına
    sen mişel köprüsü'nden
    mösyö düpyon'un oltasına takılacak bir sabah ömrümün bir parçası çiselerken aydınlık
    mösyö düpon çekecek çıkaracak onu sudan paris'in mavi suretiyle birlikte
    ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir parçasını
    ne balığa ne pabuç eskisine
    ve atacak onu mösyö düpon gerisin geriye paris'in suretiyle birlikte suya
    suret kalacak eski yerinde
    sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası ırmakların mezarlığı büyük denize kadar

    damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
    kanım akıntı burnu sularından daha çağıltılı akıyor
    parmaklarımın ağırlığı yok
    parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar
    salına salına da dönecekler başımın üstünde
    başımın da ağırlığı yok
    o da bir balon gibi havalanabilir
    sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
    abidin'e söylemeli de resmini yapsın ağırsızlığın
    sağsızlığın solsuzluğun
    yukarısızlığın aşağısızlığın
    abidin'e söylemeli de resmini yapsın beyazıt meydanı'nda şehit düşenin
    ve gagarin yoldaşın
    ve tavan arasında yatan genç kadının
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    ak boynu uzundur yuvarlaktır
    abidin'e söylemeli de resmini yapsın küba'nın
    ama dağlarını taşlarını yemişlerini değil
    insanlarını
    ama insanlarının gözlerini kaşlarını ellerini değil
    gözlerinin kaşlarının ellerinin içindekini

    notr dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
    ve paris'in bütün eski yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
    bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiği günden beri
    sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor onun içine
    ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur

    paris'te bir kestane ağacı olacak
    paris'in ilk kestanesi paris kestanelerinin atası
    istanbul'dan gelip yerleşmiş paris'e boğaz sırtlarından
    hâlâ sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filân olmalı
    gidip elini öpmek isterdim
    varıp gölgesinde yatsak isterdim
    bu kitabın kâadını yapanlar yazısını dizenler resimlerini basanlar
    bu kitabı dükkânında satanlar
    bu kitabı para verip alanlar okuyanlar seyredenler
    bir de *kremyiler? karı koca bir de abidin bir de ben
    bir de bir saman sarısı yani belâsı başımın
    "

    nazım hikmet
  • 65
    deplasman
    dedimki arkadaşa bu hafta kesin
    evimizde şen şakrak orada neylesin
    plase pis purun vurun ne olur yesin
    lan artık bitsin şu korku bitsin saçmalık..
    allahım yetsin bu korku bitsin bu gaflet
    sahamızda aslan olduk oralarda hasret
    maç dediğin nedir sen aslansın farket
    artık gidiyor şampiyonluk ne olur farket
    ne desem boş içim yanıyor sözlük...

    (bkz: akrostiş)
    (bkz: deplasman)
  • 66
    hüznün kuşları

    ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
    canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
    bir bir denemişim bütün kelimeleri
    yeni sözler buldum seni görmeyeli
    kuliste yarasını saran soytarı gibi
    seni görmeyeli

    kasketimi eğip üstüne acılarımın
    sen yüzüne sürgün olduğum kadın
    kardeşim olan gözlerini unutmadım
    çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat

    sen tutar kendini incecik sevdirirdin
    bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa
    şanssızım diyemem kendi payıma
    hain bir aşk bu kökü dışarda
    olur böyle şeyler ara sıra
    olur ara sıra

    cemal süreya

    mfö yorumuyla; https://www.youtube.com/watch?v=r2swAIOS1Bc

    edit: aslında böyle bir şiir yok, cemal süreya'nın birden fazla şiirinden dizelerle oluşturulmuş bir yapıt diyelim.
  • 71
    üstadı unutmamak lazım, saygıyla.

    bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir
    kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa
    yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa
    o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir

    duygular paketlenmiş, tecime elverişli
    gövdede gökyüzünü kışkırtan şiir sahtedir
    gazeteler tutuklamış dünya kelimesini
    o dünyadan, o şiirden öcalmalı demektir

    ölüm gelir, ölüm duygusuna karşı saygısız
    ve zekâ babacan tavrıyla tiksinti verir
    söz yavan, kardeşlik şarkıları gayetle tıkız
    öcalınmazsa çocuklar bile birden büyüyebilir

    yargı kesin: acı duymak ruhun fiyakasıdır
    kin, susturur insanı; adına çıdam denir
    susulunca tutulan çetele simsiyahtır
    o siyah öcalmakcasına gür ve bereketlidir

    vandal yürek! görün ki alkışlanasın
    ez bütün çiçekleri kendine canavar dedir
    haksızlık et, haksız olduğun anlaşılsın
    yaşamak bir sanrı değilse öcalınmak gerektir.

    ismet özel
  • 72
    bazen çok korkuyorum.
    ama bu; aslanlarımı açıklamama engel olmuyor
    çünkü fena halde yaraşıyor birbirine gece ve balta
    ve anneciğim derdi vardı neyin altına giysen olur bir siyah pantolonum şimdi gibi ay!
    tekhnem dolu müfsidle!
    bu da caddelerden derviş dervişegelmeme mâni değildir
    yolları ay bastı mı lambalara koşuyorum ya, bundan
    bunun için kent nesnesi o bıçakla bakunin’di deştiğim
    ki ben devletin taş kestiğini en baştan bilirdim
    isa’yı polise doğru
    lttuğum zaman.
    ellerini el olarak tutmak istiyor ellerim
    de ki bunun kaburgamdaki kiliseyle ilgisi yok değildir
    zaten en az on iki kişiden biri haindir
    ama gözlerimi öyle yırtma annem ilkokul öğretmeniydi benim!

    sokaklara çıkıyorum sonra kedilerden görüyorum
    gazinolardan
    inanmazsın bir taşra kurmuşlar aynı bize bakıyor
    bir yanım asaf halet söylüyor diğer yanım fabrika
    bir şiiri birkaç kalemle yazmak lazımdır geliyor bana
    bugün yepyeni bir imparatorluk öğreniyorum
    ekmeğin ağırlığından da yeni bir imparatorluk
    örneğin gül dönüyor bir beygiri tasfiye ediyor şair
    arabca akdeniz diyor ben
    aynadan dönüyorum ayna
    benden dönmüyor.

    çok sihirli bir kabri söndürüyorum
    bir havari morfin gibi anne söylüyor
    ağlıyorum bak bir çocuk bak bir çocuk bak
    bak bir çocuk çok kötü bir gömlek kuruyor.
    belki de yangın çıksa ve ikna edilmiş olurum
    torbamı topluyorum ve annem şarkı dinlemiş olur
    korkuyorum çobanım yok metal nazlı pim aktif
    çözmüyorum çözersem kın fena halde kalınlaşıyor.
    manchesterden geliyorlar ve liverpooldan geldiler
    birazdan padişah mı öldürecekler dedim
    bir milyon kadardılar ah atları vardı
    artık seni bir çiçek yerine kopartmak
    istiyorum sevgilim.
    işte sahneden indim ve öpüyorum ağzından
    annem meç yaptırmazsa iftara geç gelir haz
    ey sıkıntının sevdiğim aritmetiği
    söyle banabana söyle; bir kere daha kabz?

    inanmışım kaybetmek esrarıdır esrarın
    çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum
    ipimden kurtulmuşum kaybediyorum
    birleşmiyor ellerimiz haykırıyor trapez
    tanklar tank olup geçiyor üstümüzden
    helvetius haklı devlet şaşkın piyanist kara
    memleket sana rağmen ket vururken yarama
    şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben
    -ve emir ‘kun’ diyor, doğruluyorum-
    bu ülke’den daha bıçkın tamlama bilmiyorum.
    ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum!
    çünkü bu,
    seni seviyorum içine nal salmak demektir.
    ve hareketinin bana durduğunu akla uydurur.
    oysa seni sevmem toplumu meşru kılar
    ve gitmen beni dile indirger sevgilim.

    zaten kırılmış bir kızsın şimdi dövülmüş bir av
    yanmış ırmaklar öneriyorsun toy bedenine
    kavmin yanlış tufanlardan geçip duruyor
    gözlerime baka baka ağlayıp aşk diyorsun
    bir tekkenin ortasına sirk treni devriliyor.
    ki hala çocuk övmeye duruyorsam bu
    'şehrin en uzak yerinden gelen o'nunla
    ve izmit’le ve fargo’yla ve horasan’la
    ve hafıs’ın beni eve götürdüğü kınla ilgili bir matkabı
    girdiği çene kemiğiyle birlikte söküp
    şu karşıki düğün salonuna ilave edemememdendir.
    yoksa lar ve ortaokul öğretmenleri giremesinler diye
    babam ve bilhassa dedem
    mahallemize yeterinde toplu polis gönderilmesi konusunda
    gerekli telefonları etmiş durumdalar sevgilim!

    ama yine de sırf sen sürdürebil diye ayın alnında melekçe
    ve şüpheye düşmeden kelebek besleyebilsin diye bir padişah açıkça
    benim alıp kını
    öte yana geçmem gerektir
    içinden memleketi çekeyim diye.
    hem düşünsene;
    bu bizi nasıl imparatorlaştırır!
    yoo, hayır! omzunu açma. omzun ideoloji taşır.
    ve fakat ‘dil’e rağmen bütün bunlar sevgilim
    ayaklarına beyaz çoraplar giydirmek istemediğim anlamına gelmeyebilir.

    çünkü bak süleyman bu sayfadan henüz geçmiş gibi gül lekesi
    ve apaçık kudüsmüş bir zebrayım ben uzun menzilli şiirlere şikar!
    elbet bir gün batar, kuşlar döner, çarmıh baştan düzenlenir
    ve bana tertemiz eller verir cezayirli o tüccar.
    o vakit sana bakıyorum kadar büyür akdeniz
    cumhuriyetin tersinden tertib ettiği çarşılar gibi
    sonra uzun süre bir takibediliyormuşum hissi…
    siz hiç yahudi bir minibüs şöförü düşlediniz mi?

    ah muhsin ünlü
  • 73
    çok olmadığımız kesin
    çok olan tarafta değiliz
    çok olan tarafta olmayacağız
    türkiye'de kürt olacağız
    kürtlerde ermeni
    ermenilerde süryani
    gidip almanya'da türk olacağız
    hollanda'da surinamlı
    fransa'da cezayirli
    iran'da azeri
    amerika'da zifiri zenci olacağız
    çoğalan zencide mutlaka kızılderili
    israil'de filistinli
    köpeğin karşısında kedi
    kedinin karşısında kuş olacağız
    kuşun karşısında börtü böcek
    hakemler hep karşı takımı tutacak
    ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
    çiçeklerden kamelya olacağız
    az kolumuzun tarafında
    solda olacağız
    bu itirazın ilk şartı

    solda da az olacağız
    devrimi çoğaltırken çünkü
    bir başka devrime hızla azalacağız
    bu da itirazın ikinci şartı.

    nevzat çelik

    özel mesaj yoluyla sen kesin tuncelilisin diyen arkadaşa selamlar.
  • 74
    ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
    bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
    pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
    sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.

    gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
    ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
    herşey silinip kayboluyorken nazarımdan,
    yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...

    ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
    ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
    hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
    çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
    gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
    gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
    gözler ki birer parçasıdır sende ilahın,
    gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
    vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
    sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!

    bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
    bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...
    hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
    vaslınla da dinmez yine bağrıdaki ağrı.
    dinmez! gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
    dinmez! ebedi özleyişin bestesidir bu!
    hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
    görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.

    dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
    tek bendeki volkanları söndürse denizler!
    hala yaşıyor gizlenerek ruhuma 'kaabil'
    imkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil
    sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
    toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

    mehtaplı yüzün tanrı'yı kıskandırıyordur.
    en hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
    yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
    kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...

    hüseyin nihâl atsız
  • 75
    kâf u nun hıtabı izhâr olmadan
    biz bu kâinatın ibtidâsıyuz
    kimseler vâsıl-ı dîdâr olmadan
    ol "kaabe kavseyn"in ev ednâsıyuz

    yok iken âdem'le havvâ âlemde
    hak ile hak idik sırr-ı mübhemde
    bir gececik mihman kaldık meryem'de
    hazret-i isâ'nın öz babasıyuz

    bize "peder" dedi tıfl-ı mesîhâ
    rabbi erinî deyü çağırdı mûsâ
    len terânî deyen biz idik ana
    biz tûr-ı sînâ'nın tecellâsıyuz

    küntü kenz remzinin olduk âgâhı
    hakk al-yakîn gördük cemâlullahı
    ey hoca bizdedir sırr-ı ilâhî
    biz hacı bektâş'ın fukarâsıyuz

    zâhidâ şânımız innâ fetahnâ
    harâbî kemteri serseri sanma
    bir kılı kırk yarar kâmiliz amma
    pir balım sultan'ın budalasıyuz

    kazak abdal
App Store'dan indirin Google Play'den alın