1. bölüm:
sıfır noktasıben 40 yaşında, ulusal a lisansı ve yarı profesyonel futbolculuk geçmişi dışında hiçbir şeyi olmayan bir adamdım. bir hiçtim yani. menajerlik hayalim vardı, hayalimden başka da hiçbir şeyim yoktu. yine de bir şekilde alt lig piyasasında bulduk kendimizi. beklentim zaten düşük hedefli takımlardan birinde işler kötü giderse kapağı atmaktı. tabii ki memleketim olan samsunspor'a gidebilmek için de her fırsatı değerlendirmeye çalışacaktım. tff 2. lig beyaz grupta açık ara 1. olması beklenen samsunspor, 15. hafta sonunda 3. sıradaydı ve teknik direktörünü kovdu. açıkçası umutsuz bir şekilde iş başvurusu yaptım. en azından adımız duyulsun, samsun'a olan ilgimiz bilinsin dedim. ben ''sizin ilginize gülüp geçiyorlar.'' mesajını beklerken görüşmeye çağrıldım. bir şey isteyecek, bir şey önerecek, önerilen bir şeyi reddedecek halim yoktu. ne derlerse okumadan eyvallah dedik. bunu dedikten sonra ''vizyonunuzu beğendiler ama daha iyi birini arıyorlar.'' mesajını beklemeye başladım. ilerleyen günlerde bafra’da pide yerken aldığım samsunspor'dan sözleşme teklifi haberine bir süre inanamadım. editör mü kullandım lan ben diye kendimden bile şüphe ettim ama kullanmamıştım. sonuç olarak kendimi yine samsunspor'un başında buldum. ''takımın başında samsunlu adam olsun bari.'' diye mi aldılar hala bilmiyorum.
ilk sezon 3. olarak aldığım samsunspor'u şampiyon yaparak 1. lige çıkardım. başka çarem olmadığı gibi yapamasam ayıp olurdu. samsunspor'un kırmızı-beyaz fark etmeksizin 2. ligin en güçlü takımı ve bütçesi olmasını geçtim, tff 1. lig için bile fena bir kadrosu yoktu. forvetlerden gol katkısı alamamak dışında pek sıkıntı yaşamadık. 3 tane merkez oyuncusuyla sahaya 4-3-3 diziliminde çıkıyorduk genelde. bu dönemde ilyas yavuz, gökhan alsan ve aytaç sulu ciddi şekilde ligi domine ettiler. 25. haftaya 2. manisa'nın 8 puan önünde girerken, 33. haftaya yalnızca 3 puan önünde girdim. takım rehavete mi kapıldı nedir son düzlükte ciddi sıkıntı yaşadık ama neyse ki atlattık. şampiyon olarak çıktığımız son hafta maraton tribününde yapılan ''biz ormanların kralıyız aslanım, ite çakala verecek canımız yok.'' temalı, bulunduğumuz lige gönderme yapan koreografi sezonun akılda kalanlarından biri oluyordu. play-off'a kalsam bile kovulmam gündeme gelebilirdi çünkü takım gerçekten ligin çok üstünde ve net bir şekilde şampiyonluk bekleniyor. zaten şampiyonluk ne yönetimi ne de taraftarı ciddi anlamda etkilemişe benziyordu. herkes olağan şekilde devam ediyordu hayatına diyebilirim. tabii ki sevildik, övüldük ancak aşırıya kaçan hiçbir şey olmadı. işin bu yönünü biliyordum zaten. kazanırsam ''herhalde kazanacaksın.'' diyeceklerdi, 2. olsam ''yuh artık.'' deyip yol vereceklerdi. bu lig samsunspor için ısınma turuydu. asıl hikaye şimdi başlayacaktı.
2. bölüm:
öngörülen ve öngörülemeyen2. sezon 1. ligdeydik. dediğim gibi kadro zaten ligin çok üstündeydi hatta 1. lig seviyesindeydi. bu sebeple yeni çıktığımız bu ligde beklenti ''ligde kalmak'' değil, ''ligi orta sıralarda bitirmek'' idi. sezon öncesi tahminlerde 10. olacağımız düşünülüyordu, biz de medyayı yanıltmadık ve çok net bir şekilde 10. olduk. öyle bir takımdık ki kazanma ihtimalimizin yüksek olduğu her maçı kazanıyor, kazanamama ihtimalimizin yüksek olduğu hiçbir maçı kazanamıyorduk. bahisçilerin en sevdiği takıma dönüştük bir anda. tam bir orta sıra takımıydık. bunda ilyas yavuz, bahattin köse gibi beklentilerimizin olduğu oyuncuların hiçbir katkı verememesi de etkili oldu. yine de 10.'luk aslında iyiydi. bu sezonun asıl kazandırdığı şey devre arasında aldığımız albers oldu. albers, 1.96 boyunda, iyi bir bitiriciliğe sahip ve 17 zıplaması olan hayvani bir forvetti. yani bir nevi yeni nesil crouch diyeceğim ama kendisi 30 yaşındaydı. 2. yarıda attığı 11 golle gelecek yıl ligi kasıp kavurabileceğinin sinyallerini vermişti. bu arada sezon başında ''ülkenin kaşar topçuları'' kontenjanından aramıza katılan regattin de ciddi katkı vermişti. tabii yeni çıktığımız ligde 10. olmak hatta sezon içinde zaman zaman play-off potasını kovalamak kulüp içindeki ve taraftar gözündeki itibarımı ciddi şekilde artırmıştı.
3. sezonumuzda hedef ''1. ligi üst sıralarda bitirmek'' idi. bir dönem samsunspor forması giymiş sezer ve ndiaye ile stoper takviyesi yaparken, boşta olan fransız melvin neves'i de alarak kadroyu güçlendirmiştik. neves'ten beklentimiz vardı ancak boşta olması da şüphe uyandırıyordu. tüm sezon istikrarlı şekilde iyi oynadık ve 3. olduk. savunmada ortalama bir performans sergilerken gol yollarında çok etkiliydik. özellikle öne geçtikten sonra 3'ü atmadan bırakmıyorduk. açıkçası belki ilk 2'ye girip süper lig'e direkt çıkabilirdik ancak bursaspor ve konyaspor kaliteleriyle ligi domine etmişti. özellikle bursaspor ligi paramparça etti. açık ara en çok gol atan, en az gol yiyen takımdı ve yalnızca 1 kere yenildiler. konya ile oynadığımız 2 maçta da berabere kalmasaydık belki bir ihtimaldi 2.'lik. bu arada albers hayvani bir performans sergilemiş, 25 gol 6 asistle ligi domine etmişti. neves de ilk yarıda düşük bir performans sergilese de 2. yarı açılıp ciddi katkı vermişti. play-off yarı finalinde rakibimiz akhisar olmuştu. akhisar zaten sezon içinde de bize sıkıntı çıkartan bir takımdı ancak ilk maçı deplasmanda 2-1'le geçince rahatladık ki zor maç olmuştu. 2. maç evimizde 1-0'lık skorla kendimizi finale attık. finaldeki rakibimiz denizlispor olmuştu. denizli'yi akhisar'a tercih ederdim açıkçası çünkü sezon içinde de kendilerine karşı çok zorlanmamıştık. neticede tahmin ettiğimiz gibi bir maç oldu ve çok zorlanmadan 2-0 yenerek 10 yıl sonra süper lig'e merhaba dedik. 3 sezonda 2 lig yükselmiştik. bu başarı benim kariyerimin yapı taşlarından biri olabilirdi. şimdi ciddi manada taraftarın sevgilisi olmuştum işte. kulüpte dokunulmaz olmuştum. adıma tezahüratlar yapılıyordu. aslan amcanın ''önceki görevlerde hedef gizlilikti, artık bitti. kurtlar vadisinde herkes seni konuşmalı.'' sözleri kulağımda çınlıyordu. bu ne alaka ben de bilmiyordum.
3. bölüm:
çanlarbütün bu kolej havası ortamında yeni sezon hazırlıklarına başladık. futbolu bilirsiniz, dün diye bir şey pek yoktur bu sporda. taraftar başarıyı ilk gece kutlar, diğer gün gelecek sezonu kurmaya başlar. ben ise başarıyı ilk gün bile tam anlamıyla kutlayamadım. kafamda dönüp duran bir hikaye vardı çünkü: hızlı giden atın hikayesi. hızlı gitmiştik, birçok açıdan yetersizdik ve ben süper lig'i biliyordum. 1. lige falan benzemeyeceğini biliyordum. yönetimi bu konuda uyardım ancak geçtiğimiz dönemde kulübün yönetimi el değiştirmişti ve yeni yönetim hiçbir dediğimi yapmıyordu. 2.5 milyon maaş bütçesi, 2.5 milyon transfer bütçesiyle az çok nasıl bir sezon olacağının sinyallerini almıştık. milletin 2.5 milyon maaşı tek adama verdiği yerde tüm takıma 2.5 milyon vererek hayatta kalamazsın maalesef. ben teknik heyete çok önem veririm. her sezon sonunda antrenöründen fizyoterapistine kadar geliştirebildiğim kadar geliştiririm teknik heyeti. yönetime ''antrenör sayımızı yükseltelim.'' diyorum kabul edilmiyor. fizyoterapi kabul edilmiyor. gözlemci kabul edilmiyor. zaten para yok bedelsiz veya kiralık kovalıyoruz, onlara da maaş beğendiremiyoruz. lan 3 sezonda 2 lig yükseldik bir antrenör kursuna bile göndermedi insafsız yönetim. yapabildiğimiz birkaç takviyeye rağmen berbat bir transfer sezonu geçirdik. kadrom ve ben, süper lig'in kurtlarına karşı adeta yem olarak atıldık. biz avdık, onlar avcı.
menajer olarak 4. sezonumuza ve süper lig'e bu şartlarda girdik. sezon başında durumun farkında olan topçuların yanıma gelip ''hocam ne yapacağız bu halde?'' sorusuna ''kurtlukta kanun düşeni yemektir, düşmeyeceğiz.'' diye cevap verdim. düştük. gelen vurdu, giden vurdu. fenerbahçe deplasmanında 5-0 geriye düştükten sonra yapılan sayısız pas ve oley sesleri durumu özetliyordu. fenerbahçe adeta gekas'ın intikamını alıyordu. maç sonrası yanıma gelen albers'in ''hocam bunlar gol atmıyor, oyun oynuyor.'' sözüne hazırlıklıydım. ''avın eti yenmiyorsa amaç oyun oynamaktır.'' dedim. albers bu repliği hatırlamıyor gibi görünse de uzaklara dalmıştı. ne durumda olursak olalım futbolcuların gözünde bir itibarımız vardı. ligin devre arasına 11 puanla sonuncu olarak giriyorduk. küme düşmeme ihtimalimiz yoktu. transfer yapacak para yoktu, olsa bile transferle toparlanacak durumu bile geçmiştik neredeyse. o saatten sonra durumumuzu gören zaten gelecek olsa da gelmezdi. zor, üzücü ama gerçekçi bir karar almam lazımdı. samsunspor zaten düşmüştü, bu kesin. sezona başlarken düştük zaten ligden. o paralarla başka yol yoktu. kafamda bir oyun kurdum ve yönetimin kapısını çaldım. vermeyeceklerini bildiğim halde ''para verin.'' dedim, reddettiler tabii ki. ben de oyunumu oynadım, ''madem güneş tepeden vurdu, gölge ayağımızın altıdır.'' dedim ve bastım istifayı. görüşmeyi de basına sızdırdım. ben bu 17 hafta sonunda bile taraftarın çok sevdiği bir isimdim. alt lige düştüğümde bile kovulmazsam -ki ihtimaller yarı yarıyaydı- arkamda duracaklardı bence. bu yüzden görüşmeyi basına sızdırdım ve taraftara ''ben istifa ediyorum çünkü yönetim işini yapamıyor.'' dedim. ''yarı yolda bırakan adam'' olmayacaktım. ''samsunspor'u küme düşüren adam'' olmayacaktım, ''küme düşen bir teknik direktör'' olmayacaktım. hem samsunspor'daki saygınlığımı hem de kendi saygınlığımı kaybetmemek için istifa ettim. ayrıca ben taraftar olsam, ne kadar sevsem de o durumdaki bir menajerin istifa etmesini isterdim. galatasaray'a gidemezsem elbet bir gün kurtarıcı olarak dönerdim bu şehre. zaten ayrılıktan sonra her konusu açıldığında ''samsunspor'u seviyorum, bir gün dönmeyi umuyorum.'' diyordum basına.
istifamdan 2 hafta sonra 7. kasımpaşa çaldı kapımı. aslında kasımpaşa'nın beni istemesi, süper lig maceramda kamuoyunun beni başarısız görmediğini de gösterir nitelikteydi. hedefleri 5. olmaktı. açıkçası kasımpaşa'ya normalde gitmem. taraftarı, kültürü olmayan saçma sapan bir takım bana göre ancak o dönemde bir şekilde iş yapmam lazımdı. fena bir kadroları yoktu. buna rağmen ten mi uyuşmadı nedir işler istediğimiz gibi gitmedi orada. zaten dediğim gibi çok bağlılık hissetmediğim için üzerine de titremiyordum kulübün. ''çıkın oynayın lan işte.'' modunda takıldım çoğunlukla. lig sonunda kasımpaşa 9. sıradaydı. koltuğum sallanıyordu ancak onlar kovmadan önce ben istifa ettim. istenmediğimiz zaman değil, istediğimiz zaman gideriz hesabı. tesis çıkışında beni yakalayıp ''hocam bu beklenmedik istifayı neye borçluyuz.?'' diye soran muhabire tek cümleyle yanıt verdim: ''kalıbımız ağır geldi.'' zaten kafamda hep sene sonu istifa etmek vardı. avrupa ligine gitsek bile görevi bırakacaktım zira cidden istemiyordum orada çalışmayı. bu birliktelik çok suniydi. sanki herkes geçici olduğunu biliyor gibiydi. ne yönetim ne taraftar ne de futbolcularla bağ kurabilmiştik. ayrılmak zor olmadı. kasımpaşa kariyerimin tek güzel yanı antrenörlük kursuna gitmek oldu. nihayet uluslararası c lisansını aldık. en azından bu sıkıcı kasımpaşa maceram bir işe yaramış oldu.
4. bölüm:
peaky fookin' blinderssonraki sezona işsiz başladım. kariyerim dağınık gidiyordu. ocak ayının ortasına kadar işsiz devam ettim. hiçbir takıma başvurmadım, hiçbir takım bana gelmedi. para suyunu çekmeye başlamıştı ki bir anda birmingham'ın hocasını kovduğunu gördüm. birmingham... birmingham'ı severim. başka hayatlarda yönetmişliğim bile vardır. tabii sonra peaky blinders falan derken birmingham koltuğu göze daha hoş gelmeye başladı. eski bir dosta görüşme teklif eder gibi gittim yönetime. yönetim de beni kırmadı. birmingham championship'te 18. sıradaydı. yalnız şöyle bir çelişki vardı: takımın sezon öncesinde 21. olacağı, yani küme düşme hattının 1 sıra üstünde olacağı düşünülüyordu ancak yönetim orta sıraları hedefliyordu. başkanın odasına çıktım. ''dayı bu ne yaman çelişki? ne iş?'' diye sordum. hiçbir ifade yerleştirmediği gözleriyle kısa bir süre yüzüme baktı. ''cevabını bilmediğin sorular sorma.'' dedi. amk yerinde herkes vadi replikleriyle konuşuyor. neyse fazla sorgulamadan devam ettik.
göreve geldikten sonra ilk 2 maçı kazanmak elimizi çok rahatlattı. sonrasında da bizden önceki duruma göre gayet iyi bir performans sergileyerek ligi 12. sırada bitirdik. aslında ilk 10'a girebilecek bir performans sergiledik ancak ben gelmeden önce puan farkı çok açılmıştı maalesef. birmingham olarak inanılmaz bir savunma performansı sergiledik 18 maçta. fulham'dan 4 gol yemeseydik 17 maçta yalnızca 5 gol yemiş olacaktık. maçları feci kitliyorduk. 4-2-3-1 diziliminde kontra oynuyorduk. çoğu zaman pozisyon göremeden maçlar bitiyordu. maçları feci kitliyoruz ancak biz de pozisyona giremiyoruz. kazandığımız çoğu maçı 1-0 kazandık, nadiren 2-0 bitiyordu. 18 maçta yalnızca 2 mağlubiyet alırken, zirveye oynayan takımların belası olmuştuk resmen. ilk 5'e karşı oynadığımız 3 maçı kazandık, 2 maç berabere bitti. zirveye karşı oynadığımız maçlara şu felsefe ile çıkıyorduk adeta: ''biz ölmeyi çoktan göze aldık da yanımızda kimleri götüreceğiz onu düşünüyoruz.'' 40 golle ligin en az gol yiyen 2. takımıydık ki 46 maçta 40 gol yemek gerçekten iyi iş.
ligdeki 24 takım içinden en az maaş veren 3. takımdık. ben beklentilerin üstüne çıktığım için yönetimin biraz daha keseyi açacağını düşünüyordum ancak iş öyle olmadı. birmingham yönetimi beklentiyi yine ''kümede kalmak'' olarak belirledi. championship seviyesi için çok komik bir bütçe verdiler. belli ki yönetimle aynı vizyonu paylaşmıyordu. yine de o an için rest çekecek durumda değildim. bütçe oluşturmak için 1-2 önemli oyuncumu sattım ancak yine de gerekenden çok daha az futbolcu alabildik. bunlardan biri 36 yaşında, sezon sonu emekli olacağını açıklayan sergio agüero idi. 37 maçta 13 gol 6 asist ile bana göre sıradan bir performans sergiledi. diğer 2 önemli takviyem ise kiralıktı. ligin ilk yarısı bizim için inişli çıkışlı ama başarılı geçti. 3 defa üst üste maç kazanıyorduk, sonra 3 defa üst üste kaybediyorduk. bir ara 4 maç üst üste 0-0 bitti. 5.'liğe kadar çıkmıştık ancak ligin ilk devresini 8. bitirebildik. sağa sola çok belli etmesem de play-off hedefliyordum içten içe. devre arası diye bir şey zaten yok ingiltere'de. zaten 46 maçlık lige göre çok dar bir kadro var, bir de durmadan maça çıkıyoruz. maç yapmadığımız anlar sadece seyahat ettiğimiz anlardı desem yeridir. transfer bütçesi de olmadığı için ocak ayında hiç takviye yapamadık. bizim hedefler büyürken takım küçüldü. iyice yoğunlaşan fikstür ve maçların ölüm-kalım maçlarına dönüşmesiyle birlikte sakatlıklar ve cezalar belimizi büktü. ligin 2. yarısının ortalarını galibiyet görmeden geçirdik diyebilirim ve ligin son düzlüğüne hedefsiz bir şekilde girdik. ligi de 13. bitirdik. tabii yönetim benden çok memnun. 2 sezondur hedef kümede kalmakken ve medya 21. olacağımızı öngörürken küme düşme hattından çok uzak rahat bir sezon izlettik taraftara. sorun şu ki ben memnun değilim kulübün vizyonundan. artık büyük adımlar atmam lazım diye düşünüyordum. yönetim değişmesine rağmen maddi açıdan bir değişimin yaşanmadığı birmingham'da büyük adımlar atmak zordu. ya kendi ayakkabımı küçültecektim ya da yoldan çıkacaktım. biz de direksiyonu yardan aşağı sürdük ve sonuç olarak birmingham maceramızı da istifayla sonlandırdık.
5. bölüm:
kan, ter ve gözyaşıbirmingham maceram da sona ermişti. güzeldi, rahattı ancak artık yetersizdi. açıkçası bulunduğum takımlarda çoğu zaman beklentinin üstüne çıktığım için artık biraz daha önemli fırsatlar arıyordum. hedefi ''ligde kal'' veya ''üst sıralarda bitir.'' diyen takımlardan ziyade direkt şampiyonluk için veya üst lig için oynayan takımları çalıştıırmak istiyordum. aralık ayının sonlarında o an benim için çok cazip olan 2 takımın da hocası kovuldu: crystal palace ve brighton. palace play-off hedefliyordu, kadrosu ve bütçesi de hiç fena değildi açıkçası. o anda play-off potasının yalnızca 3 puan gerisinde 8. sıradaydılar. brighton ise sezon başında 2. olacağı düşünülen önemli bir takımdı. kadrosu iyiydi, bütçesi de iyiydi. yalnız sezon ortasında hedeflerinin çok gerisinde, 13. sıradalardı. play-off ile aralarında 5, 2. takımla aralarında 9 puan vardı. yine de kadrosu daha cazipti ve ''ben bunları adam ederim.'' diyerek brighton'ın başına geçtim.
dediğim gibi kadrosu gayet iyiydi. frenkie de jong da takımdaydı. ilk başta ''kadro zaten iyi, çok kurcalamayalım.'' dedim ve 4-3-3'ü değişik şekillerde denedim. çok sallantılı gittik. sezon başında olsak belki idare edebilirdik ancak seri yapmamız lazımdı. takımın puan durumundaki yerinden dolayı yönetim bana play-off hedefi koymuştu ancak benim kafam bir şekilde 2. olarak çıkmaktı. zira amacım takımı çıkarmak olduğu kadar ingiltere'de adımı duyurmaktı. devre arasında 13 milyona santrfor adam idah'ı almak dışında transfer yapmadık. forvetimiz kevin lasagna iyi özelliklerine rağmen gol atamıyordu. idah da bekleneni veremedi. çember daralmaya başlamıştı. ligin boyu kısalıyordu ve sallantılı şekilde gidersek sonu iyi bitmeyebilirdi. radikal bir karar aldım ve takımın en zayıf bölgesi olan bekleri oyundan çıkardım. bitime 14 hafta kala 3-1-4-2'ye döndük. takım resmen şaha kalktı. 5 maç üst üste kazandık. lasagna ve idah yan yana oynayınca bambaşka bir şeye dönüştüler. ya atıyor ya birbirine attırıyorlar. 6. maç sunderland deplasmanında 2-1 mağlup ayrıldık. ibneler belgeseli izlemiş maçtan önce. ölümüne oynadılar. sakat vermedik diye sevindik neredeyse. sonra yine üst üste galibiyetlerle bitime 4 hafta kala 2.'lik koltuğuna oturduk. tek sıkıntı vardı: önümüzdeki 2 maçta lider qpr deplasmanı ve 4. palace deplasmanı bizi bekliyordu. qpr da canavar gibi top oynuyordu. maç çok ortada geçti. yine de bir şekilde 70. dakikaya 2-0 önde girdik ancak 94. dakikada yediğimiz golle 2-2 bitmesine engel olamadık. sonrasındaki hafta palace deplasmanında şanslı bir şekilde 1 puan aldık. çok kötü oynamıştık. bu 2 deplasmadan 2 puan kötü değildi ancak bitime 2 hafta kala 2.'liği stoke'a kaptırmışık. 45. haftada iki takım da kazandı. aynı puandaydık ancak stoke averaj olarak bizden çok daha iyiydi. son hafta biz deplasmandaydık, onlar evde. maçlar başladı. maçın başında idah ile öne geçtik ve hemen sonrasında stoke'un gol yediği haberiyle coştuk. biz 2'yi yaparken stoke da beraberliği bulmuştu. devreye böyle girdik. mevcut skorlar bize yarıyordu. biz 2. yarı maçı koparırken stoke maçından haber bekliyorduk. 2 gol haberi üst üste geldi. stoke city 3-1 yenilmişti. premier ligdeydik. 3'lü savunmayla çıktığımız 14 maçta yalnızca 1 kere mağlup olup, 2 defa berabere kalmıştık. açık konuşmak gerekirse son düzlüğü hayvan gibi oynamıştık. tabii övgüler yağıyor. gazetelerde boy boy fotoğraflar. ''13. aldı, 2. yaptı.'' haberleri gırla... memlekette bile haberlerin ilk sırasında ben vardım sonraki gün. nihayet premier ligdeydik. nihayet beklediğim patlamayı yaptım. hemen gittik zafer sarhoşluğu arasında uluslararası b diploması izni aldık yönetimden. sonra istifa ettim.
6. bölüm:
hayatın tam ortasıevet her şey bu kadar iyi giderken istifa ettim. premier lig sahnesini kendi ellerimle ittim. yine de siz bir sorun neden istifa ettiğimi. sezon sonu istifa etmek alışkanlık haline geldiği için istifa etmedim elbette. kendimce haklı nedenlerim vardı. bir kere ismimizi fazlasıyla duyurmuştuk. farklı takımlarda beklentilerin üstüne çıkmayı başarmıştık. kendimizi ispatlamıştık. artık büyük oynamak istiyordum. öyle ''üst lige çık, ligde kal, orta sıralarda bitir.'' falan gibi şeylerle kaybedecek zamanım kalmamıştı. kapı kapı dolaşma vakti bitmeliydi, yazıhanecilik bitmeliydi. kariyerimin artık bilmem kaçıncı sezonuna girmişim. hala ligde kalma savaşı vereceğiz, topçuların ''ben o takıma gelmem.'' nazını çekeceğiz falan hiç bunlarla uğraşmak istemedim. direkt olarak şampiyonluk mücadelesi verecek bir takım ya da kısa zaman içinde onu hedefleyecek takımlar istiyordum.
ancak asıl nedeni hala söylemedim. galatasaray'ın başında 2020/2021 sezonunun başından beri okan buruk vardı. fatih terim o zamandan beri futbol direktörüydü. işin ilginci okan buruk göreve başladığından beri ilk 2'ye bile girememesine rağmen ısrarla kovulmuyordu. süreç boyunca galatasaray'ı hep takip ettim. nihayet okan buruk'un sözleşmesi bitiyordu. istifamın arkasında yatan en büyük sebep buydu. risk aldım, ''artık sözleşme yenilemezler herhalde.'' dedim ve galatasaray'ın dikkatini çekmek için her şeyi yaptım. seri'den başka tanıdık isim kalmamıştı takımda. hem tanıdık bir isimle 1 sene de olsa çalışmak istiyordum hem de futbol direktörü fatih hoca ile başarıdan başarıya koşmak istiyordum. fatih hoca bırakmadan göreve geçmem lazımdı. kumar tuttu, sözleşme yenilenmedi ve galatasaray kapımızı çaldı. galatasaray kapımızı çalar çalmaz biz anahtarı verdik. ''galatasaraylı fatih yuvasına dönmüştür.'' şeklinde geçtik basının karşısına. bir tane mukaveleye de bakmadım zaten imza atarken.
hayaller gerçek olmuştu. fatih terim futbol direktörüydü, ben teknik direktördüm ve camia başarıya açtı. senaryoyu ben yazsam böylesi denk gelmezdi herhalde. hemen florya'ya giriş yaptık. camiayı uyandırmak için çaycısından malzemecisine hepsini değiştirdik. kadroda radikal değişiklikler yaptık. takımın kaptanı seri ile önce eskiyi yad ettik sonra takım hakkında konuştuk. hemen dikkat çeken yerlileri topladık. merih demiral'ı satın alma opsiyonuyla kiraladık ki bu çok önemli bir hamle oldu bizim için.
derken sezon başladı. geçtiğimiz sene 6. olduğumuz için avrupa falan yoktu. takımda ciddi değişiklikler olduğu için ilk başta taktik oturmakta zorlandık ve devre arasına beşiktaş'ın 2 puan önünde lider girdik. brighton'da çok başarılı olduğum 3-1-4-2 dizilişiyle çıkıyorduk maçlarda. ilk yarının flaş maçı evimizde fenerbahçe'yi 4-0 yendiğimiz maçtı. bizimkilere maçın sonlarında ''top sektirin.'' talimatı verdim. bu kez ben oyun oynadım fenerbahçe ile. maç sonrası aldığım intikama gönderme yaparak söylediğim ''aslan ceylanı yemeye 40 gün önceden karar verir de 40 gün ortalarda görünmezmiş karnının gurultusu duyulmasın diye.'' sözü diğer gün gazeteleri süslüyordu. sonrasında taktik oturdu, haftada 1 maç yapmanın verdiği avantajla 2. yarı gümbür gümbür top oynadık ve camianın şampiyonluk hasretini sonlandırdık. son maça hocayı onurlandırmak için siyah gömlekle çıktım. teknik direktör olarak da şampiyonluk, kariyerimizin 2. sezonundan beri hasret kaldığımız bir şeydi. tabii herkes çıldırdı. florya'ya akın akın taraftar geldi. sakin kalan tek kişi bu duyguyu defalarca yaşamış ve yaşatmış olan fatih terim idi. sakince tebrik etti, ''alış bunlara.'' dedi. ''hocam sen ne diyorsan o.'' dedik ve içimizdeki coşkuya rağmen sakin kalmaya çalıştık. galatasaray'da şampiyonluklar abartılı kutlanmaz zaten, biliyorduk bunu.
7. bölüm:
her güzel şeyin sonukariyerimin bu dönemiyle ilgili anlatacak çok fazla bir şeyim yok. seriyi bilenler bilir, süper lig'de ilk şampiyonluktan sonrası çorap söküğü gibi gelir. bizde de öyle oldu. 2 sezon daha şampiyon olarak üst üste 3 sezon şampiyonluk yaşadık yuvada. 3-1-4-2 dizilişiyle rakiplere sahayı dar ediyorduk. dizilişi öyle bir oturttuk ki giren çıkan fark etmiyordu 2011 barcelona modeli gibi. dokunulmaz olduk. bu 2 sezonda doğru düzgün zorlanmadık bile. dolayısıyla detaylıca anlatacak bir şey yok. vurduk geçtik işte. yapmamız gerekeni yaptık, en başından beri hayalini kurduğumuz şeyi yaptık. yapmak için orada olduğumuz şeyi yaptık. ilk sezon kupayı salmıştık, sonraki 2 sezon onu da aldık. ne lig ne kupa ne de süper kupa. hiçbir şey bırakmadık. rakip takım yöneticileri canlı yayınlara bağlanıyor, yayıncı kuruluşa ve siyasilere sesleniyordu hegemonyamızı engellemeleri için. ali koç burada bile susmuyordu. hatırlarsınız, 300 filminde kral leonidas ilk savaştan önce ''onlara hiçbir şey vermeyin ama onlardan her şeylerini alın.'' diyordu. biz de bunu uyguladık rakiplerimize.
bu arada normalde gittiği takımda futbol direktörü varsa direkt kovan ben, fatih terim'e birçok yetkiyi kendi elimle verdim. gerçi ben kimim ona yetki veriyorum lan? transferleri falan birlikte yapıyorduk. genç takımlara istediği gibi topçu getirip götürüyordu. başarıyı kesinlikle onunla paylaşmak istiyordum. ayrıca tabii uluslararası pro lisansını da alarak antrenörlük hayatımızın akademik kısmında zirveyi gördük.
ancak süper ligin de kötü yanı bu bir yandan. lig basitleşiyor ve ligi oynama motivasyonu kalmıyor insanda. sadece avrupa serüveni için oynamaya başlıyorsun. peki biz ne yaptık avrupa'da? 2. sezon zaten avrupa'da çok iddialı değildik. yine de şampiyonlar liginde gruplardan çıktık 10 puanla. son 16'da ezeli rakip real madrid gelmeseydi belki bir şeyler olabilirdi ancak madrid'e kafa tutabilecek durumda değildik o sezon ve elendik.
3. sezon ise işler değişti. kadromuzu güçlendirdik. şampiyonlar liginde psg, tottenham ve benfica'nın olduğu gruptan lider çıktık. 3-4-1-2 dizilişi altın çağını yaşıyordu. son 16'da karşımıza sezonun flaş takımı lazio geldi, flaş patladı. italya'da zorlansak da evimizde turu geçmeyi bildik. çeyrek finalde arsenal'i bombaladık. londra'da tokadı bastık, istanbul'da zorlanmadık bile. yarı finalde messi'siz barcelona'ya futbol dersi verdik. deplasmanda birçok fırsatı değerlendiremesek de aldığımız gollü beraberlik işimizi çok kolaylaştırdı. bu arada messi de orada futbol direktörü olmuş, maçtan sonra yaptığım ''sahada olsa daha çok zorlanırdık.'' esprisine gülmedi. finalde ise rakibimiz bayern münih oldu. fm serisinin bela takımı, alman panzeri münih... fatih hocayla birlikte ''dünyadan büyük hayallerimize'' yalnızca 90 dakika uzaklıktaydık. maç çok dengeli ve orta saha mücadelesi şeklinde gidiyordu. devre arasında değiştirdiğim gömleğim terden bir kez daha renk değiştirmişti. tribünde fatih terim'in de aynı durumda olduğunu hissediyordum. dakikalar 82'yi gösterirken hala gol sesi çıkmamıştı. 83. dakikada kimmich ortaladı, erling haaland kafayı vurdu, bayern münih kupayı kaldırdı.
maçtan sonra elbette üzüntü ve gurur bir aradaydı. kederli ama inançlı gözler görüyordum. seneye kupasının kesinlikle bizde olduğunu söylüyorlardı. haklılardı da. bu sene çok fazla zorlanmadan buraya kadar getirdiysek seneye kesin kazanırdık. tecrübelerim de bunu söylüyordu ancak kimsenin bilmediği bir şey vardı: bu benim son sezonumdu. galatasaray'ın başındaki son sezonum değildi. teknik direktör olarak son sezonumdu. artık yorulmuştum. avrupa'daki 3-5 maç için 1 sezon daha süper lig çekecek durumda değildim. heyecanımı kaybetmiştim. zaten artık doğru düzgün tanıdık bir yüz de kalmamıştı etrafta. ilk önce hocanın yanına çıktım elbette. hocayı bilirsiniz. o sadece kazanınca mutlu olur. yalnızca gerçek zaferi zafer sayar. onu da hoca yapan budur ya zaten. yine de birlikte yaptıklarımızla gururlandığı belliydi ancak beni gördüğü anda sanki düşüncelerimi anladı. hocayla durumu konuştum. elini öptüm, izin istedim. bu camiadan ayrılmanın mümkün olmadığını, en fazla ara verebileceğimi söyledi. biliyordum. galatasaray göreve çağırırsa reddedemeyeceğimi ve zaten öyle bir lüksümün de olmadığını biliyordum.
lig pazar günü bitiyordu. şampiyonluğu haftalar önce ilan etmiştik ancak son maçım olduğunu duyan galatasaray taraftarı stadyuma akın etmişti. sami yen'de beni o zamana kadar hep bağrına basan galatasaray taraftarıyla vedalaştım. kariyerimin en zor maçından bile daha zor anlardı. sami yen'in sahasından son kez ayrılmadan önce gözüme kuytu köşelerde kalmış ufak ve alabildiğine sade bir pankart gözüme çarptı: ''elbet bir gün.''
bu pankart beni eskiye götürdü. dolu dolu geçen 10 yıl film şeridi gibi geçti gözümün önünden. başarılar, başarısızlıklar, zaferler, travmalar, istifalar, caka satmalar, intikamlar, hayaller, gerçekler... aslında bu pankart bana mıydı, finalde kaybettiğimiz şampiyonlar ligi kupasına mıydı yoksa ikisine birden miydi bilmiyorum. ben de hangisi için söylediğimi bilmeden ''evet'' dedim. elbet bir gün...