• 1
    kendisini tanımlamaya, herhalde gerek yoktur. türk edebiyatının ve düşün hayatının dev ismidir, idolümdür. şimdi, diyeceksiniz ki, futbolla ne alakası var bunun... şu alakası var: pek bilinmez, attilâ ilhan'da da epeyce futbol sevgisi vardır. gerçi, böyle bir adam * * * * futbolla alakalı konuşmuş olmasa şaşırmamız gerekirdi zaten. attilâ ilhan, bir karşıyakaspor ve galatasaray taraftarıdır. futbolla alakalı da üç tane yazısı vardır * * * *.

    bakın, ne de güzel tespitler yapmış:

    --- alıntı ---

    yüz yıllık maceradan sonra, türk futbolunun geldiği yer, iyi midir kötü müdür? kötü sayılabileceğini sanmıyorum. kötü olan, futbol kulüplerinin yönetim şeklinin ve profesyonelliğinin; -tıpkı işadamlığı gibi,- yarı mafioso, yarı üçkâğıtçılık, acayip kurallarla işlemesi; spor media'sının da, bunu şiddetle eleştirecek, sporun spor gibi yapılmasını savunacak yerde; en kötü paparazzi yöntemleriyle çalışıp, tam tersine, körüklemesidir. her futbol mevsimi, bir kaç örneğini görüyoruz. nasıl siyasi habercilikte, haber önce 'yandaş' (taraftar) yoruma, sonra 'yandaş' dedikoduya dönüştüyse; futbol haberciliğinde de, haber önce 'yandaş' bir yorum niteliği kazandı, sonra da, 'yandaş' dedikoduya dönüştü.

    --- alıntı ---
    *

    --- alıntı ---

    çocukluğumuzda bizim için adı efsane olan bazı batı avrupa takımları, türkiye takımlarına ya baş eğiyorlar, ya da paçalarını zor kurtarıyorlar: şampiyonlar ligi, kupa galipleri kupası, bunun şahidi! ayrıca türkiye ligleri'nde, anadolu takımları, metropol kulüplerine açık açık kafa tutuyor: kocaeli, bursa, samsun, antalya, gaziantep vb. dikkat isterim bunların hepsi sanayileşme ve kalkınma bölgelerinin takımları; bu da, yıllardır altını çizdiğim bir gerçeği doğruluyor: futbol, sanayileşmeyle gelişmiş, sporu soylu kısmından halk yığınlarına aktarmış bir oyundur; 'teknik futbol' sanayi alt yapısının disiplinini, üstyapısına aktarabilmiş toplumlarda, daha başarılı uygulanır: örnek mi istediniz? işte almanya, hollanda, ingiltere, isveç, belçika, vb. futbolu ünlü italya'da, en müthiş takımların, sanayi merkezleri olan milano gibi, torino gibi şehirlerden çıkması boşuna mı?

    --- alıntı ---
    *

    iki yazısından aktardığım iki kısım da, bugüne göz kırpmıyor mu?

    not: bu yazıları ''yıldız, hilâl ve kalpak'' adlı kitabında bulunmakta kaptan'ın. ben de bir kaç güne kadar buraya aktaracağım.
  • 2
    istek üzerine, yazıları zamanım oldukça buraya aktarayım dedim. ilk olarak 'black stocking / siyah çoraplılar'ı okuyalım, keyifli okumalar:

    --- alıntı ---

    ilk 'tutulduğum' okumak mıydı, futbol mu, yoksa sinema mı, kestiremiyorum; belki üçü birden başladı: çocuk sesi ve afacan dergilerini okur; buck jones ve ken maynard'ın kovboy filmlerini kaçırmazdım; maçları, sektirmeden izliyorum: izmir'dekileri, izmir; istanbul'dakileri, istanbul gazetelerinden: o zaman, izmir'e hayli geç geliyordu, karşıyaka iskelesi'nde, pazar günü oynanmış bir maçın sonucunu alabilmek için, pazartesi öğleden itibaren dikilir; vapurdan, çığlık çığlığa boşalacak, 'müvezzileri' beklerim: ''-...haydi istanbul geldi, istanbul: cumhuriyet, tan, akşam...''

    acaba, bu merak yüzünden mi, anadolu'ya çıkıp da; oradaki çocukların, futboldan habersiz olduğunu görünce, son derece şaşırmıştım: ben ki, ksk'ın ve gs'ın on birini, su gibi ezberden sayabiliyordum; ilgın'daki (konya) akranlarımın, bırakın oyuncuları, doğru dürüst takımları bilmeyişine şaşmaz da, ne yapardım? düşünün hele bir: yıllardan 1936, berlin olimpiyatları'nın yapıldığı yıl; millî takımımız norveç'le oynamış, 4-0 yenilmişiz; bir yıl sonra, ilk 'millî lig' deneyi sayabileceğimiz 'millî küme'nin, 'deplasmanlı' maçları başlayacak; bu çocuklar, elde lâstik sapan, vişne ağaçlarında serçe avlıyor; ya da, komşu bahçelerden, ekşi elma çalıyor: en büyük heyecanları bu!

    futbolun anadolu sathına, neden böyle geç ve güç yayıldığını, epeyce sonra öğrenecektim.

    ........futbol bir 'alafrangalık'tı!..

    türkiye'de futbol ilk defa izmir'de, daha doğrusu bornova'da oynanmıştır, tarihi 1980; istanbul, yanılmıyorsam, dört sene ardından geliyor, kadıköy'deki oynanış tarihiyse, 1894; başka türlü söylersek bu oyunun türkiye'de, şöyle böyle, yüz yıllık bir geçmişi var. yüz yıl, uzun zaman; bu kadar uzun zamanda, neden dolayı gerekli atılımı yapamadığımızın izahı, o tarihte top oynayanların kimliğiyle ilişkili osla gerek; zira izmir'de de, istanbul'da da, sahaya çıkanlar türkler değildi, ingilizler'di.

    futbolu, her gittikleri yere olduğu gibi, osmanlı'ya da ingiliz şirketleri taşımışlar; istanbul'daki ilk lig, galiba 1902'de, üçü ingiliz, birisi rum, dört takım arasında oynanıyor: kadıköy, moda, imogene (ing.), elpis (rum) takımları; bu ligin şampiyonu, imogene olmuştur. aynı tarihte izmir'de panionios, apollon adlı rum takımları, pelop adlı ermeni takımı faaliyet halindedir. yâni her şeyi ile futbol, o kadar 'ecnebi'ye, en azından 'gayr-ı müslim'e ait bir oyundur ki, türkler yanaşamıyor; daha da ilginci, kadıköy'de, o sıralarda ilk türk futbol takımını örgütlemiş olan futbol meraklıları, takımlarına ingilizce ad takıyorlar: 'black stoking / siyah çoraplılar'.

    sonradan türkiye'nin futbol tarihinde önemli roller oynayacak türk takımları, daha sonra kurulmuştur: galatasaray, 1905; fenerbahçe, 1907; beşiktaş, 1910. hem de hepsi, batı'ya dönük, okumuş yazmış kişiler tarafından! başka türlü söylersek, o erken döneminde ülkemizde futbol halkın ilgilendiği bir spor olmaktan çok, bir 'alafrangalık' olarak ortaya çıkmış; sanırım, anadolu'ya yayılmasındaki gecikmede bunun, hiç de küçümsenemeyecek bir rolü olmuştur.

    tabii asıl önemli faktör, toplumun tarım toplumu olması!

    ........okullarda 'futbol yasağı' vardı!..

    o kadar mı? bir başkası daha var, okullarda futbol yasağı; onu, yirmi yıl önce, şöyle anlatmıştım:

    ''...ortaokul'a bir geçtik, rezâlet! kardeşim, okulda futbol, resmen yasak!; spor seviyorsan, ya jimnastik yapacaksın, ya da voleybol oynayacaksın; sonra sonra, -galiba almanlar'ın etkisiyle- bir de hentbol belirdi, o kadar! liselerde futbol yasağını, bu yasak kalkıncaya kadar, havsalam bir türlü almamıştır: gerekçesi neydi? futbol, çocukları avâre ediyor, ders çalışmasını önlüyor türünden, bürokratça -ama budalaca- bir gerekçe; çünkü gerçekten çalışkan ve yetenekli bir çocuğun, futbol oynasa da, sınıfında iyi bir derece tutturduğu çok görülmüş; futbol oynatmamanın, 'tembel'i ders çalışmaya itelediği, asla görülmemiştir.''

    ''...biz önceleri kapıkulu toplumu, tanzimat'tan bu yana bürokrat bir toplumuz ya, futbol gibi 'ayak işlerini' küçümseriz; az buz küçümseme sayılmamalı bu; nice 'ilerici' geçinen aydın bilirim ki, gazetelerden spor sayfalarının kaldırılmasını ister; futbolla ilgilenen, hele maça giden kişileri ayıplar; onları, aşağı türden başka insanlarmış gibi hor görür. yanıldıkları kesindir, bir kere futbol nerede, ne zaman ortaya çıkıyor, bir baksınlar; oyunun, spor olarak kesin kurallarını alması ve yaygınlaşması, batı avrupa'da sanayi toplumunun belirginleşmesiyle koşuttur; böyle olması da normal, çünkü futbol bir ekip disiplini içerir, ekip disiplini ise, ancak bir fabrika üretiminde oluşmaktadır. zaten en eski, en ünlü takımların tersane, dok, fabrika olması boşuna mı? demek ki futbol, sanayi toplumuyla birlikte ortaya çıkmış bir spor; üstelik, tenis, golf, binicilik ve benzerleri gibi doğuşundan başlayarak, daha çok 'ayrıcalıklı' sınıfların değil, halk kalabalıkların sporu; öyleyse, böyle bir spora burun bükmek, niye?..'' (dünya, 24 aralık 1978)

    bereket versin, 40'lı yıllardan itibaren, bu anlamsız futbol yasağı kaldırıldı; lisesi bol vilâyetlerde, liselerarası futbol liglerine bile geçildi; bu manada 50'li yıllar, anadolu 'pazarının' iletişim ve ulaşım sayesinde bütünleşmesi yılları olduğundan, bu sporun yurtta kök salmasına, hem etkili, hem yararlı olmuştur.

    ........'zehirlenmeyen' kaldı mı?

    yüz yıllık maceradan sonra, türk futbolunun geldiği yer, iyi midir kötü müdür? kötü sayılabileceğini sanmıyorum. kötü olan, futbol kulüplerinin yönetim şeklinin ve profesyonelliğinin; -tıpkı işadamlığı gibi,- yarı mafioso, yarı üçkâğıtçılık, acayip kurallarla işlemesi; spor media'sının da, bunu şiddetle eleştirecek, sporun spor gibi yapılmasını savunacak yerde; en kötü paparazzi yöntemleriyle çalışıp, tam tersine, körüklemesidir. her futbol mevsimi, bir kaç örneğini görüyoruz. nasıl siyasi habercilikte, haber önce 'yandaş' (taraftar) yoruma, sonra 'yandaş' dedikoduya dönüştüyse; futbol haberciliğinde de, haber önce 'yandaş' bir yorum niteliği kazandı, sonra da, 'yandaş' dedikoduya dönüştü: adeta 'sorumsuzluk', kural; ortalıkta öyle bir curcuna hüküm sürüyor ki, bu arada ciddiyetini ve meslek haysiyetini korumaya çalışan futbol yazarları, kim vurduya gidiyor. bunun, siyaset hayatımızı olduğu gibi, futbol yaşantımızı da zehirlediği, daha da zehirleyeceği, pek açık meydandadır.

    şu hakan'ın transfer olayına, bir baksanıza! zehirlenmeyen kaldı mı? düşünüyorum da bazen, meraklısı bu olaydan -üstelik hem sosyal, hem ekonomik, hem de beşeri boyutları sağlam işlenebilecek- ne sert ve acımasız bir film çıkarabilirdi!..

    --- alıntı ---
    *

    uh. yorucu oldu ama, tekrar baştan sona okumak benim için de epey keyifli oldu. önümüzdeki boş vakitlerimde diğer ikisini de aktarırım.
  • 4
    bu gün 8. ölüm yıl dönümüdür. daha doğrusu, dün idi, ama bu gün cenazesi kalkmıştı. bu vesileyle kaptan'ın galatasaray dergisine kasım 2003'te verdiği bir röportajı koyalım. baba gündüz'den metin oktay'a, metin oktay'dan fatih terim'e, sadri alışık'a, orhan kemal'e, kaptan'ın galatasaraylı olma hikayesine kadar bir çok konu geçiyor. çok keyifli bir röportaj, buyrun:

    --- alıntı ---

    (gbkz: siz karşıyakalı olarak da tanınıyorsunuz ama okurlarımız, nasıl galatasaraylı olduğunuzu merak edeceklerdir... )
    1930’lu yıllarda aramızda bir adet vardı. herkes bir şehirden takım tutardı. izmir’de kaf sin kaf’lıydık. ama istanbul’dan da bir takım tutmamız lazım geliyor çünkü o zaman türkiye ligi yok; ben galatasaray’ı tuttum. londra’dan da takım tutuyorduk, oradaki takımım da arsenal’di. adet böyleydi o yıllarda. galatasaray’ı niye tuttuğuma gelince; otuzlu yıllarda bir fenerbahçe maçında galatasaray açık farkla yenilmişti. güçsüzün yanında olma psikolojisinden mi ne bilmiyorum, sonra ilan ettim, ben bu adamlardan yanayım diye. sonra bizim kaf sin kaf’lı arkadaşlarla kavga etmeye başladım tabii. çünkü, sarı-kırmızı renkler aynı zamanda göztepe’nin de renkleriydi. bizim çocukların da allerjisi var tabii göztepe’ye. onlar da yavaş yavaş alışmışlardı bu duruma. sürekli galatasaray’ı düşünüyordum ben ama geldim gördüm ki, kafamda yarattığım imgeyle hiç ilgisi yok burada gördüklerimin. halkın takımı değildik çünkü. eyvah dedim kendi kendime, bu adamlar çok alafranga. bir çare bulmak lazım. işte o çareyi gündüz kılıç bulmuştu.

    (gbkz: daha sonra gündüz kılıç’a geri döneceğiz ama niçin halkın takımı değil diye düşünüyordunuz galatasaray için? )
    bilinçli olarak işin içine girdiğimde farkettim ki, türkiye’de fransız sermayesinin ve fransız misyonerlerinin kurduğu bir okulda yetişen çocuklar, aristokrat bir hava içinde böyle bir takım kurmuşlardı. seyircileri bile farklıydı. dolayısıyla halka mal olmadığı için de yürümüyordu işler. işte gündüz kılıç’ın başarıları burada çok önemli bir iş yapmıştı. üç büyük takım içinde üçüncülükten yukarı çıkamıyorduk. hele 40’lı yıllarda beşiktaş, hepimizin anasını ağlatıyordu. üst üste durmadan şampiyon oluyorlardı. çok iyi hatırlıyorum o günleri. şeref stadı’na gidiyoruz ama "bu inekler gene bizi yenecek, dur bakalım kaç tane yiyeceğiz" diyorduk hep.

    sizin futbolla ilişkiniz nasıl başladı, ne zaman sevdiniz onu?
    şöyle ki. o yıllarda gayri federe kulüpler izmir’de çok etkiliydi. bunlardan birinin adı yıldırımspor’du. yıldırmspor, yeşil-kırmızı forması olan ve aslında karşıyaka’nın paf takımı gibi çalışan bir kulüptü. oradan çıkan çocukların hepsi birinci takıma geldiler. tesadüf bu ya, benim evimde karşıyaka stadı’nın burnun dibinde. sabahtan akşama kadar oradaydık. kısacası tek iştigalimiz top oynamaktı bizim.

    hangi mevkide oynuyordunuz?
    ben kaleciydim hep. çok seviyordum kaleciliği. maçlarımız 12’de bitiyordu, 6’da halftaym oluyordu. gazozunaydı tabii maçlar. yalnız kadere bak ki, nasıl istanbul’da galatasaray yeniliyorsa, karşıyaka’da da hep yıldırımspor yeniliyordu. bir keresinde kalenin arkasında seyrediyordum maçı. birden arkadan birilerinin güldüğünü farkettim. döndüm baktım ki bir takım insanlar beni seyrediyorlar. çünkü ben olduğum yerde şutu çekiyorum, pas veriyorum, kalecilik yapıyorum... sahada ne yapıyorlarsa bizimkiler, aynısını ben de yapıyorum. futbol aşkının başladığı yıllardı işte. sonra gelip bir de bizim arka bahçede top oynardık. kocaman maşrapalarla su içtiğimizi hatırlıyorum. o kadar çok susardık ki. şimdi ne o yalı var orda, ne de onun büyük arka bahçesi.

    bu arada istanbul’a gidip geliyordunuz herhalde...
    çocukluğumda gelişlerim olurdu istanbul’a. ama çok küçük olduğum için pek birşey anlamıyordum istanbul’dan. otuzlu yıllarda izmir’de hali vakti yerinde olan insanlar yaz tatillerini istanbul’da geçirirlerdi. yani şimdikinin tam tersine. babam da her yaz bizi gül cemal vapuruyla, ki o aslında iki bacalı bir transatlantik’ti, istanbul’a getirir, yakacık’ta tatilimizi yapardık. edindiğim izlenimler vardı yalnızca. birincisi, bu şehir pisti hala öyle. ikincisi, bu şehir karanlık, çünkü siyah ahşap evler karartıyordu şehri. üçüncüsüyse, bu şehir çok kalabalıktı. istanbul’u uzun bir süre beğenmedim ben. hep izmir’i tercih ederdim. ama sonra bunun neden olduğunu da buldum. izmir bir akdeniz şehri idi. istanbul ise balkan şehirlerine benziyordu. onun için izmirliler buraya geldiklerinde yadırgıyor biraz.

    işık lisesi’nden, burada gittiğiniz ilk maçtan bahseder misiniz bize?
    işık lisesi bildiğiniz üzere galatasaray lisesi’nin kardeş lisesiydi. izmir’den gelmiş biri olarak galatasaray’ı daha içerden tanımaya başlamıştım. bülent-reha eken kardeşler de oradaydı. hatta bülent bizim muallim muavinimizdi. oturup maçları konuşurduk. ilk gittiğim maç yine şeref stadı’nda idi ama şimdi hatırlamıyorum hangi maç olduğunu. aklım başıma gelip istanbul’a geldiğimde işık lisesi’nde özel izinle okuyordum ben. solcu diye okuldan kovulmuştum çünkü. bir sürü macera geçmişti başımdan. düşünün hapise girmiş çıkmış bir adam buraya geliyor, galatasaraylı oluyor ama bir bakıyor ki herkes burjuva. tabii bende müthiş bir hayal kırıklığı. beşiktaş seyircisine bakıyorum, aslında orda olmam gerekiyor, bana daha yakınlar diyorum ama gel gör ki ben çok fena galatasaraylı olmuşum. galatasaray halk nezdinde popüler hale gelinceye kadar bu rahatsızlık devam etti bende. ama hiç bırakmadım galatasaraylılığı.

    kimlerle gidiyordunuz maçlara?
    mesela 1960’larda sadri alışık’la maçlara giderdik. başımızdan geçen bir olayı anlatayım sizlere. bir gün yanımızda dolapdere’de doğrultmacılık yapan ermeni bir arkadaşımız, boğazda balıkçılık yapan bir arkadaşımız ve rum kökenli bir dişhekimi arkadaşımız olduğu halde maça gittik. o yıllarda da adım iyi kötü ortaya çıkmıştı. bu ermeni arkadaşımız da halftaym olunca ekmek arası bişeyler yaptırmaya gitti. dikkatimizi çekti. sanki kavga çıkacakmış gibi bir tartışma oluyordu. biz de dikildik tabii, bakıyoruz. neyse arkadaşımız elinde ekmeklerle geldi. n’oluyor orada dedik. "yok be ağabey" dedi. oradaki o herif var ya, ‘şairdir o adam’ dedi. ‘ne demek şair, o adam gibi adamdır’ dedim ben de". o kadar hoşuma gitmişti ki bu olay benim. halkın bakış açısı buydu aslında. oraya gelmişiz, galatasaray için avaz avaz bağırıyoruz ama hayır işte; taraftarsın orada.

    türk futbolunun bu değişiminde galatasaray’ı nerede görüyorsunuz?
    bizim halkımız futbolda başarıyı çok önemsiyor. çünkü diğer konularda başarısızız. yani dışarıda kendimizi gösteremiyoruz, bilakis taklit ediyoruz. futbola dair yenmek yenilmek meselesi söz konusu olunca, bu halkın kulakları dikiliyor. futbolda hep yeniliyorduk. ama artık durum değişti. özellikle galatasaray değiştirdi bu gidişatı. futbol anlayışımız değişti. bakın size fıkra gibi bir hikaye anlatayım. beton mustafa, milli takım’da iken birgün maç yapacaklar. o zaman antrenör de bir yabancı. hoca tahtanın başına geçmiş, planlar, şemalar anlattıkça anlatıyor. bittikten sonra mustafa bir süre çok düşünceli duruyor. tercümanın yanına gidiyor ve "söyle ona benim adamım kim?" diye soruyor. işte biz böyle futbol oynuyorduk. futbolun kendine göre bir diyalektiği var ve o yıllarda bunu katiyen anlamış değildik.

    toplum olarak futbolu çok sevdik diyebilir miyiz?
    futbolu çok sevdik çünkü, biz ciriti de seviyoruz. bizim yapımızda grup anlayışı, grup rekabeti var. futbolun yapısı bizim toplumumuzda karşılığını çok güzel buldu.

    ama gençliğinizin galatasaray’ı biraz üzmüş sizi galiba?
    ne yalan söyleyeyim. üzdü vallahi. bizim çocukluğumuzda yıldız takım fenerbahçe’ydi. beşiktaş, ancak kırklı yıllarda çok başarılı bir takım kurarak gündeme gelmeye başlamıştı. mesela bizim hiç iyi kalecimiz olmuyordu o yıllarda. turgay gelince kurtardık paçayı. kendisiyle sohbetimiz vardır. bir gün turgay’a "kaleciler 0-0 giden bir maçın son dakikalarında penaltı atılacağı zaman ne düşünür?" diye sormuştum. turgay da "yapma yahu, çok zor bir soru bu" demişti.

    gündüz kılıç neyi başarmıştı gerçekte size göre?
    gündüz, o yıllarda galatasaray’ın üç büyüklerin içinde hatırı sayılır bir yer edinmesine neden olmuştu. bu seyirci sayısını da çok etkilemişti. bu da başarıyı etkiledi çünkü, bizim o kibar seyircimiz takımı coşturamıyordu. bu yeni oluşmaya başlayan taife ise her türlü etkileyebiliyordu sahadaki çocukları. neticede o kalabalık geldi ve galatasaray halkın takımı oldu. galatasaray’ın başarısı gündüz kılıç’la başladı derken aslında bunu söylüyorum. galatasaray’ın dramı da bu şimdi. artık popüler bir takım var ve bu takım türkiye’nin takımı. böyle bir takımı yönetmenin de kuralları daha başka tabii.

    attila ilhan küfrediyor muydu maçlarda?
    elbette ediyordum. hem de en usturuplusundan. ayıptır söylemesi ben biraz külhanbeyimdir. mahallemizden geçen delikanlılarla az çatışmamız olmamıştır yani.

    galatasaray’ı bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
    bu seneyi saymazsan galatasaray son üç sene içinde çok güzel top oynadı. renk veriyor. seyrederken hoşlanıyorsunuz. eskiden biz bir ingiliz takımıyla oynayacağız ve yedi tane yemeden döneceğiz; böyle birşey yoktu. şimdi berabere kalınca ‘tüh be’ diyoruz. buralara getirdiler bizi. bu çocuklar yaptı bunları. ve bu çocuklar da halk çocuklarıydı.

    (gbkz: edebiyat dünyasının, aydınların futbolu, sporu pas geçtiğini söyleyebilir miyiz? )
    bana sorarsan onlar yabancı. türk değil onlar. türk gibi yaşamıyorlar. kendileri dar bir dünya içinde, birbirlerini yağlayarak, ‘aman sen daha iyisin’ şeklinde, durmadan kafa çekerek yaşıyorlar. bence bu türkiye’yle beraber yaşamak falan değil. ben oralarda katiyen görünmeyen bir adamımdır ama hiç ummadığın bir yerde, bir maçta beni görürsün. giderim, gizlice seyrederim. televizyonda programda yaptığım için insanlar şimdilerde daha çok tanıyorlar beni. ne maçı seyredebiliyorsun, ne de bağırabiliyorsun. eskiden daha rahattım doğrusu.

    siz hiç futbolu eserlerinizde kullanmayı düşündünüz mü?
    bir keresinde romanlarımdan birinde bir futbolcuyu kahraman yapmıştım. eski futbolcunun dramı büyüktür, hele biraz tanınmış biri olmuşsa. bir kez metin oktay’ı görmüş ve çok üzülmüştüm. çünkü metin çok hassas biriydi. futbolculukta mankenlik gibi, balerinlik gibi belirli bir yaşa kadar yapılabilen bir meslek. şöhret oluyorsun ama yaşın otuza geliyor ve birden yok oluyorsun. hayatın içinden enterasan tipler bunlar. yanılmıyorsam "ver elini istanbul" filminde de feriköylü bir futbolcuyu oyuncu olarak oynatmıştım. bu malzemeyi kullanmayı ihmal etmedim ama zaten spor dünyasını ihmal etmemek lazım gelirdi. edebiyat dünyasının büyük kusurlarından birisi bunların içinde yer almamasıdır, bu malzemeyi pas geçmesidir. aramızdan futbol oynayanlar da vardı. samim kocagöz, orhan kemal mesela. yanlış hatırlamıyorsam orhan, adana idmanyurdu’nda oynamıştı.

    (gbkz: avrupa’da, örneğin ingiltere’de futbol, çok hayatın içinden, sosyal bir faaliyet alanı olduğu için sanatsal ürünler sıkça çıkıyor... )
    bizde edebiyatçılar hayatın dışında olduğu için böyle oluyor. bizim edebiyatçıların bildiği yer cihangir’dir, beyoğlu’dur. saksı da yetişmemek için, yazdıklarının gerçek olabilmesi için elimden ne geliyorsa yaptım ben. benim yazdığım herşey hayatın içinden geliyor. aksi bir şey olursa, o dakikada tanır okur. sen oturup ahkam kesiyorsun. ömründe maç görmemişsin, maça bok atıyorsun olur mu böyle birşey? bir kere git o hayatı yaşa, o heyecanı gör. oğlan yeniliyor diye kendini jiletliyor. bu beşeri bir aksiyon. bu bir heyecan, hayatın içinden bir şey. ama sen bunları bilmiyorsun.

    peki metin oktay galatasaray’ın popülerleşmesinde nerede duruyor?
    metin oktay’ın da galatasaray’ın popülerleşmesinde etkisi oldu tabii ama yine gündüz vardı o takımın başında. takım ruhu diye birşeyden söz edecek olursak bunu galatasaray’a getiren isim gündüz kılıç’tır diyorum. o zaman hepimiz takımla özdeşleşmeye başladık. daha evvel öyle birşey olmuyordu. geçen seneki fenerbahçe taraftarları gibiydik. durmadan kötülüyorlardı takımı, hocayı. biz de durmadan yeniliyorduk be kardeşim yahu. işte, gündüz zamanında yenmeye başladık bunları. gündüz, harp meydanından gelmiş bir isimdi. zaten öyle olmadı mı, çok dil uzatırlar sana.

    fatih terim’in de benzer bir tarafı var...
    elbette. fatih’in de böyle bir yanı var. fakat gündüz’ün daha sessiz, daha sakin öfkesini kontrol edebilen bir yanı da vardı. fatih’in de karizması çok güçlü. futbolcu üzerinde çok tesirli bir kişilik.

    galatasaray’a dair edebi bir çalışma düşünmediniz mi hiç?
    aklıma gelmedi böyle birşey. futbolla ilgili bir şiir, roman olabilir belki ama sadece galatasarayla ilgili bir çalışma oldu mu iş değişir. o zaman fenerli birinin sizi alıp okuması diye bir şey söz konusu olamaz.

    galatasaray’ın maçlarına gidebiliyor musunuz?
    şu aralar maça gitmem yasak, çünkü bir enfarktüs geçirdim. yoksa fırsat buldukça hep gittim maçlara. televizyondan maç seyretmeyi sevmem ben. size maç üzerinde ukalalık yapma fırsatı veriyor televizyon. maç seyretme zevki vermiyor. durduğunuz yerden ahkam kesmeye başlıyorsunuz; ulan sen oraya çık da göreyim ben bir seni, o topa öyle mi vurulurmuş, böyle mi vurulurmuş! bekara hanım boşamak kolay tabii. vallahi çocuklar, gördüğünüz gibi galatasarayla ilgili herşeyi takip etmeye çalışıyorum. 78 yaşındayım. futbolun iyi taraflarından biri de budur işte. siz gençlerle de konuşabiliyoruz böylece.

    geleceği nasıl görüyorsunuz?
    avrupa’da daha çok kupalar alacağımızı düşünüyorum. çünkü batı avrupa’da elle tutulur, belirgin bir gerileme var. o da batı avrupa’da ki nüfusun yaşlanmasıdır. bundan yirmi-otuz sene sonra alman parlementosunda türkler dörtte üç oranla temsil edilirlerse şaşmayın. kaç avrupa takımında, kaç türk futbolcu oynuyor bir bakmak lazım. eskiden böyle şeyler hayallerimizdi bizim. türkiye, cumhuriyet olduğu zaman mustafa kemal paşa’nın bize gösterdiği hedef muassır medeniyet seviyesidir. dikkatinizi çekmek istiyorum. mustafa kemal paşa burada batı medeniyeti demiyor, çağdaş medeniyet diyor ve bunun nerede olacağı belli olmaz. bir tarihte batıdaydı, bir tarihte doğuda olabilir. zaten oraya doğru da kayıyor. aslında bizim yerimiz de orası. batıda olamıyoruz bir türlü ama onlarla yarışmamız bizi geliştiriyoruz. bunu türkiye’de ilk gösteren kurum futbol olmuştur. ilk defa olarak türk antrenörleri çağdaş manada topun nasıl oynanacağını öğrendiler ve uyguladılar. darısı şairlerin başına diyeyim. galatasaray bu konuda çok büyük işler başardı ve ben bundan gururlanıyorum. mustafa denizli ve arkasından fatih terim bu gelişmeyi kavradılar ve uygulamaya başladılar. şimdi arkası da geliyor. avrupa’da var olmaya başaranlar ilk olarak futbolcularımız olmuştur, aydınlarımızın beğenmediği futbolcularımız.

    --- alıntı ---
  • 8
    toprağı bol olsun,sağlam galatasaraylı en güzel aşk şiirlerinin mümessili,bugünkü galatasarayı izlese muhtemelen o muazzam "emperyal otelinden" birkaç pasajı şöyle atfederdi hamza hamzaoğluna.

    ben hiç umut gibi kazmasını görmemiştim
    ey hamzaoğlu bu kazmayı hala oynatıyorsun itirazim var
    brumayla kanatlardan bindirecektin
    emre çolak kadro dışı kalmayacaktı
    aziz çıldıracak,rıdvan ağlayacak,güntekin somurtacaktı
    semih ıskalamayacak,stancu kalbimize indirmeyecekti
    duvardaki saat durmayacaktı
    taraftarın kalbi kendiliğinden durmayacaktı
    ben hiç böyle boktan bir kadroyla gelen şampiyonluk görmemiştim
    hepsine koydun,hepimizi yanılttın
    vurdun kanımıza girdin kabulümüzsün.

    dip edit : şiirin orjinali için http://www.siirdemeti.com/siir_p.asp?siirno=217
  • 9
    15 haziran 1925 günü memlekete güneş gibi doğmuş olan ve aynı zamanda galatasaray taraftarı şairlerin şairi. roman, hikaye, deneme, köşe yazısı, eleştiri, senaryo, tiyatro ve tabii ki şiir alanlarında edebiyatımıza hizmet vermiş, modern türk edebiyatı'nın belki de en önemli parçası. izmir'li aynı zamanda, menemen doğumlu, atatük lisesi'nde okumuş ve burada birinci sınıfa devam ederken sevdiği kıza nazım hikmet şiirleri mektuplarken yakalanınca 1941 şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklanmış ve okuldan uzaklaştırılmıştır. üç hafta gözaltında kalıp iki ay hapiste yatmış, türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kalmıştır. danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazanır ve istanbul işık lisesi'ne yazılır.

    lise son sınıftayken önemli bir şiir yarışmasını önemli şairleri geride bırakarak ikinciliği kazanır ve türkiye tarihinde bırakacağı izlerin ilk adımı bu olur. 1948 yılında nazım hikmet'ikurtarma hareketi için paris'e yerleşir. burada önemli tasvir yetenekleri, insan profilleri, batı kültürü gibi edinimler kazanır. türkiye'ye döndüğünde tanınmış bir şairdir, başı sık sık polisle derde girer. 1950'li yılları izmir- paris- istanbul arasında geçer. 1970'lerde istanbul'a yerleşir. burada istanbul'a aşık olacaktır. bu aşk ise 10 ekim 2005 tarihinde ebediyete taşındı. arkada acıklı hikayeler, kalp acıtan şiirler bırakarak...

    karşıyaka spor kulübü ve galatasaray üzerine de iki kelam etmiştir, aynen aktarıyorum:

    --- alıntı ---
    niye öteki taraftarlar, altay lı, ya da altınordu lu oluyor da; biz, karşıyakalı taraftarlar, kaf sin kaf lı oluyoruz? bunu bir türlü anlayamıyordum. çocukluğumun, bulmacalarından biri: karşıyaka'dayız (izmir); o semtin takımı, ksk ; o yıllarda kimse karşıyaka demiyor, adını anmak için; ille kaf sin kaf diyeceksin: âdet bu!.

    1930 lu yıllar. yıldırımspor'un asım'lı, kör hikmet'li, göbek hidâyet'li zamanı. bu takım federe değil, karşıyaka'nın genç takımı gibi, bir mektepli takımı; başlıca rakibi alaybeydir ki, o naldöken palamut fabrikasındaki, bazı işçilerin de oynadığını sandığım, bir halk takımıydı. duvarların tepesine çıkıp, yıldırımspor/alaybey maçlarını seyrettiğimiz; eski mahfel'deki, uyduruk (toprak) sahada; ağabeylerden birisi, muammayı benim için, yarı yarıya çözmüştü:
    kulübün adı karşıyaka spor kulübü, baş harfleri ksk , eski alfabeyle okudun mu, kaf sin kaf! işte o kadar!

    golden ya da galibiyetten sonra, taraftarların coşturucu bağırışı da, zaten bunun üzerine kurulmamış mı? kafkafkaf sinsinsin kafsin kafsin kaf ! o yıllarda öteki izmir takımlarının böyle özel bir bağırış biçimleri yoktu; ya ya ya, şa şa şa diye bir ağızdan bağırıp, futbolcularını yüreklendiriyorlar; doğrusu, bizim farklı bağırış tarzımız, hoşuma gidiyor ama; sebebini de merak etmiyor değilim: meğerse, neymiş!

    batı özentisi olmak ya da olmamak!

    bunu galatasaray taraftarı olunca anladım. ne yâni döneklik mi yapıyoruz? hayır, o zaman türkiye ligi
    oynanmıyor, çünkü imkânsız; ne ulaştırma var, ne ulaşım, yollar berbat, deplasman, akla ziyan bir iş!
    o yüzden büyük şehirlerin, kendi ligleri oynanıyor: izmir, ankara, istanbul vs. her şehrin çocuğu, kendi
    liginden bir takıma sahip çıkıyor ama; ülkeye istanbul basını hâkim olduğundan, istanbul ligini de izlemeye
    adeta mecbur; öyle ki, aramızda, izmir'dekinden başka, bir de istanbul takımını desteklemek âdet
    oluyor.

    ben galatasaray'ı seçmiştim, neden seçmiştim, bunun ayrı ve duygusal bir nedeni vardır; ama seçtiğim anda,
    şaşırdım; bu takım taraftarı da oyuncusunu, -aynen ksk gibi- özel bir tekerlemeyi bir ağızdan tekrarlayarak coşturuyordu;
    üstelik, tuhaftı da bu tekerleme: "re re re, ra ra ra, gas'saray, gas'saray cim bombom"! ne yalan söylemeli, öğrendiğimde bunu, türkçeden çok frenkçe sanmıştım. istanbul'da uzun bir gençlik yaşantısı olan babama söylediğim zaman, bana hak verdi: "- ...benzer" dedi, "- ...mekteb-i sultani'nin takımıdır o, tedrisâtı fransızca olan bir mektep, şehzadeler için açıldığı rivâyet edilirdi, hâlâ da memleketin en iyi mektebidir!"

    futbol tarihimizi kurcaladıkça, muammayı büsbütün çözer gibi oldum. galatasaray, türkiye'nin en eski
    futbol kulübüdür.

    --- alıntı ---

    birkaç şiirini de bu yazıma eklemek isterim:

    nasıl bir sevdaysa

    ay çok mu gecikti neredeyse çıkar
    sen yalnızlığıma varır varmaz
    az sonra yağmuru durduracaklar
    rüzgârı değiştirdim
    ustura ağzı poyraz
    yok canım yıldızları unutmadık
    mutlaka yerlerinde bulunacaklar
    kenarı yaldızlı mavi bir karanlık
    sütlü çıplaklığını örtecek kadar
    senin için olduğu asla bilinmeyecek
    yapraklarını birden dökecek dutlar
    şafak sökerken sekiz on kadar şimşek
    balkonda işlemeli müstesna bulutlar

    ayak bastığın an şehir de değişebilir
    yoksa moskova mı
    belki berlin belki dakar
    belki 30’lardan mehtap yorgunu izmir
    körfez’de şerefine donatılmış vapurlar
    nerede ne zaman kaç kere yaşadık
    nasıl bir sevdaysa eskitememiş yıllar
    bitirdiğimiz her şeye yeniden başladık
    dudaklarımızda birbirimizden mısralar

    an gelir

    an gelir
    paldır küldür yıkılır bulutlar
    gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
    o eski heyecan ölür
    an gelir biter muhabbet
    çalgılar susar heves kalmaz
    şatârâbân ölür

    şarabın gazabından kork
    çünkü fena kırmızıdır
    kan tutar / tutan ölür
    sokaklar kuşatılmış
    karakollar taranır
    yağmurda bir militan ölür

    an gelir
    ömrünün hırsızıdır
    her ölen pişman ölür
    hep yanlış anlaşılmıştır
    hayalleri yasaklanmış
    an gelir şimşek yalar
    masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
    direkler çatırdar yalnızlıktan
    sehpada pir sultan ölür

    son umut kırılmıştır
    kaf dağı'nın ardındaki
    ne selam artık ne sabah
    kimseler bilmez nerdeler
    namlı masal sevdalıları
    evvel zaman içinde
    kalbur saman ölür
    kubbelerde uğuldar bâkî
    çeşmelerden akar sinan
    an gelir
    lâ ilâhe illallah
    kanunî süleyman ölür

    görünmez bir mezarlıktır zaman
    şairler dolaşır saf saf
    tenhalarında şiir söyleyerek
    kim duysa / korkudan ölür
    tahrip gücü yüksek
    saatlı bir bombadır patlar
    an gelir
    attilâ ilhan ölür

    ve bu da kendi sesinden ''üçüncü şahsın şiiri'':https://www.youtube.com/watch?v=uPTUDMaxDPI

    gerçek aydın, gerçek insan! senin gibiler ölmez üstadım senin gibiler ölmez. ruhun şad olsun...
  • 10
    bugün ölüm yıldönümü olan galatasaraylı şair.

    kendi kaleminden kaf sif kaf deyiminin hikayesi;

    --- alıntı ---

    neden kaf sin kaf?

    niye öteki taraftarlar, altay'lı, ya da altınordu'lu oluyor da; biz, karşıyakalı taraftarlar, kaf sin kaf'lı oluyoruz? bunu bir türlü anlayamıyordum. çocukluğumun, bulmacalarından biri: karşıyaka'dayız (izmir); o semtin takımı, ksk; o yıllarda kimse karşıyaka demiyor, adını anmak için; ille kaf sin kaf diyeceksin: âdet bu!

    1930 lu yıllar. yıldırımspor'un asım'lı, kör hikmet'li, göbek hidâyet'li zamanı. bu takım federe değil, karşıyaka ın genç takımı gibi, bir mektepli takımı; başlıca rakibi alaybey dir ki, o naldöken palamut fabrikasındaki, bazı işçilerin de oynadığını sandığım, bir halk takımıydı. duvarların tepesine çıkıp, yıldırımspor/alaybey maçlarını seyrettiğimiz; eski mahfel deki, uyduruk (toprak) sahada; ağabeylerden birisi, muammayı benim için, yarı yarıya çözmüştü:
    kulübün adı karşıyaka spor kulübü, baş harfleri ksk , eski alfabeyle okudun mu, kaf sin kaf! işte o kadar!

    golden ya da galibiyetten sonra, taraftarların coşturucu bağırışı da, zaten bunun üzerine kurulmamış mı? kafkafkaf sinsinsin kafsin kafsin kaf ! o yıllarda öteki izmir takımlarının böyle özel bir bağırış biçimleri yoktu; ya ya ya, şa şa şa diye bir ağızdan bağırıp, futbolcularını yüreklendiriyorlar; doğrusu, bizim farklı bağırış tarzımız, hoşuma gidiyor ama; sebebini de merak etmiyor değilim: meğerse, neymiş!

    batı özentisi olmak ya da olmamak!

    bunu galatasaray taraftarı olunca anladım. ne yâni döneklik mi yapıyoruz? hayır, o zaman türkiye ligi oynanmıyor, çünkü imkânsız; ne ulaştırma var, ne ulaşım, yollar berbat, deplasman, akla ziyan bir iş! o yüzden büyük şehirlerin, kendi ligleri oynanıyor: izmir, ankara, istanbul vs. her şehrin çocuğu, kendi liginden bir takıma sahip çıkıyor ama; ülkeye istanbul basını hâkim olduğundan, istanbul ligini de izlemeye adeta mecbur; öyle ki, aramızda, izmirdekinden başka, bir de istanbul takımını desteklemek âdet oluyor.

    ben galatasarayı seçmiştim, neden seçmiştim, bunun ayrı ve duygusal bir nedeni vardır; ama seçtiğim anda,
    şaşırdım; bu takım taraftarı da oyuncusunu, -aynen ksk gibi- özel bir tekerlemeyi bir ağızdan tekrarlayarak coşturuyordu;
    üstelik, tuhaftı da bu tekerleme: "re re re, ra ra ra, gas'saray, gas'saray cim bombom"! ne yalan söylemeli, öğrendiğimde bunu, türkçeden çok frenkçe sanmıştım. istanbul'da uzun bir gençlik yaşantısı olan babama söylediğim zaman, bana hak verdi: "- ...benzer" dedi, "- ...mekteb-i sultani nin takımıdır o, tedrisâtı fransızca olan bir mektep, şehzadeler için açıldığı rivâyet edilirdi, hâlâ da memleketin en iyi mektebidir!"

    futbol tarihimizi kurcaladıkça, muammayı büsbütün çözer gibi oldum. galatasaray, türkiye'nin en eski
    futbol kulübü: alafranga, kendisini batılı sayan bir kremanın takımı; esasen o tarihte futbol da, alafranga komprador kültürüne dahil bir spor gösterisi; dahası bu takım, payıtaht taki ecnebi ve ekalliyet futbol takımlarına özenilerek kurulmuş; alafrangalığını bir şekilde göstermesi lâzım: türkçenin fonetiğine ters bir teşçi sloganıyla bunu yaptığını sanıyor. ksk, eskilikte galatasaray ın izmir'deki muadili(1912), işin ilginç yanı, o da izmir'deki ecnebi ve ekalliyet (meselâ, paniyoniyon) takımlarına özenilerek tesis edilmiş; fakat ilkinin tersine, izmie'dekilerin teşçi bağırışı alafranga değil; onlar alaturka yı seçiyor; "ya, ya, ya / şa, şa, şa" demiyorlar ama,
    osmanlı alfabesine dayanarak, günümüzde bile geçerli olan bağırışı buluyorlar: kaf kaf kaf sin sin sin .

    galatasaray'ın tutumunda, bir bakıma j.m. albertini nin azgelişmişliğin mekanizmasında altını kalın kalın çizdiği, seçkinci alafrangalığa ciddi bir özenti seziliyor; ksk'yi seçtiğindeyse, o özentiye ciddi bir direniş...

    böyle temel bir tesbit...

    attila ilhan

    --- alıntı ---
  • 11
    gençligimde siirleriyle, romanlariyla ve siyasi yazilariyla büyüdüm. bir gün kendisine "ben sizin hayraninizim, su kadar kitabinizi okudum" diye yazdim, birkaç gün sonra telefonum çaldi, "yav sen daha bu yasta neredeyse tüm yazdiklarimi okumussun, gel de bir bulusalim" dedi. bulustuk ve harbiye'deki divan pastanesi'nde neredeyse iki saat sohbet ettik, hayatimin en mutlu günlerinden biri olarak kalacaktir. tuhaftir ki galatasarayli oldugunu daha yeni ögrendim, sözlükteki renktaslar sagolsun. bu vesileyle kendisini rahmetle aniyorum.
App Store'dan indirin Google Play'den alın