• 396
    "futbolda senin doğrun önemli değil. tabaktaki helva(sahadaki futbol) önemli!" (yazidaki unlem bana ait degil. madem unlem var bu analoji uzerinden konusacagiz)

    sozluge yazmaya baslamadan once burayi okumamin sebebi az sayida da olsa futbol analizi yapan kisilerin olmasiydi. resmen tesaduf eseri yazar oldugumda ise yapmak istedigim sadece bu adamlarla beraber futbol analizleri yapmakti. futbolun tek dogrusu yoktur sonucta ve benden farkli dusunen ve benim goremedigimi gorebilen kisilerle konusmak bana cok sey katacakti. bu futbol analizlerini konusmak istedigim kisilerden biriydi extensor da. futbola yaklasimimiz farkli olsa da oyun ici cikarimlari vardi ve bu benim icin cok degerli. (bkz: hamza hamzaoğlu/#1834666) bu yazsini ise hayal kirikligi icinde okudum. hatta sunu cok rahat soyleyebilirim, kiro ile ilgili yazdigi yazi da bile destek olmustum kendine, bilgi bastan sona hatali oldugu halde ancak bu yazdigin bugune kadarki en kotu yazin. ne kadar yanlis oldugunu 3 baslik altinda anlatmaya calisacagim.

    beraber maca gitmisligimiz ve oturup icmisligimiz de oldugu icin rahatca konusabilirim sanirim, bana kizacagini sanmiyorum. cunku bu yazi elestiri yazisi degil, sitem yazisi olacak. cunku benim bu sozlukte yazmaya baslarken heyecanlanmama sebep olan analiz yazilari yerine cok uzun suredir istatistik paylasip istatistigi yorumlayip, futbol bilimi iceren yorumlara zerre yer vermiyorsun. bu yazdigin yazida da google'da aratip karsina cikacak sayilardan baska hicbir sey yok. ki bunda da isine geldigi gibi yorumlamissin verileri. bunu da futbol bilimi icinde degil, istatistik bilimi icinde yapmaya calismissin. ki bunda da hata var. buradan baslayabiliriz sanirim:

    1) paylasilan istatistikteki ve yorumdaki hata.

    (bkz: royalflush/#1835015) burada cok acik sekilde royalflushin eksik istatistik paylastigini soyluyorsun ancak onun yaptigi seninkinden daha detayli aslinda. evet gecmisle karsilastirmamis ama istatistik bilimi ve deney icin cok onemli bir duzeltme yapmis: anomaliteler denek karsilastirmalara katilmaz. galatasaray bayern munchen olmadigi icin bizim icin 5'ten farkli skorla alinan galibiyetler anomalitedir. gecen sene de bu sonuclari ne ligde ne de sampiyonlar liginde alamadik. peki genel aldigimiz sonuc neydi? 3-2. yani burada senin eksik paylastigin diger noktaya geliyoruz, yenilen gol. galatasaray hamza ile beraber 34 lig ve cl macina cikmis 69 gol atip 38 yemis. eger senin gibi yorumlayacak olursam buradan su cikiyor, galatasaray maclari 2-1 kazaniyor. istatistiki yorum hatasindan sonra daha soyut hatalara gecelim.

    bilal'in transferi ile ilgili elestiri getiren tum taraftarlar benzer seyler soyledi. neydi bunlar: madem porto modeli diyorsun neden 32'lik adam aldigin ilk kisi oluyor? bu adamin aldigi maas belli neden bir kac kati maasa transfer ediyorsun? selcuk varken birinci ihtiyac bilal miydi ve madem aldin jem paul'u niye aliyorsun?

    bu elestirilerde hakszi hicbir nokta yok. peskes cekme isinde de kusura bakma ama taraftar elestiride hakli. tosic 200 bin euro daha pahali olabilir ama tosic turkiye'de bulunmaz nimet gibi sol bek oynayan, 85 dogumlu, daha once werder bremen ve qpr gibi takimlarda ve sirbistan milli takiminda oynamis bir adam. yabanci siniri kalktigindan beri turk oyuncularin maaslari dusmek zorundaydi bunu da ekleyelim yukaridaki bilgiye. buna ek olarak bir tane de ben analoji yapayim, oyle yemekle de ugrasmadan futbol icinden olacak. michael owen galatasaray'a transferi konusulurken araya alex ferguson girdi ve seni alabilirim dedi. bizden baska owen ile ilgilenen takimlar yillik 3 milyon euro'ya yakin paralar teklif ediyordu. ferguson ise sunu soyledi, seni manchester united'de oynatacagim ama burada oynayacaksan oyle abuk subuk maaslar alamazsin, bu takimda oynamak icin fedakarlik yapmak zorundasin. owen daha az paraya united'a gitti.

    buradan alinacak ders su: united gibi buyuk takima gitmek prestijdir ve burada oynamak icin sen fedakarlik yaparsin. aklina gerek yok burun deligi olan herkes bilir ki buyuk takima transfer olurken menejerler fiyat yukseltir ve futbolcu kucuk takimdan aldigindan fazlasini talep eder ve alir. sorun burada olmadi zaten hicbir zaman. fakat kendisine yuksek ucret teklif edebilecek hicbir buyuk kulubun almayi bile dusunmedigi 32 yasindaki bir futbolcuya aldiginin kat kat fazlasini vermenin mantigini sorguladi taraftar. kariyerinde hic buyuk takim degil buyuk maca cikmamis bilal'i 32'i yasinda aliyorsun. bu bilal icin lutuf. galatasaray almasa gidebilecegi en buyuk kulup eskisehir, kac para alacakti eskisehirden? galatasaray'dan alacagi para yine akhisardakindan fazla olsaydi bunda sorun yok. fakat sen piyasa degerinin uzerinde bir paraya goz gore gore aliyorsan bunu taraftar elbette elestirecek. cunku o adamin parasi benim cebimden cikiyor. buradan da yazidaki diger hatali ve yakisiksiz noktaya gecelim:

    2) usluptaki hata ve taraftari yanlis konumlandirma.

    senin analojinden gidelim yine. asci, yemek vs. bir kere surada buyuk hata var. hem sen tercihi degil tercihin dogurdugu sonucu elestirebilirsin diyorsun. hem de taraftarin yakindigi sey acik acik orta saha zaaflari ve zevksiz futbolken sanki bunu degil de istedigi oyuncu oynamamasiymis gibi elestiremezsin sana mi kaldi diyorsun. hadi buradan baslayalim.

    neden yemek yanlis bir analoji oradan baslayayim. ben bir muslumanim ve domuz eti yemiyorum, icki icmiyorum diyelim. sef bana yemegi getirdiginde sksysa bana birisi sanane nasil yaptiysa yapti ye iste desin. isterse dunyanin en guzel proscuitto'su olsun yanina da dunyanin en guzel scallop risottosu olsun, eger ben domuz eti ve ickiye karsiysam proscuitto ve sarapla demlendirilmis risotto yemem. o nedenle tuketiciye sanane nasil yapti diyemezsin. bu sadece yaptigin analojinin sacmaligi icindi. simdi bu kismi gecip konuyu daha da derine indirerek yine konudaki hatalari ele alalim.

    senin iddiana gore sonuc aldigimiz muddetce bu yemek iyidir. yani karnin doydugu muddetce kapa ceneni! iyi de ben bu yemege para veriyorum hem de oyle boyle degil. sonra bana tadini begenmedigim bir yemek veriyorlar. evet dogru karnim doyuyor ama tatmin olmuyorum. dusun bir restorana gittin ve t-bone steak soyledin. fiyati da dayamislar 75tl! tamam diyorsun sorun degil, deger. adam sana pirzola getiriyor. yiyorsun ve karnin doyuyor ama 75 tl verip pirzola yedin. olabilir sonuc ayni, karnin doydu ama lezzet? haliyle bunun sonucu olarak o restorana bir daha gitmemeye baslarsin. bunun futboldaki karsiligi da galatasaray'in maclarinda artik tribunlerin dolmamasi. sebebi sadece pasolig falan degil, adamin onune lapa koyuyorsun karnini doyursun diye de bu adam ayni lapayi kac kez yiyebilir.

    diger soruna gecelim. hani diyorsun ya sanane yemegi nasil yaptiysa helva iste ye. nutrition denen bir bilim dali var artik. dogru beslenme diyelim biz simdilik. peki bu nedenle onemli? besin degeri olmayan veya senin vucuduna uzun vadede yarari olmayan seylerle beslenirsen evet dogru gunu kurtarirsin ama uzun vadede sagligini kaybedersin. asci helvaya sacma sapan vita yagiyor koyuyorsa, sekeri en boktan sekerden kullaniyorsa belli bir zaman sonra miden rahatsizlanir. belki bugun karnin doyar ama daha sonra hicbir sey yiyemeyecek hale gelirsin. bir de tek tarafli beslenme var tabi. bunun skntilari en az digeri kadar kotu. obezite ve seker hastaligi gibi geri donusu cok zor kalici rahatsizliklara sebep olur. bunun futboldaki karsiligi da sudur, bugun seni gunu kurtarma adina sonuca bak kardesim dersen, 30 yas ustu selcuk, bilal, burak, sneijder, podolski gibi takimi su an ceken adamlar captan dustugunde bastan sona yenileme yapmak zorunda kalacaksin. neyle? ayni zamanda aldigin sonuca bakip, cok konusmayin sonuc alindi iste diyip besin degeri dusuk yemek gibi, futbol degeri dusuk, bir suru defosu olan takimi gozardi edersen isler kotuye gitmeye basladiginda elinde hicbir cozum kalmaz.

    peki bunu goren ve galatasaray'in gelecegini dusunen taraftar ne diyor? takimda sorunlar var, bunu gormezden gelemeyiz diyor. sen diyorsun ki taraftar karisamaz. ben de bu uslup yanlis ve taraftari konumlandirdigin yer yanlis diyorum. sinema, tiyatroz izleyici icin yapilir. bu cok net oyle degil mi? sonucta kimsenin izlemedigi bir film cekilmis olarak bile kabul edilemez. istedigin kadar sanat filmi yapiyorum de, izleyen olmadiginda onun degerini ona verecek bir sebep yok demektir. futbol da izleyici var diye degere sahip. futbolda para varsa izleyici var diye var. nasil ki turk televizyonlari ve sinemasi inanilmaz buyuk paralar dondugu halde seyirciye malzeme bununla yetinin kardesin diyip turk sinemasinin gelismesini engelliyor, turk futbolu da aynisini yapiyor. hem bize musterisiniz diyor hem de sanane oyle mi? yok oyle is. kuluplerin sahibi taraftardir.

    aslinda eskiden fenerbahce ve besiktas icin takimin %90'i taraftarin derdim ancak fenerbahcenin %80'i artik aziz'in. besiktas hala ayni. biz ise her zaman %50 yonetim kurulu ve divan, %50 de taraftardik, hala da oyleyiz. takimin %50'sine sahip taraftarlara sanane diyemez kimse. yedigi yemegin tadi tuzu yok diye begenmiyorsa oturup bunu dusunmek zorundasin. sen galatasaray'in teknik direktoru degilsin konusuna gecmek gerekiyor tam da bu noktada. galatasaray'in sahiplerinden bahsederken sadece secilmis, kurmus kisiler ve taraftari saydim, atanmis kimseyi degil. yani galatasaray'in teknik direktorunun kulup hakkinda agzini acmaya yetkisi yokken taraftarin vardir. atanmis kisiler optimumu vermek zorundadir cunku bunun icin atanmis ve para verilen kisidir. bunu "alin iste karninizi doyurdum daha ne istiyorsunuz" diyerek yapamaz. madem oyle alelade biri de yapsin neden sen? taraftari memnun etmek zorundadir atanmis her kisi cunku kulubun sahipleridi taraftar. aksi halde gunumuz turkiye yonetimine benzer. yol yapti iste daha ne istiyorsunuz. e guzel yol yapti da daha 1 sene olmadan yol coktu. dogru bir suru universite yapildi ama icinde egitim yok. e dogru yapilan yeni seyler var ama 10 liraya yapacagini 10.000 liraya yapti, o para babasinin parasi mi? hmm babasinin parasi mi? guzel nokta, hadi bir onceki konudaki seyi buraya tasiyalim. "bilal'e para vermis sizene". babasinin parasini mi veriyor bilal'e? taraftar para harcamasa hangi parayla futbolcu alacak hamza? sabri'ye odenen ekstra zam babasinin parasi miydi da ben onu elestiremeyecegim?

    atanmis kisiye yetki verilir, sonra o yetki dahilinde butce verilip harcama yaptirirsin. ama bunun bir denetleyicisi olmak zorundadir. bu canini yedigim ulkede denetleme kurumu diye bir sey olmadigi icin garip geliyor tabi sizlere. kuluplerin denetleme noktasi taraftardir guzel arkadaslar. hesap soracak tabiki sana taraftar. bilal'e neden fazla verdin diyecek. sabri'yle neden boyle anlasma yeniledin diyecek. sen de cevap vermek zorundasin, oyle babanin parasi gibi haketti verdik size mi soracagiz diyemezsin. buradam da hesap sorulacak diger seye ve 3. basligimiza geciyoruz.

    3) futbol analiza ve futbol bilimi icinde yaklasim

    toplam 9 paragraf yazi, futbolla ilgili tek satir yok. yazdigin bu yazidaki uslubun kotu olmasindan ya da taraftara tavrinin yanlis olmasindan ote beni en cok hayal kirikligina ugratan sey icinde futbol adina herhangi bir seyin olmamasi. taraftara kizmissin pas mi yapamiyor, bilmem ne mi yapamiyor ona bak sen vs ama sen bununla ilgili tek satir bir sey yazmamissin. halbuki taraftarin elestirdigi ve sinirlendigi nokta burada basliyor. bu takimin defansinin onunde neden 30 metrelik bosluk var diyor taraftar neden bununla ilgili tek satir bir sey yazmayip istatistik paylasiyorsun? bunu da mi elestiremiyor yoksa taraftar? sabri surekli onde kalip asla kademe yapmiyor diyor taraftar bunu da mi elestirmesin?

    ha bir de kosu mesafesine fazla takiliyorsun. katettigi mesafe diyelim biz ona, bunun anlamini cozmek icin attigi sprinti de yanina yazmak gerekir once. sonra da kullandigi alani. yaptigin hata surada, bir merkez orta saha oyuncusu one cikarak savunma yapiyorsa ve kendisine kalan hareket alani (4-2-3-1'in bir sorunudur bu) genisse elini kolunu sallaya sallaya 10 km uzerine cikar. kosmasina gerek yok. melo ile ilgili cok yanlis yorumlarin var, kosmuyor diye. halbuki sorun melo'nun kosmamasi degil, 4-2-3-1'de melo'nun geride kalip o defans onu 30 metrelik boslugun olusmamasini saglamaya calisiyor olmasi. melo gittiginden beri (ve hamit gibi bu isin ustasi sakatlandigindan beri) defansimizin onunde 30 metrelik bosluk var. bu oyucunun degil hamza'nin hatasi. oraya gerekirse hic fizigini kullanamayan adam koy ama birini oraya gonder ki rakibin pas alani daralsin. ama yok, hem selcuk hem bilal'i one cikartarak savunma yaptiriyor, bu nedenle rakip kim olursa olsun orta saha arkasina pas verdigi anda takimda en az 4 kisi topun ilerisinde kaliyor ve set hucumu sirasinda kontra atak yemis gibi oluyoruz. saka gibi. taraftar bunu da mi elestirmesin. cekirge kac kez sicrayabilir?

    kosu mesafesi diyorduk. bilal'in kosu mesafesinin en fazla cikmasinin sebebi bu one cikarak savunma yapma ve genis alani kontrol etme cabasi. selcuk da oyle yuksek kosu mesafesiyle cikiyor. aslolan ise ikisinin de kosusundan cok mesafe katetmesi. cunku ikisi de sprint atmiyor ya da bos alanlara kosmuyor. one cikinca kaybettikleri yerleri kapatmak icin rakibin kicinda kosturup duruyorlar. ne ahmaklik! futbol rakibin pesinden kosarak degil, topu kosturularak oynanir. futbol top ayaginda olan adamin pesinden kosarak degil, top almaya cikacak adamin pesinden kosarak oynanir. bizim merkez ikilimiz icin top ayaginda olan adami kovalamaya calisirken cani cikiyor. suclu kesinlikle futbolcular degil, suclu hamza. nedenini de az sonra fatih terim'le anlatacagim. su aptal kosu mesafesini bitirince.

    melo'nun kosu mesafesi az cikiyordu cunku melo defasin arasina karismak zorunda kaliyordu. profesyonel bir futbolcunun 90 dakika icinde 13-14 km'den fazla katetmesi gerekir. ama futbol bu, saha etrafinda tur atma degil. bu kosu mesafesini etkileyen en onemli faktor onlarin direnci ya da enerjisi degil, attiklari sprint ve kosularini nasil yaptiklari. turkiye'de futbolcular kolay kolay sprint atamiyor. kaslarini buna alistirmiyorlar bir kere gencken. avrupada ise her takimi dogru kosuyu ogrettiktan sonra 600'un uzerinde sprint atabiliyor. normal sayi ise 500 civari. bunun hicbirinin de takima yapilan yuklemeyle ya da futbolcunun bireysel yetenekleriyle ilgisi yok. yanlis kosu sizi yorar ve mesafeniz azalir zamanla. dogru kosu ise size her mac 120 km cikartir.

    yanlis kosu: defansta- toplu rakibin arkasinda kosturmak. hucumda- one ve geri tek yonlu kosu yapmak ve cizgide sprint atip kosuyu tamamlamadan tekrar geriye cekilerek top almak

    dogru kosu: topun arkasina gecmek, pas almak icin kacan adami kovalamak ve hepsinden onemlisi olabildiginca cabuk pozisyonuna gecmek. alan savunmasi yapiyorsun madem, pozisyon almak herseyden onemli.

    liverpool'un rodgers'la attigi sprint ortalama 450 civariymis, katettigi mesafe ise 105km civari. klopp'la ciktiklari ilk macta 614 sprint atmislar, 120km'ye de yakin mesafe. klopp okuyup ufledi mi bu adamlara da kosu mesafesi artti? hayir, dogru kosuyu yaptirmak teknik direktorun gorevidir. oyunculari dogru konumlandirip yapacaklari kosulari anlatabilirsen boylelikle futbolcunun sprint atmak icin enerjisi kalir, rakibi karsilarken daha az yorulur ve hucumdayken statik kalmak yerine yer degistirir. boylelikle mesafe artar.

    sen bunlari hicbirini incelemeyip, kosunun nasil, nereye yapildigina bakmayip, kosunun oyun icinde neyi etkiledigini gormeyip kosu mesafesi su kadar diyorsan kusura bakma ama konustugun sey futbol degil derim ben de.

    terim'den bahsedecegiz demistim. burada mehmet demirkol'un isguzarligina da deginip terim'den bahsedecegim. neymis capa olmazsa olmazmis. vay anasini. real madrid, barcelona, bayern, city, united bu isi bilmiyor, pasam mehmet demirkol biliyor. terim ne yapti peki? benim terim'in de ikinci senesinden beri kicimi yirtarak soyledigim seyi (3 sene gec de olsa yapti bunu) selcuk'u daha geriye defans onune yakin konumlandirip sahayi daha genis gormesini sagladi ve defans onu boslugu 3.stoper gibi kacak dovuserek kapatan mehmet topal yerine selcuk'u koyarak doldurdu. ne garip ki terim'le ciktigimiz sampiyonlar ligi maclarinda butun avrupa zaten aynisini soyluyordu, neden selcuk defans onu dlp oynamiyor da melo'yu orada oynatiyorsun? buradan yine sana sitemim olacak. gecen bir yazida demissin ki selcuk neden milli takimda iyi oynuyor da melo ile kotuydu cunku melo kosmuyordu gibisinden. sacmalik, kusura bakma ama sacmalik.

    birincisi selcuk galatasaray'da cok daha buyuk efor sarfediyor milli takima gore. gercekten oyle. fakat galatasaray'da yaya toure ya da fernandinho gibi, matic gibi, kroos gibi tempo yaparak oynamasi gereken sekilde merkez orta saha oynarken milli takimda defans onu dlp oynamaya basladi. haliyle daha iyi gibi gorunuyor. neymis geri pasi vermiyormus milli takimda. gerek kalmiyor ki! selcuk hakkindaki bir cok yazimda yazdim, ozellikle sneijder geldikten sonra one cekildiginde, bu adam cevre kontrolu yapamiyor. cevre kontrolu yapamayan adami merkez onde oynatamazsin. haliyle geri pasi cok yapiyor, donemiyor ki adam. ustune etrafini da goremiyor. o aldigi aptal faullerin sebebi de o. mecbur kaliyor. milli takimda ise daha geriden basliyor oyuna. sahayi goruyor ve donmeyen belini dondurmeye calismasi gerekmiyor.

    gecenlerde birisi demisti bilal kendisi soylemis forvet arkasi oynadiginda sahayi goremiyormus ve o nedenle rahat hissetmiyormus diye. bunu adamin soylemesine bile gerek kalmamali, bunu bakarak ben bile soyleyebiliyorum ama ne garip ki hamza hamzaoglu adam yakindigi halde onu forvet arkasi koyup snaijder'i sol cizgiye hapsedebiliyor. simdi hamza'yi elestirmeyelim mi? konuyu dagittim tekrar kosuya oradan da terim'e geciyorum.

    selcuk'un daha geride oynamasina ek olarak milli takimda fatih terim dersine calisiyor. kendisini artik sevmesem ve kirgin olsam da hakkini teslim etmem gerekiyor. terim tembellik yaptiginda hic cekilmese de dersine calistiginda bu ulkedeki acik ara en iyi teknik direktor oluyor. milli takimda yaptigi son 2-3 maclik stratejiler tam da galatasaray'in denemesi gereken seylerdi. peki hamza ne yapti? hicbir sey! madem terim'i ornek aliyorsun, adamin egosunu, killigini degil de futbola kattigi seyleri ornek al. elinde ozan tufan ve mehmet topal oldugu halde iki top yapan adami merkezde oynatti. hos ozan yerine gokhan olsa ve ozan'in yerine hakan'i cekse cok daha basarili olurdu ama tahminim terim ozan'la merkeze daha fazla fiziksel destek saglamak istedi. ozan ofansta basarili olsa bu da tutabilirdi. hamza'nin ne stratejisi var?

    gecen sene hamza bir ara kotu sonuclar alirken halim abi mesaj atmisti bana, hamza icin ne dusunuyorsun diye. cok net bir cumle soyledim, bu sene bizi sampiyon yapacak cunku takima taktik falan vermek yerine takimin istedigini oynamasina izin veriyor. fakat sampiyon da olsak sene sonunda gitmeli demistim. cunku futbol namina hicbir sey yapmiyor. sahadaki iyi sey de kotu sey de genelde futbolcu bazli. stratejik hatalarsa tamamen hamza ile ilgili cunku takimin eksigini, gedigini gormuyor.

    yazi cok uzadi ozur dilerim fakat birazcik daha uzatip benfica maci yazisi eklemek istiyorum olabildigince kisaltip.

    benfica maci:

    eskisi gibi maci analiz edip futbol yazisi yazmamissin belki ama ben yine de bir iki sey karalayayim. zaten sozlukte artik mac analiz yazisi goremedigim icin ben de futbolla ilgili seyler yazmamaya basladim, icimden gelmiyor.

    hamza hamzaoglu'na kizilmasinin en onemli nedeni takimin defansif zaafiyetinin nereden ve nasil geldigini gormek istememesi. yasin defansa yardim etmiyor diyor (hakli ama sebebi yanlis. yasin 60'tan sonra yoruluyor) burak pres yapmiyor diyor (hakli ama sebebi yanlis. burak topun arkasina gecmesi gerekirken surekli merkez onde bekletiliyor) podolski ve sneijder defansa yardim etmiyor diyor (yanlis. ikisi de alan savunmasini takimdaki herkesten iyi yapiyor. fakat o adamlar aliskanliklari geregi kendi bolgeleriyle ilgileniyor sadece). butun bunlarin ustune merkezdeki selcuk ve bilal'in one cikarak savunma yapmasini isteyip defans ve orta saha arasindaki 30 metrelik boslugu gormuyor.

    arsenal'in 20 dakikada 3-0 one gectigi manchester united macini izleyin. butun ataklarin sebebi carrick ve schweisteiger'in one cikarak oynarken ikisinin de arkasinda biraktigi 20-30 metrelik bosluklardi. madem bu kadar onde oynayacaksin defansi da orta sahaya cikarman gerekir fakat van gaal'in istedigi sey bu degildi. bunun en buyuk suclusu da benim en sevdigim futbolculardan ve hayrani oldugun bastian'di. van gaal oyun sablonunu degistirdi, oradaki boslugu kapatti ve arsenal bir daha dogru duzgun atak bile yapamadi. ne kadar basit di mi? belki kazanamadi bu maci ama bir daha ayni hatayi yapmayacak van gaal.

    benfica macinda ise butun mac boyu orasi yol gecen hani gibiydi. her hucumda insallah sut cekerler diyerek icimden gecirdim ve allah'tan adamlar cidden surekli sut cekti uzaktan. daha da onemlisi ataklarini surekli kanat oyunculariyla bitirmeye calistilar. atletico madrid macinda yedigimiz golu hatirlayin. sag kanattan top getirildi, defasin onunde alan kaplamasi gereken hakan balta yerini kaybetmisti, tek vurusla golu yedik. suclu hakan balta ilan edildi, bir bakima dogruydu ama oyun geregi orada selcuk da olsa ayni sey olacak. insiyatif alip geri cekilen melo veya rakibi muhtesem takip eden hamit olmadigi muddetce sonuc bu. benfica macinda da ayni sekilde en az 5 kez geldi benfica'li oyuncular fakat o pasi sadece bir kez erken iceri vermeyi akil ettiler onda da sut kaleye gitmeden kesildi. halbuki hepsinde bombostu merkez.

    bunun suclusu tamamen hamza. cozum uretmiyor cunku. neden jose oynasin diye kicini yirtiyor bir cok taraftar (ben de dahil) cunku jose topun daha kisa mesafe oynanabilip daha net pozisyonlarda ayagimizda kalmasini sagliyor. bu sayede yedigimiz atak sayisi azaliyor, merkezde bosluk cok genislemeden blok halinde ileri geri gidebiliyoruz. bilal ile oynadigimizda ise o bosluk fazla genis. bilal kotu oyuncu oldugu icin degil, hamza teknik direktor olarak cozum uretmeyen, ya allah diyen bir adam oldugu icin bilal oynamamali.

    sabri yine ayni seyleri yapiyor. podolski'ye zamaninda pas vermiyor, adam bosu bosuna depar atiyor one dogru. chedjou bunu gorup bir kez pas atabildi onda da galibiyet golu geldi. sabri bunu her mac en az 5 kez yapabilecek firsati yakalayip adama pas atmiyor. sabri topsuz kosularini iyice tamamlamamaya basladi. ustune bir de merkez orta saha oyuncusunu sanki 4-4-2 oynuyormusuz gibi kendi biraktigi bosluga cagirinca merkezde bosluk iyice buyuyor.

    mac icin olumlu seyleri de soylemek lazim. fakat hamza'nin takima kattigi tek bir olumlu sey aklima gelmiyor. bireysel ise en onemlisi podolski'ydi. 30 yil boyunca solda oynayan veya ikinci forvet olan adami sag kanat forvet yapmaya calisiyor ve adam o kadar karakterli bir futbolcuymus ki kendini oraya nasil adapte edebilir ve nasil katki verir bunu fiziksel ozelliklerine gore cozmeye basladi. podolski'nin cok guclu ust govdesi, yere guclu basan bacaklari ve hizli bir ilk adimi var. benfica macinda mumkun oldugu kadar topu sagina hizli dondurmeye calisti. bu sayede rakibini ekarte edip hasan sas vari sahayi enine gecti surekli. bu da rakip defansin yerinden kimildamasina yani yerini kaybetmesine sebep oldu. muhtesem bir basari, galatasaray gibi statik oynayan bir takim icin. kisacasi podolski tek basina bir hucum seti olmaya basladi artik. bunun yaninda merkez ortasahaya henuz yeterince yardim getiremese bile sabri'nin yanina bir cok kez destege gelip onun bosluklarini doldurdu.

    diger olumlu sey sneijder'in oyunun icinde daha fazla kalmasi. sneijder bu sene bir cok macta oyun icinde kayboldu. bu macta ise kendi mevkisinde oynamasinin da etkisiyle takimin temposunu daha iyi ayarladi. yasin biraz dikkatli olsa ona daha cok pozisyon hazirlayabilirdi.

    diger olumlu sey ise selcuk ve bilal'in ozverili oyunu. maalesef bu oyunu yeterince degerlendiremiyoruz cunku basimizda onlari degerlendirmeyi bilmeyen bir teknik direktor var. terim gibi yapip selcuk'u biraz daha geriye konumlandirsa, sneijder'i de 10 metre geri cekip on-sol ic gibi oynatsa takimin butun dengesi olusacak.

    daha fazla uzatmiyorum, yoksa yazilacak cok sey var. carole'un ilk yari neden berbat oynadigi, ikinci yari neyi duzelttigi mesela. onun yerine bu macin hamza'ya vermesi gereken dersten bahsedelim.

    birincisi denayer bu takimda ister sag bek ister stoper mutlaka oynamali. takimin savunmasina kattigi fiziksel guc inanilmaz.

    selcuk, terim'in yaptigi gibi daha geride, defans onunde konumlanip sahayi genis gorecek sekilde oynatilmali. yoksa oyunumuzu fazla skstiriyoruz ve topu chedjou cikartmak zorunda kaliyor. bu da savunmada daha bosluklu sekilde rakibi karsilamak zorunda birakabiliyor bizi.

    jose bu takimin en iyi tempo dikte eden ve hucum yonu belirleyen oyuncusu. onu mutlaka degerlendirmek zorunda. yoksa 1 farkli onde oldugumuz her mac her takimdan baski yeriz.

    sneijder'in sol cizgide oynayamayacagini terim aci tecrubelerle anlamisti, belki sen de anlarsin hamza hoca. sola yakin oynamayi sevmekle sol cizgide oynamak elma ile armut. sol acik hayati boyunca asla oynamadi sneijder' sol forvet oynamisligi var mancini ile ama sol forvet ve sol acik elma-kayisi.

    podolski bu takimin en iyi hucum silahi, ister hucumu bitirmek olsun ister baslatmak. podolski'ye daha fazla insiyatif vermek gerekiyor bunu da ancak sag bek'in ve merkez orta sahanin onunla daha fazla paslasmasiyla elde edebiliriz.

    uzun yazi icin herkesten ozur dilerim. son bir noktayi merak ediyorum. sinan'in yazisini okuyup benim dusunup yazamadiklarimi yazmis diyenler neyi kastediyor anlamis degilim. bastan sona istatistik ve istatistigin yorumu olan yazi, ne yani google'da veri aratmayi mi bilmiyorsunuz?

    not: yazida anlasilmayan yerler de olabilir. lutfen anlamadiginiz yerde "bence boyle degil" demek yerine ne oldugunu sorun tartisalim. belki ben hataliyimdir ya da belki sehre bir film gelir bir guzel orman olur yazdiklarimdan insanlar bir seyler arastirmaya calisir.

    saygilar
  • 198
    (bkz: #1369957)

    kendisi adına oldukça talihsiz bir entry girmiştir. epic fail derecesinde yanlışlarla, hatalı çıkarımlarla dolu bir entry. kafamda canlandırdığım extensor imajı yerle yeksan oldu. sosyolojiden, psikolojiden, siyasi tarihten, en kötüsü de tribün kültüründen bu kadar habersiz olduğunu görmek üzücü. şimdiye kadar hep övgü dolu mesajlarla andık kendisini ama bu sefer olmamış. dost acı söyler minvalinden bir şeyler karalayacağım. insanın en zayıf anı 'oldum ben artık' dediği andır, böyle zamanlarda insan, özgüveninin gereksiz yere artmasından dolayı hatalar yapar.

    bir kere 'kıro', kırdan köye göç etmiş kişi anlamına gelmez. kürtçe'de erkek evlat demektir. toplumsal hafızamızdaki anlamı kötüdür, insanları aşağılamak için kullanılan, faşizan bir söylemin aracı haline getirilmiş bir kelimedir. başında kır var diye kırdan türetilmiş bir isim sanmak da çok üzgünüm ki cahilliktir. 'karda yürürken postallarından kart kurt sesi çıkıyor diye kürt adını almışlar, onlar aslında dağ türkü' söylemini hatırlattı bana nedense.

    ikincisi hababam sınıfının fenerli olması tamamen rating kaygısındandır, popüler kültürün dayatmasıdır, o zamanlar fenerli olmak popülerdi, hababam sınıfı da fenerliydi, başkası olsa sırıtırdı. bu kadar basit bir olay üzerinden koca galatasaray camiasını ve taraftarlarının kahir ekseriyetini köyden gelmiş kıro, cahil insan olarak nitelendirmenin ne anlamı var? 14 sene şampiyon olmadığımız dönemde de galatasaraylı sayısı çoktu bu memlekette, şampiyonluk maçında birbirinin üstüne çıktı insanlar, mecidiyeköy sokaklarında iğne atacak yer yoktu. bir senede mi üredi bu insanlar? geri gelelim başarıya endeksli bu sporda 14 sene başarı elde edemezsen geri planda kalırsın, taraftar sayında az olarak görülür. nasıl ki bundan 3 sene önce galatasaraylılar piyasada yoktu(!), nasıl ki kombineler bile satılmıyordu, şimdi kombine almak istesen alamıyorsun. o zamanlarda da fenerbahçe/trabzon tahakkümü altında ezilen galatasaraylılar da kendilerini açık etmiyorlardı.

    galatasaray bu topraklarda yüz yıldır geniş kitlelerce destekleniyor, velev ki başarısızlık döneminde ilgi kesintiye uğramış olsun. galatasaray'ın taraftarı yoktu, sonra kırdan istanbul'a kırolar geldi, cimbom avrupa'da başarılı olunca milliyetçi olan bu insanların hepsi galatasaraylı oldu. hayatımda duyduğum en saçma sapan şeylerden biri oldu bu. avrupa zaferleri insanları etkilemiştir, galatasaray'ımıza olan sempatiyi arttırmıştır bu doğru, lakin bunun esas sebebi milliyetçilik değildir. bu minvalde fatih terim'in kurt(!) işareti yapmasının da bir ilgisi yoktur. * galatasaray'a sempati duyulmasının esas sebebi, osmanlı özelinde doğu toplumunun batı karşısındaki 500 yıllık psikolojik ezikliğidir, aşağılık kompleksidir. galatasaray, finalde arsenal'i yendiği zaman buhara'dan beyrut'a; şam'dan saray bosna'ya kadar bütün islam kentlerinde bayram havası yaşanmıştır. dahası meksika'dan tutun da, güney amerika ve uzak asya'ya kadar bütün bir coğrafyada da bu zafer, ezilen halkların batı'ya galebe çalması olarak addedildi ve oralardan selamlandı istanbul ve galatasaray'ın büyük zaferi. bu süreçte de salt fakir/cahil kesim değil toplumun bütün tabakalarından insanlar galatasaraylı olmaya başladı. milliyetçi insanlar da bu bağlamda gönüllerini bizden yana kaydırmışlardır ama emin olun ülkü ocaklarına galatasaray bayrakları filan asılmadı. dahası güneydoğu'da başta diyarbakır olmak üzere bütün şehirlerin galatasaray'ın kalesi olması milliyetçilik tezini de çürütür.

    ayrıca galatasaray'ın başarı ivmesi yakaladığı dönem olan 80lerin sonu, 90ların başını da kırdan istanbul'a göçün yoğun olmasıyla ilişkilendirmek de hatalı bir yaklaşımdır. istanbul dediğimiz yer tarihi boyunca hep göç almıştır, bizans'tan tutun osmanlı'ya kadar. kanuni sultan süleyman'ın bu göçle ilgili yaptırımları bile olmuştur. ayrıca cumhuriyet döneminde istanbul'a göç yoğun olarak 1950-1980 arasını kapsar. 1980lerin sonu diye, yoğun bir göç hareketi yoktur tarihte. istanbul'un nüfüsu 50-80 arası dönemde 3 katına çıkmıştır, ondan sonraki dönemlerde o kadar yoğun olmamakla birlikte göç almıştır, geri gelelim 90lar ile beraber tersine göç kavramı da literatüre girmiştir.

    derwall de galatasaray'ın insanlar tarafından tercih edilmemesine üzülmemiştir emin olun. başarısızlıkla geçen uzun yıllar sonrası, galatasaraylıların yeterince destek olmamasından şikayet etmiştir en fazla. dünyada hiçbir spor adamı, çalıştıkları kulübün insanlar tarafından tercih edilmesi kaygısı taşımaz, destek görmemesi endişesi taşır.

    bir de galatasaray tribünlerinde arabesk bestelerin okunmasının sebebi olarak, kendi ifadesiyle galatasaray taraftarının bu kırdan gelmiş, cahil, kıro insanlardan müteşekkil olmasından ileri geldiğini söylemek de akıl tutulmasından, tribün olayına uzak olmaktan başka ifadesi yoktur. dünyadaki bütün tribünlere hakim olan gruplar vardır ve tribünlerdeki beste olayına da bunlar yön verir. galatasaray tribünü özelinde tayfa dediğimiz adamlar galatasaray tribününe hakimdir ve onlar ne isterse o söylenir, aksi bir tezahürat yükseldiğinde bu adamlar susturur, kendi istediklerini söyletirler. bu hakim grupta 100-200 kişiden müteşekkildir, geri kalan binlerce insan mecburiyetten eşlik eder. arabesk besteler söyleniyor diye, bütün bir galatasaray taraftarını kıro olarak nitelendirmek vicdansızlıktır. bu tayfa denen garabet, basketbol tribünlerine de sirayet etmeden önce basketbol maçlarında basketbolun ruhuna uygun olarak takımın nasıl desteklendiğini bilseydiniz, en azından galatasaray taraftarının genel profili üzerinde daha sağlıklı düşüncelere sahip olabilirdiniz.

    dipnot olarak da, hababam sınıfındaki çocukların hiçbiri kentli değildi, özbeöz anadolu çocuklarıydı, babaları tarafından okusunlar, adam olsunlar diye büyük şehire gönderilen fakat kent hayatına asla adapte olamamış, haylaz gençlerden oluşan bir topluluktur. kadın öğretmenlerine aşk şiiri yazdıktan sonra okuldan kovulacaklarının açıklanacağı toplantıya anadolu'nun dört bir yanından gelmiştir aileleri. çalışkan ahmet'in tarihi ayarından sonra da özlerini hatırladıkları için mahçup olmuşlardır, kentli olsalar siklerine bile takmazlardı, aşağılamaya devam ederlerdi.

    falan filan işte.
  • 367
    özellikle, iftira/karalama kısmında tamamen katılmakla birlikte, bu 48 maç 107 gol işine bence fazlaca takılmakta.

    atılan gol sayısı istatistiği, elbette önemli değerlendirme kriterlerinden birisi, belki de en somut olanı. hatta, hamza hamzaoğlu dönemi için ayrı bir değeri bile var diyebiliriz bunun, zira tatsız, keyifsiz, kısır vs futbol oynattığı üzerinden gelen eleştiriler ile çelişen bir tablo var elimizde. 48 resmi maçta 107 gol atıp, maç başı 2.23 ortalama tutturmak, pek öyle hafife alınmaması gereken bir rakam ve bu anlamda hamza hoca'nın hakkını yememek gerek.

    ancak; 48 maç 107 gol istatistiğinden, -biraz da son maçlarda alınan seri galibiyetlerin gazıyla- hamza hoca'nın tercih ve uygulamalarının haklılığı/doğruluğu sonucunu çıkarmamak gerek.

    öncelikle, o 48 maçı bir açalım;
    1 süper kupa
    31 süper lig
    12 türkiye kupası
    4 şampiyonlar ligi

    bunlardan;
    1 süper lig maçı ile, -sadece fikstürde var diye mecburiyetten oynanan 30 mayıs 2015 çaykur rizespor galatasaray maçı-
    6 türkiye kupası maçını -alt liglerden gelen takımlarla oynanan maçlar (manisaspor, balçova yaşam, amedspor)-
    sağlıklı bir istatistik veri oluşturmaya çalışıyorsak, dışarıda tutmak daha mantıklı.

    kalan 41 maç için şöyle bir dağılım çıkıyor;

    süper kupa 1 maç 1 gol - 1.00 ortalama,
    süper lig 30 maç 63 gol - 2.15 ortalama,
    türkiye kupası 6 maç 16 gol - 2.66 ortalama,
    şampiyonlar ligi 4 maç 5 gol -1.25 ortalama

    genel toplam 41 maç 85 gol - 2.07 ortalama

    bu 41 maçta;
    3 kez gol atamamışız,
    12 kez 1 gol,
    13 kez de 2 gol atabilmişiz.
    yani, 41 maçın 28'inde maksimum 2 gol bulabilmişiz, 1.36 ortalamada kalmışız.

    3 gol ve üzerinde gol bulduğumuz maç sayısı ise 13.
    6 kez 3, 6 kez de 4 gol atarken, 1 sefer de 5 gollü bir galibiyetimiz var. bu 13 maçta toplamda 47 gol atarken, 3.62 gibi bir ortalama tutturmuşuz ki, genel toplamı kurtaran bu maçlar olmuş.

    peki, kimlerle oynanmış bu maçlar?

    bu 13 maçtan 3 tanesi, geçen sene küme düşen karabük, erciyes ve balıkesir'e karşı arena'da oynanmış. karabük'e 4, diğer ikisine üçer gol atmışız.
    4 gol bulduğumuz 6 maçtan 2 tanesi de, arena'da eskişehir ve konya'ya karşı oynanan türkiye kupası maçları. rakiplerin kalesinde as kalecileri dahi yok.

    bu 5 maçta bol gol atmış olmak güzel elbet, ancak hani değerlendirme dışı tuttuğumuz diğer 7 maçtan da sadece 1 tık daha üstte olabilecek maçlar bunlar. bunları da ayrı bir kenara koysak; belirli bir seviyenin üzerinde 3 gol ya da üzerinde attığımız dişe dokunur denecek 8 maç var kalan 36 maçın içerisinde...

    bu sezon; ligde, deplasmanda konya'ya, içeride gençlerbirliği'ne dörder gol attık,
    geçen sene; ligde, içeride mersin'e, dışarıda sivas ve kasımpaşa'ya üçer, konya'ya 5 gol attık.
    kupada ise sivas'a 4, bursa'ya 3 gol attık.

    hani, ömer üründül tabiriyle "zorluk derecesi yüksek" denecek maç, içlerinden bi bursa finali, belki bir de adı yarı final olduğundan sivas maçı...

    ya da şöyle bakılabilir;
    şampiyonlar ligi,
    süper kupa,
    türkiye kupası yarı final ve final maçları,
    ve ligde kendimiz hariç diğer 4 büyüklerle oynanan maçlardaki atılıp yenen goller/alınan neticeler, teknik direktör hakkında daha sağlıklı bir fikir verebilir bize belki.

    genel toplamda 48 maç; 32 galibiyet, 8 beraberlik, 8 mağlubiyet, 107 atılan, 50 yenen gol istatistiği var hamza hoca'nın şu ana kadar. ancak, biraz daha dişe dokunur yukarıdaki maçları içeren bir hesap yapılırsa; 14 maç, 7 galibiyet, 2 beraberlik, 5 mağlubiyet, 20 atılan, 19 yenen gol gibi rakamlar çıkıyor.

    genel toplamda;
    %66.6 olan galibiyet yüzdesi, %50'ye,
    2.23 olan atılan gol ortalaması, 1.43'lere gerilerken,
    %16.6 olan yenilgi oranı %35.7'ye,
    1.04 olan yenen gol ortalaması da 1.36'lara yükseliyor.

    daha farklı alternatiflere yönelip bambaşka sonuçlara da ulaşmak mümkün elbet. bütün bu rakamlar biraz da nereden baktığınız ya da bakmak istediğinizle alakalı ve anafikre sadece destek olabilecek veriler bunlar.

    hamza hoca'nın bazı çok ağır/haksız/yersiz eleştirilere maruz kaldığı fikrine ya da hak ettiği saygıyı görmediği gibi bir düşünceye katılmak mümkün olabilir, ya da onun bazı tercihlerinin, bizlere ters gelse de sonuç alma anlamında hiç de fena seçimler olmadığı da kabul edilebilir ancak x maçta atılmış olan y sayıda gol üzerinden hareketle hamza hoca hem kendini hem tercihlerini ispat etmiş olamaz, ya da aynı şekilde herhangi bir istatistik diğer bir çok karşıt fikri bir çırpıda geçersiz kılamaz.

    son derece kötü planlanan bir kadro,
    neredeyse tamamıyla bireysel yetenekler ve duran toplar üzerinden yürüyen hücumlar,
    muslera'ya ve kurtardıklarına rağmen çok ve kolay gol yenmesi + gol yemeden biten maçların sonunda stadyumun altında yatır falan olduğuna inanan taraftar sayısının artması,
    hasbelkader bile olsa sadece bir 45 dakika için bile ahada budur denecek bir top oynanamaması, örneği için (bkz: 23 ekim 2013 galatasaray fc kopenhag maçı), vs. vs. bir çok temel mesele var ortada. hamza hoca bu konularda belirli bir mesafe kat edecek işler yapsın, arkasında bulacağı desteğe kendi bile şaşırır, ondan sonra isterse 107 maçta 48 gol atsın...
  • 448
    antropolog'un galatasaraylı futbolculara ödenen ücretlerle ilgili entry'lerini görünce kendisinin zamanında bilal kısa için yazmış olduğu şu entry'si aklıma geldi;

    --- alıntı ---

    bilal kısa'nın varlığı gs adına geri dönüşlerde sorunlar yarattı. gs kolay kontra ataklar verdi. mesela bilal oynamadı gerçi o maçta ama melo olsa gs atletico madrid maçındaki ilk golü yemeyebilirdi. adama vurdursa bile bozardı. melo savunmada pozisyonunu alır, çok koşmasa bile alanı kapatır ve kontralara izin vermezdi. ve fakat melo olsa bugün benfica maçında. gs o ilk penaltıyı alamazdı! neden? çünkü melo gs'da son senesinde rakip yarı alana gidemiyordu. rakip yarı alanda pres yapamıyor veya hücuma katılamıyordu. bilal yerine melo olsa gs sol hafında, benfica maçında o ceza yayında topla buluşamayacaktı, penaltı olmayacaktı! üstelik bir 6 numara ile sadece stoperler önünde alan kapatıp duvar ören bir 6 ile artık günümüz futbolunda 4-2-3-1 oynanmıyor. şenol güneş selçuk-colman ile, ancelotti kroos - modriç ile yeni dönem 4-2-3-1'ini uyguladılar. almanlar da kroos - bastian swcahsaudhfuehfdager ile bunu yapıyordu. 6'sız 4-2-3-1. yani ilerde ve geride birlikte hareket ediyorlar. bir 6 geride sabit falan değil.

    bilal'in eksikleri falan doludur ama gs'ın hücum zenginliklerine katkısı küçümsenemeyecek kadar yüksek. öte yandan sevgili arkadaşım paredros. bilal gs'a çok paraya geldi, fedakarlık etmeliydi falan demiş. owen örneği vermiş. okuyunca sadece güldüm. owen ile bilal'in durumlarını kıyaslamak en hafif tabirle elma ile armutu karıştırmak. en sert tabirle de manipüle etmek, fikrine uydurmak.

    demiş ki "michael owen galatasaray'a transferi konusulurken araya alex ferguson girdi ve seni alabilirim dedi. bizden baska owen ile ilgilenen takimlar yillik 3 milyon euro'ya yakin paralar teklif ediyordu. ferguson ise sunu soyledi, seni manchester united'de oynatacagim ama burada oynayacaksan oyle abuk subuk maaslar alamazsin, bu takimda oynamak icin fedakarlik yapmak zorundasin. owen daha az paraya united'a gitti."

    şimdi kariyeri boyunca çok büyük paralar kazandıktan sonra düşüşe geçmiş owen ile kariyeri boyunca çok para kazanmamış bilal'i aynı kefeye nasıl koyarsınız? owen'ın iki seçeneği var. ya katar'a gidecek, rusya'ya gidecek tr'ye gelecek ve parasına para katacak. ya da rotasyon olmayı kabul edecek, zaman zaman yedek oturacak, katar-rusya kadar çok para alamayacak ama 1. seviyede futbol oynamaya devam edecek. united'ta kalacak. şimdi paraya doymuş owen'in başarıyı özlemesi ve eski günlerine dönmek istemesi doğal. ancak 32 yaşına kadar yeterli para kazanamamış, son 2 senesinde parlamış bilal'in gs'a fedakarlık yaparak gelmesi beklenemez. fedekarlık yapmak için adı üstünde feda edebilecek bir şeyleriniz olmalı. bilal'in feda edebileceği bir parası zaten birikmemişti. onun çıktığı seviyedeki futbolcular onun 10 katını kazanmışlardı. artık bilal son 2-3 senesinde yani 32-35 arası para kazanmak zorundaydı.

    peki kazandı mı? gerçekten çok mu kazanıyor bu kadar bilal? hani o ağzınızdan düşürmediğiniz kadar? size şöyle söyleyeyim. bilal gs'a pahalıya değil ucuza geldi! evet galatasaray'ın bilal'e verdiği maaş çok değil az.

    bakın aşağıda hangi futbolcular ne kadar alıyor anlatıyorum. bu alttaki yazıyı 2-3 ay önce yazmıştım

    "galatasaray bilal kısa’yı transfer ettiğinde, maaşının yüksek olmasıyla ilgili çok ağır eleştiriler vardı sosyal medyada.

    bu eleştirileri getiren insanların futbol ekonomisiyle bir alakaları yoktu... türkiye’deki ortasaha oyuncularının ortalama maaş piyasasıyla ilgili de hiçbir fikirleri yoktu ve sadece işkembeden salladılar.

    öncelikle bilal’in, piyasa değerinin üstünde bir maaşa transfer edilmediğini, piyasada onun kalitesinde olan diğer oyuncularla kıyaslayarak kanıtlayayım.

    bilal’in maaşı 2.407 milyon türk lirası. sözleşmeyi imzaladığında euro aşağı yukarı 750 bin euro civarında yıllık ediyordu. (şimdi 700'ün altında sanırım)

    1. bilal kısa galatasaray kadrosunda maaş listesinde 22. sıradaydı. http://www.futbolarena.com/...olcu-maas-liste.html

    2. galatasaray’da bilal’den daha yetersiz veya daha formsuz ortasaha oyuncularından yekta’nın maaşı 1.1 milyon euro, dzemaili’nin maaşı 2.1 milyon euro, furkan’ın maaşı 750 bin euro, ontivero’nun maaşı 550 bin euro ve umut gündoğan’ın da maaşı yaklaşık 450 bin euro. yani galatasaray bilal’i bu paralara getirip, bilal’in seviyesinin altındaki bu 5 oyuncuyu gönderebilirse yaklaşık 5 milyon euro yıllık maaştan kurtulacaktı. ayrıca yerine 700 bin euro’luk bilal’le bu 5’inin yapamadığı seviyedeki performansı alacak.

    3. sadece galatasaray’daki rakipleriyle kıyaslamayalım bilal’i. galatasaray’ın rakiplerinden beşiktaş sözleşme konusunda eli en sıkı kulüp. şuan 1.550 milyon euro’dan fazla maaş verdikleri oyuncu yok. (sonradan q7 ve gomez geldi) sosa, gökhan töre ve veli maksimum maaşı yani 1.5 milyon euro yıllık ücreti alıyorlar. fakat o beşiktaş da bilal’in kalitesinden çok uzakta olan sezer öztürk’e 1.1 milyon euro veriyor, necip’e 900 bin euro veriyor. trabzonspor’a bakalım. soner aydoğdu 1.1 milyon dolar alıyor. galatasaray 2.407 milyon tl bilal’e verirken trabzonspor 3.5 milyon tl özer hurmacı’ya verdi aynı günlerde... özer belki daha çok koşar, daha hareketlidir ama bilal daha yaratıcı daha iyi bir pasör ve daha iyi bir şutör! hem hareketli hem de duran topa... bilal’e en çok benzettiğim oyuncu yine trabzonspor’dan constant. onun da ayağı mükemmel ama o da yumuşak bir oyuncu. peki maaşı ne? 2.250 milyon euro!

    yani bilal’in piyasanın katiyetle üstünde bir fiyata gelmediği ortada... dilerseniz anadolu’dan devam edelim. kap’a açıklanmasa da bildiğim kadarıyla josue’nin maaşı 1 milyon euro civarında olacak. gençlerbirliği’nde bilal’ın bir tık altı oynayan hleb’in maaşı yaklaşık 1.4 milyon euro diye duymuştum. karabükspor’da 2-3 tane gol atabilen akpala 900 bin euro’ya gelmişti! yani o “anadolu’da alacağının 3 katına geldi!” hikayesi de yalan!

    hem yalan, hem iftira

    insanlar diyor ki, “bilal akhisar’da aldığı maaşın 3 katına galatasaray’a geldi. hamzaoğlu ona peşkeş çekti. kendi öğrencisi olduğu için galatasaray’ın parasını ona yedirmekte beis görmedi” bu hastalıklı bir düşünce tarzı olmasının yanı sıra, son derece bilgisizce bir yorum. bu yorumdaki tek doğru, bilal’in muhtemelen akhisar’da bu maaşın 3’te 1’ine oynadığı. peki niye?

    bu iftirayı atan insanlar bilal’in 2.5 yıl önceki seviyesinden ve form durumundan bihaber. veyahut bizim toplumun genelinde yaygın olan, balık hafızalı olma hastalığından müzdarip.

    ben hatırlatayım. bilal kısa, bundan 3 sezon önce karabükspor’da kadroya girmekte zorlanan, 30 dakikalık futbolcu olarak sonradan oyuna giren, sakatlık sorunları yaşayan bir oyuncuydu ve devre arası akhisar’a geldi. akhisar’a gelirken ne karabükspor dişe dokunur bir bonservis vs talep edecek durumdaydı, ne de bilal akhisar’dan öyle yüksek maaşlar talep edecek durumdaydı.

    bakın bu bilal’in 2011-2012 sezonu performans tablosu. karabükspor’la 90 dakika oynadığı toplam lig maçı 2, 90 dakikayı tamamlayabildiği 2 de kupa maçı var. yani 4 adet 90 dakika çıkarabilmiş sadece! ara ara da son yarım saat girmiş http://www.transfermarkt.com.tr/...44/plus/?saison=2011

    bu da 2012-2013 sezonu. bilal ilk devre karabük’te yine şans bulamıyor ve 2. devre hamza hamzaoğlu bilal’i transfer ediyor. ilk devre karabükspor’da 90 dakika tamamladığı 1 tane bile lig maçı yok. 2. devre hamza hamzaoğlu ile birlikte ise 10 tane maç 90 dakika ligde çıkarmış. o 10 adet 90 dakikadan önce de 53 dakika 82 dakika 77 dakika ve 75 dakika oynamış. yani hamzaoğlu yavaş yavaş onun kondisyonunu 90 dakikaya çıkarmış. http://www.transfermarkt.com.tr/...44/plus/?saison=2012

    bu tablo, yani ilk devrenin siyah ikinci devrenin bembayaz bir yeni sayfa olduğu bu tablo bana yasin öztekin’in bu yılki performans sayfasını hatırlattı. aralık ayına kadar 90 dakika çıkardığı bir tane bile maç yok. aralık ayından sonra kupada başlayıp, şubat’tan itibaren ligde devam eden sabırlı bir yükseliş trendi... dakikalar arta arta ligin bitimine doğru 90 dakika alan ve takımın değişmezi olan bir yasin öztekin.

    neyse durum buyken. 2.5 sezon önce bilal kısa anadolunun sıradan bir yedek oyuncusuyken tabiki 250 bin euro’dan fazla kontrat almayacaktı. fakat adam yükseldi. performansı ve oyun kalitesi üç kat arttı ve üç katı sözleşmeyi de bileğinin hakkıyla kaptı.

    bir de son olarak deniliyor ki, “galatasaray’ın parası yokken neden bilal fedakarlık yapmadı neden bu kadar zamlı maaş aldı. galatasaray şampiyonlar ligi takımı, şampiyonlar liginde oynamak istiyorsa maaşından feragat etsin, etmiyorsa da gelmesin...“

    zammı nasıl hak ettiğini, 2.5 yılda oyun kalitesini nereden nereye çıkardığını, milli takım seviyesine kadar nasıl yükseldiğini zaten yazdım. benim futbol bilgime güvenmeyenler için uğur meleke’den referans vereyim. trt’deki programında bütün kış, “bilal’in üç büyükler seviyesinde futbol oynadığını, 3 büyüklerden birine gitse direkt 11 oynayabileceğini” söyledi durdu.

    diğer konuya geleyim. fedekarlık ve şampiyonlar ligi konusu... bilal şampiyonlar ligini kendisi için mi oynuyor? oradan gelen milyon euroluk geliri ve başarıyı kendisine mi alıyor? veyahut 20 yaşında oyuncu da orada kendisini gösterip büyük sözleşmelerle premier lig’e gitme ihtimali mi var? yada mazoşist falan mı? aynı maaşa baskı ortamı olmayan anadolu takımlarında duracağına daha gelir gelmez iftiralar, küfürler yediği bu kadar büyük baskıyı çekmek mi zevkli?

    dünyanın her liginde genç oyuncuların maaşı düşük, bonservisi yüksek olur. tecrübeli oyuncuların ise bonservisi düşük, maaşı yüksek olur. sebebi de şudur. bonservis yatırımı ifade eder, maaş ise hemen alınacak kısa dönemli faydanın karşılığıdır. bu yüzden tecrübeli oyuncular son yıllarında daha yüksek maaş alırlar.

    dusko tosiç, bir sol bek ve stoper oyuncusu olarak beşiktaş’a 900 bin euro’ya gelmiştir. tüm dünyada savunmacıların maaşları, hücumcuların maaşlarına oranla daha düşüktür... galatasaray’a göre para harcama konusunda çok daha sıkı olan beşiktaş, savunmacı tosiç’e hücumcu bilal’den fazla maaş vermiştir! tosiç’e “gençlerbirliği’nde aldığın maaşa geliyorsan gel, burası avrupa ligi takımı” demek gibi bir saçmalığı düşünmüş müdür? yine bir sağ bek olan serdar kurtuluş’a da aynı beşiktaş 950 bin euro vermektedir

    tüm dünyada kulüpler, oyuncularına maaşlarını, gelirleri üzerinden öderler. geliri 10 olan kulüple geliri 100 olan kulüp oyuncularına aynı oranda maaş ödemez, ödeyemez. oyuncularına gelirinin % belli bir kısmını ayırır. bu gelir paylaşımına göre de kulüpler büyük kulüp ve küçük kulüp diye ayrışır.

    manchester united norwich city’den oyuncu alırken “biz bu ara zor durumdayız ama burası manchester united, norwich’ten aldığın paraya geliyorsan gel” demek gibi bir saçmalığa... daha doğrusu bir dolandırıcılığa imza atmaz!

    hiçbir büyük kulüp, hiçbir küçük kulübün oyuncusunu bu şekilde dolandırmaz çünkü adı üstünde o takım büyük kulüptür!

    manchester united’ın gelirleri norwich city’nin gelirlerinin 10 katı olduğu için, o oyuncuya, o değer üzerinden maaş vermek durumundadır. aksi halde oyuncunun emeğini sömürmüş, düpedüz dolandırıcılık yapmış olur. zira o oyuncuların performansı, o büyük takımlara, o gelir düzeyini sağlıyor. yani bu besin zinciri gibi bir dönüşüm.

    uzun lafın kısası, sizin bir şatonuz olsa ve ona bir kapıcı tutacak olsanız. herhangi bir apartmanda asgari ücretle kapıcılık yapan bir adamı “gel burada 500 tl’ye çalış, burası şato, öyle her yerde böyle bahçe, böyle mobilya bulamazsın” diye kandıramazsınız. bunun adı düpedüz dolandırıcılık olur.

    bugün lige yeni çıkan osmanlıspor’un 700-800 bin euro maaşa ofansif ortasaha oyuncusu aradığını duydum. josue’yi, özer’i, soner’i, hleb’i de örnek verdim. bilal’e bu parayı bursaspor da, trabzonspor da, osmanlıspor da verirdi. bilal piyasasının üzerinde gelmedi. bana sorarsanız muhtemelen pazarlık yapmadan, pahalıya değil bilakis ucuza geldi. bilal’e bu paradan 100-200 bin euro daha fazla veren kulüp de çıkardı.

    insanlar, “kişi kendinden bilir işi” misali aklına olmadık şeyleri sokup iftira atmaktan korkmuyor. halbuki dünyanın birçok liginde birçok hoca, eski sivrilttiği öğrencisini yeni takımına aldırır. ve gittiği yeni takım, büyük bir takımsa, sivrilttiği öğrencisi de yüksek maaş alır. fakat oralarda insanlara böyle iftiralar atılmaz. bu da maalesef bizim toplumun ahlaki yetersizliği..."

    --- alıntı ---

    herhalde "biz büyük takımız, o zaman oyunculara büyük takım maaşı vermeliyiz" zihniyeti yüzünden bu hale geldik...

    bu arada kendisi bütün entry'lerini silmiş, ben ilgili yazısını vaktiyle bir kenara not etmiştim...
  • 369
    (bkz: #1834666)

    (bkz: zamanlaması manidar)

    (bkz: skor taraftarı)

    şu yazdığı yazıyı neden bugün yazdığını çok merak ettiğim yazar? gönül isterdi ki astana maçından sonra da inci inci yazabilseymiş. işin daha da acı tarafı benfica maçında 90. dakikada bir gol yesek, bu düşüncelerini yine yazamayacak olması.

    skor geldikten sonra, çiçekler böcekler açtıktan sonra bunları yazması kolay ve zevkli ama daha önce de söylediğim gibi, şu yazılarını mağlubiyetlerden sonra da yazarsa çok daha anlamlı olacak.

    ekleme: örnek olarak şu (bkz: #1834666) yazıyı astana maçından sonra yazmış olsaydı cidden çok daha güzel ve hoş olmuş olacaktı.

    son olarak, görüşlerine hiç katılmıyorum hatta son yazdığı yazıda sen koyunsun koyun kal diyor ama bu sözlükte gerçekten daha çok yazmasını isterim. ister bana inansın isterse inanmasın.
  • 483
    extensor birkac sene once burada hamza hamzaoğlu'nu savundugu/destekledigi icin sen hamza hamzaoğlu'nu savundun denilerek lince ugramis, sadece goruslerini paylastigi icin gordugu muameleden bikip sonunda sozlugu birakip gitmisti.

    kendisini sozlukte yazmadigi donemde sinan yılmaz olarak takip etmeyi surdurmustum ama son zamanlarda extensor olarak tekrar aktif olarak yazdigini gormek acikcasi beni cok mutlu etti. yazadursun...
  • 380
    (bkz: #1834666)

    istatistik oynanan basketbolu anlamamız için faydalı bir bilimdir. ancak futbolda başta gol sayısı olmak üzere hiçbir istatistikin ne olup bittiğine dair fikir veremeyeceğini iddia ediyorum. kaldı ki o istatistiği boş beleş türkiye kupası maçları ortaya çıkardığını kendisi de söylemiş. ben konya ve gençlerbirliği maçı dışında fark attığımız, rahat geçen bir maç hatırlamıyorum, oynadığımız kaos futbolu ise ortada.

    wenger para harcamıyor diye deli gibi eleştirildi, adam mesut ile sanchez transferlerini yapmak zorunda kaldı. mourinho takıma tepki olmasın diye futbolcuların ısınmasından yarım saat önce santiago barnebau'ya çıktı ve şovunu yaptı. manu'nun moyes'e sabretmediği ortada. işler yolunda giderken bayern taraftarının ve backenbauer'ın guardiola'yı nasıl eleştirdiği ortada. neymiş efendim taraftar taraftarlığını yapsın, bizdeki taraftarlık şöyleymiş böyleymiş. hayır efendim aksine bizde biat kültürü var. başarıya tapınma ve eleştiriyi yok etmek isteyen faşist bir zihniyet var. kusura bakmasın, bu yönden yazısını son derece sığ buldum.

    not: entry silindiğinden tekrar düzenledim.
  • 381
    bana sözlükte ne kadar çok düşündüğünü yazıya aktaramayan kişi olduğunu gösteren yazar.

    bunun dışında gol hesabı kötü futbol eleştirilerine karşılık vermiyor, üstelik okuyanları yanıltmak amacıyla kullanıldığı çok açık. 5 attığımız maçlarda bile doğru düzgün top oynamadığımızı hepimiz biliyoruz merak etmesin. yazısının burdan sonraki kısmını komik üslubundan dolayı okumadığım için yorum yapamıyorum.
  • 272
    (bkz: extensor/#1490925)

    filmleri kategorilendirmede biraz sknti var. guguk kusu, olu ozanlar dernegi, it's a wonderful life, treasure of the sierra madre..bunlarin hepsi icerik-metin filmleri. belli ki sen bu filmleri seviyorsun. bir filmde agir bilim kurgu, surrealizm, veya film gercekligi*** olmasi onlari daha az degerli kilmaz. sinemada iyi veya kotu bunlarin kendi icindeki degerlendirmelerle ortaya cikabilir. matrix icindeki anlatilan hikaye, olu ozanlar dernegindekinden cok daha muhimdir. olu ozanlar dernegi herkesin icinde yasayip dillendirebildigi sorunlari anlatip bir katarsis yaratir. bu aslinda kolay olandir. matrix ise felsefi ogretilerle, kutsal kitap gondermelerini birlestirip bir soylemde bulunur. su sahneyi hatirlamakta fayda var: neo, kahine gittiginde kahin kendisine vazoyu dert etme der. neo hangi vazo derken doner ve vazoyu dusurp kirar. nasil bilebildigini sorar kahine, kahin de: asil dusunmen gereken sana hicbir sey soylemeseydim o vazoya ne olacagi. sadece bu sahnede bahsedilen ogretiyle bile bir kitap yazabilirsiniz. kisacasi bazi filmler size bir dusunceyi verir (olu ozanlar dernegi gibi) bazilari o dusunce yapilarini verip sizden dusunmenizi ister (matrix gibi)
    jason statham filmleri konusunda ayni fikirdeyiz. eglencelik, disposal filmlerdir.

    simdi rear window'u ayirmam gerekir. cunku saydigin diger filmler metin-icerik filmleri olsa da rear window bir author filmidir. hitchcock'un neden muhtesem bir yonetmen oldugunu anlamak icin izlenebilecek filmlerden biridir rear window. basli basina bir alt tur olusturmustur rear window'la. bunun disinda elindeki teknolojiyle harika bir atmosfer yaratip, gormedigimiz bir dusmandan ve olaydan korkmamizi saglamistir.

    12 angry men de metin filmidir ancak onda da harika bir yonetmenlik ornegi soz konusudur. tek bir mekanda boylesine basarili bir katarsis yaratmak ustalik isi. bunun da disinda, yapildigi yil itibari ile sinemaya bambaska bir bakis acisi katmistir.

    simdi gelelim asil konuya. bahsettigin filmlerin hepsi katarsis yaratan ve usta isi filmler. peki ya katarsis yaratma cabasina girmeden, bazen 4.duvari yikan, bazen brechtien bir oyunculukla yabancilastiran filmler? iste asil anlatim ustaligi orada baslar. cunku guguk kusu harika bir film olsa da klasik bir dramasi vardir, hazmetmesi kolaydir. guzel demesi de kolaydir. ama bunuel'in agir surreal gondermeleriyle dolu bir filmini kolay hazmedemezsin, ve bu agir sanatsal isi basarabilmek bambaska bir yetenek ister. en son fassbinder'in world on wire filmini izledim. muhtesem bir bilim kurgu hikayesi, az bir butceyle ve yok denecek kadar az teknolojiyle kusursuz anlatilmis. konuyu destekleyen harika brechtien denebilecek oyunculuklar var. (sonucta fassbinder tiyatrocu). anlattigi hikaye ozdeslestirmeye musait degil diye boylesine harika bir filme kotu mu demek gerekiyor? tabi ki hayir.

    kisacasi ozdeslestirmeye musait usta isi filmler iyidir hostur ancak sirf bilim kurgu diye, surrealiste diye, film gercekligi var diye diger filmleri kotu film kategorisine alamayiz. tabi ki disposal filmlerden bahsetmiyorum.

    eger gercekten sanatsal, sinemaya degisim katmis filmleri izlemek isterseniz godard'i, fellini'yi, fritz lang'i, kurosawa'yi, bunuel'i, orson welles'i izleyin. hatta vaktiniz varsa potemkin zirhlisindan baslayin. hatta ve hatta gercekten sinemanin her seyini gorup, ozumsemek istiyorsaniz abstract sinemaya da bir goz atin.

    chuck palahniuk en sevdigim yazarlardandir, her kitabi sizi icine alir, hepsi kulttur ve bittiginde guzel bir tat birakir. ve hmm evet gercekten bu boyle diyip bazi seyleri sorgulatir, belki gozunuzu acar.
    julio coltazar ise sizi, icine girmeniz icin mucadele etmeye davet eder. sizi olabildigince zorlar, cevabi asla direkt vermez, ac oku, dusun - bul der. bitirdiginizde nerede oldugunuzu sasirirsiniz. agzinizda bir tat birakmaz cunku agziniz artik kulaginizin oldugu yerdedir. size bastan sona hayatinizi sorgulatir ve sizi oldugunuzdan daha zeki biri olmaya zorlar.
    bir de twilight gibi, olasiliksiz gibi cerezlik kitaplar var. zaten konumuz asla onlar olmadi.

    sinema asla disposal filmlerle ilgili olmadi. o parayla ilgili. gercek sinemaya girersek onu anlamak ve anlatmak icin once icerik ve bicim diye ikiye ayirmamiz gerekir. sonra turlerine gore degerlendirip konumlandirmaliyiz. sadece icerikle sinemadan bahsedilmez, bicim de en az icerik kadar onemlidir.

    ***film gercekligi: bunu su sekilde aciklayabilirim sanirim. aksiyon filmlerinde bir araba karsidan gelen veya ayni yondeki bir arabay hizlica carptiginda yan bir sekilde yerden havalanir. bu gercek hayatta olacak bir sonuc degildir, bu film gercekligidir. nasil ki hayali bir aks cizgisi vardir ekranda ve bu bir kanun gibi yapilmaya calisir, bu araba sahnesi de film gercekligi olarak boyle cekilir. aks cizgisinin gecilmeme sebebi ise, gectiginizde seyirci filmin hangi yone aktigini karistirir, akli karisir. film gercekligi, konvansiyonel filmlerde kabul gormus filmlerin kendi fizik kurallaridir.

    sinan icin not: daha once burada bir gonderme yaparak anmistim, godard'in weekend'ini izle. bitirdiginde yaz bana dusuncelerini:)
  • 273
    sadece jason statham filmleri ile the matrix'i aynı kefede (izle-unut) değerlendirmesi üzerine :

    --- alıntı ---
    matrix sadece bir film değil, aynı zamanda doğu mistisizmiyle yoğurulmuş batı felsefe, teoloji ve edebiyatının bir gövde gösterisi; uzak doğu dövüş sanatları ve silahlı kovalamacalarla çeşnilendirilmiş görselliğiyle gözümüze, edebi ve felsefi boyutuyla zihnimize hitap eden ''zekeriya sofrası'' misali bir ziyafet.
    matrix'i bu kadar ilgi çekici yapan, birçok farklı perspektiften -sinematografik, edebi, felsefi, dini vs.- değerlendirilmeye müsait oluşu aslında. yani matrix, derinliğini kullanılan sinema tekniklerinden ziyade edebi tenkitlere borçlu. malesef türkçe karşılığı olmayan tekniklerin başında edebiyat ve eleştiri literatürüne ünlü ingiliz şairi t.s. eliot tarafından kazandırılan ''objective correlative'' geliyor. bu teknikle yazar, (burada senarist ve yönetmen oluyor) okuyucuda (izleyicide) oluşmasını arzu ettiği belli duygu, düşünce veya çağrı-şımların uyanmasını, o duygu, düşünce ya da çağrışımı doğrudan doğruya beyan etmeden bir takım nesneler, durum veya olaylar zinciri kullanarak sağlamaya çalışır. kullanılan diğer bir teknik de ''allusion'', yani dolaylı yoldan yapılan atıflar, göndermeler. her iki tekniğin de hedefi kolektif bilinçaltına yani ortak tarihi, sosyolojik ve kültürel geçmişe sahip kitlelerdir. dolayısıyla matrix'te yapılan atıfları/göndermeleri anlamak için batı edebiyatı, felsefesi, mitoloji ve teolojisi ve hatta doğu mistisizmi hakkında yeterince malumat sahibi olmak gerekiyor.

    yapılan eleştriler ve yorumlara gelecek olursak; ilk olarak filmdeki bazı isimlerin içerdiği anlamlar üzerinde durmak gerekiyor galiba. filme adını veren matrix'in sözlük anlamı; bir düzlem üzerinde sıralanmış bir dizi sayı, figür veya işarettir. filmde matrix'in bilgisayar ekranındaki görünüşü de sözlük anlamına uygun olarak kurgulanmış, insan zihinlerinin tutsak alınıp köleleştirildiği sanal dünyaya latince rahim anlamına gelen matrix adının verilmesi yerinde olmuş. zira insanın kendini en güvenli ve rahat hissetiği ortam, içinde sürekli uyuyup dış dünyanın gerçeklerinden soyutlandığı tek mekan rahim olduğu, filmde ise insanlar suni bir rahim olan tüplerin içinde yetiştirilmekte ve bu insanlardan yapay zeka için enerji elde edilmektedir. gördüğü rüyayı kahinlere yorumlatmak istemesiyle tevrat'a konu olan babil kralı nabukadnezar, filmde düşsel/sanal dünyaya karşı verilen savaşın mobil kalesine, bir hoverkrafta is-mini vermiş. hoverkraftın modelinin numarası olan mark 3 no: 11 ise, incil'in, markus bölümünün, 3. babı'nın, 11. mısraına tekabül ediyor.
    (mark 3:11): ''murdar ruhlar onu gördükleri zaman önün-de yere kapandılar ve sen tanrı'nın oğlusun diyerek haykırdılar..''

    zion incil'de, dünyanın yok edilmesinden sonra tanrı'nın kuracağı krallık olarak geçiyor. filmde ise zaten mahvedilmiş dünyada matrix'ten kurtarılan insanların yaşayacağı tek şehir, insanlığın kurtuluşunu sağlayacak kişiyi bulmaya kendini adayan ve potansiyel mesih'i düş dünyasından uyandırıp, gerçekler dünyasına davet eden karaktere yunan mitolojisinde uyku tanrısı hipnos'un oğlu olan morpheus ismi verilmiş. ve tüm bunların tesadüf olduğunu düşünmek bu anlamda biraz saçma sanki. hristiyan teolojisinde baba-oğul-kutsal ruh'tan oluşan teslis, yani trinity, filmde asi-zevce-koruyucu şeklinde bir kadın kimliğiyle karşımıza çıkıyor. filmde morpheus'un baba, neo'nun oğul, trinity'nin de kutsal ruh olduğu bir teslisin varlığından da sözedilebilir bu anlamda. cypher, şeytan'ın isimlerinden lucifer'e, bir gönderme. adem'in kendisinden üs-tün olmasını kabullenemeyerek isyan eden şeytan gibi, cypher da neo'nun seçilmiş kişi olma olasılığını kabul et-meyip karşı safa geçiyor. (john milton'ın kayıp cennetinde, şeytan kendini oğul, isa'ya, hatta tanrı'ya üstün gördüğü için isyan eder). morpheus ve neo'ya ihanet etmesi göz önünde bulundu-rulursa, cypher'ın isa'ya ihanet eden havari judas'ı temsil ettiği de söylenebilir hatta. öte yandan cypher sıfır, hiç, önemsiz kimse veya şey ve şifre gibi anlamlan olan ''cipher'' kelimesinin bozulmuş hali de olabilir. thomas anderson ismi gördüklerinin dışında her şeyden kuşkulanan isa'nın havarilerinden st. thomas'a gönderme yapıyor. ayrıca anderson, insanoğlu anlamına gelen ve isa için kullanılan bir tabir. thomas'ın bilgisayarla ilgili illegal, korsan işler yaparken kullandığı ismi neo, basit bir oyun olan anagram ile yani harflerin yer değişimiyle one'a dönüşüyor. the one ise, hristiyan teolojisinde ''seçilmiş kul'' manasına gelmekte. nitekim neo, kendisini tanıyıp keşfettikten sonra bir mesih haline geliyor. sonsuz anlamına gelen ''eon'' ise, neo''nun diğer anagramı. edebi eserlere yapılan göndermeleri filmi kare kare inceleyip satır aralarını okuya-rak anlamak mümkün. bu inceleme film karelerinin kronolojik sıralaması gözetilmeden rastgele bir sıralamayla yapılmıştır.
    kontrolsüz sanayileşme, dengesiz kapitalist yayılım, birinci ve ikinci dünya savaşları ve hızlı teknolojik gelişim edebiyatta anti-ütopik/distopik gelecek kurgulan şeklinde yeni bir janrın oluşmasına neden olmuştur. matrix'in de görsel bir anti-ütopya olduğu söylenebilir. anti-ütopik dünya düzeni konusunun işlendiği en iyi ve en ünlü örneklerden biri olan george orwell’in 1984'ünde olduğu gibi, matrix'te de insanların hayatının görünmez bir iarede tarafından denetlenip yönlendirilmesi, kökleştirilmesi söz konusu.

    1984'te, ''big brother'' (büyük ağabey) adıyla zihinlerde somutlaşan bu irade, matrix'te insanların kendi elleriyle yarattığı ama kontrollerinden çıkan siberteknoloji halinde ortaya çıkıyor. 1984'te insanlar, ekranlar (screens) muhbirler ve düşünce polisleriyle denetim altına alınırlarken, matrix'te durum daha vahim. çünkü insanlar zaten zihnen ekranın içindeler, yani hayatları sanal ortamda farkettirilmeden manipüle ediliyor. ayrıca 1984 'ün düşünce polislerinden de beter sanal ortamın sağladığı ultra-doğaüstü güce sahip ajanlar da söz konusu. 1984'te rejim karşıtı winston smith'in sorgulandığı o ünlü 101 nolu odaya benzer bir yerde, yine potansiyel asi neo'nun sorgulanması da ayrı bir paralellik. neo'nun apartman daire numarasının da 101 olması böyle bir gönderme olasılığını güçlendirir nitelikte. cypher'ın, ajan smith'le pazarlık yaptığı sahnede ''bilgisizlik mutluluktur'' demesi ise, 1984'teki ''bilgisizlik kuvvettir'' sloganını hatırlatı-yor.

    görünmeyen, ne olduğu bilinmeyen iktidar teması, 1984'te olduğu kadar, kafka'nın şato ve dava romanlarında da işlenir. matrix'te ''gerçeğin çölü'' (desert of the real) şeklinde takdim edilen çorak topraklar, waste land'de hayat yerine ölüm veren topraklar olarak sunuluyor. eliot, çizdiği anti-ütopik dünya portresinde gerçeğin bir avuç dolusu toz ve gölgeden ibaret olduğunu; gölgenin de ilüzyondan başka birşey olmadığını ifade eder. matrix'te ise, bilgisayar ortamında yaratılan sanal dünyanın gerisinde gerçeğin kasvetli çölü uzanmaktadır. neo'nun ajanlara karşı mücadeleye hazırlandığı eğitim programında günlük iş koşuşturmasındaki insanların gösterildiği sahne (kırmızılı kadının da yer aldığı sahne) işyerlerine yetişme çabasıyla soluk soluğa, birbirlerinin yüzüne bakmadan, gözleri kendi ayaklarına kilitlenmiş şekilde koşuşturan insanların betimlendiği waste land'in, ''unreal city'' (gerçekdışı şehir) adlı bölümüyle benzerlik taşımakta. matrix'te de, çorak ülke'de de sistem içinde kendilerine biçilen role kanalize olarak robotlaşan, hem kendilerine, hem birbirlerine, hem de gerçeklere karşı yabancılaşan bi-reylere atıfta bulunulmakta-dır.

    neo'nun bilgisayarından gelen mesajla uyandırıldığı bölüm aslında filmin özeti gibidir. bu bölümde neo'nun bir hacker olduğunu, birşeylerin ters gittiğini hissettiğini ve bunu araştırdığını, özellikle morpheus adlı anarşistin yaptıklarıyla ilgili haberleri internetten takip ettiğini öğreniriz. aslında neo'nun bilgisayar sistemini ele geçirdiğini düşünmesi ironik bir durum ortaya çıkarıyor. çünkü o, bilgisayarlara hükmettiğini zannederken, matrix denen bilgisayar tabanlı bir sanal dünyada hayatına hükmedildiğinin farkında değildir. (karakterin içinde bulunduğu durumun farkında olmaması). bilgisayar başında uyuyakalan neo'ya filmin anahtar kelimelerinden ''uyan'' mesajı gelir, sonra da gerçek yüzüne vurulur. yani matrix'in ona sahip olduğu. derken kapı çalınır ve neo gelen müşterilerine kapı açmakla kalmaz, aynı zamanda kendi algı kapılarından ilki de açılır. neo'nun müşterileriyle arasında geçen konuşma filmin devamında neler olacağına dair ipuçlarıyla doludur (ingilizce tabiriyle bu kısım filmin foreshadwing'i). mesela choi, neo'ya ''kurtarıcımsın'' diyerek onun filmin ilerisinde mesih pozisyonuna yükseleceğinin işaretini verir. yakalanması halinde neo'yu ele vermeyeceğini kastederek söylediği ''bu asla olmadı. sen yoksun'' sözleri de neo'nun sanal dünyadaki fizikî/bedeni yokluğunu vur-gulamakta.

    choi, neo'yu dans kulübüne davet ederken onun fişten çekilmeye (unplug) ihtiyacı olduğunu söyleyerek yine tiyo verir; çünkü choi, neo'nun uçmaya, rahatlamaya olan gereksinimi kastederken aslında onun ileride kelimenin tam manasıyla zihnini matrix'e, bedenini ise suni rahime bağlayan fişlerden çekileceğini haber vermiş olur. filmin çıkış noktası olan düş ile gerçek arasındaki ayrım da ilk kez bu konuşma esnasında olur. neo müşterisine ''uyanıkken rüya görüp görmediğinden emin olamadığını hissettin mi hiç ?'' diye sorar. choi ise, bu hissi meskalin olarak tanımlayarak içinde bulundukları ironik durumu vurgular, çünkü zaten bütün hayatları bir halisinasyondan ibarettir ve bunun nedeni kesinlikle meskalin değildir. aldous huxley'in yerlilerin meskalin alıp düş ile gerçek arasındaki sınırı aşmalarım bizzat kendisi de tecrübe ederek anlattığı algı kapıları isimli eserine ilk defa bu sırada göndermeler yapılıyor. ka-pı simgesi bundan sonra birkaç defa kullanılıyor. mesela morpheus neo'ya iki kez şöyle der: ''ben yalnızca sana kapıyı gösterebilirim ama kapıdan kendin geçmek zorundasın''. insanların doğal yollardan doğmayıp suni bir şekilde yetiştirilmesi fikri de, huxley'in yeni dünya'sında insanların laboratuvarlarda üretilmesinden alınmış gibi. yine filmin bu bölümünde bilgisayardan gelen ''beyaz tav-şanı takip et!'' direktifi ile ali-ce harikalar diyarında'ya göndermeler yapılmaya başlar. neo kapısına gelen müşterilerinden birinin -dujour'un- omuzunda gördüğü beyaz tavşanın peşine takılarak gerçeklere açılan bir deliğin içine atlamış olur. filmde yapılan en bariz gönderme de bu zaten.

    morpheus, neo ile tanıştığında neo'nun içinde bulunduğu durumun psika-nalizini de alice harikalar diyarında benzetmesiyle yapar.
    morpheus: - gerçek olduğundan emin olduğun bir rüya gördün mü hiç neo? ya o rüyadan hiç uyanamazsan ne olur ? o zaman gerçek ve düş dünyalarının arasındaki farkı nasıl anlarsın ?
    bu retotik sorular jorge louis borges'in, olağanüstü masallar adlı kitabında anlattığı bin menkıbeyi çağrıştırmakta. çinli bir bilge rüyasında kelebek olduğunu görür, ama uyandıktan sonra rüyasında kelebek olan bir adam mı, yoksa kendini adam olarak düşleyen bir kelebek mi olduğundan emin olamaz. filmde ise herkes birbirinin rüyasında yaşamaktadır, çünkü matrix kollektif bir rüyadan başka bir şey değildir. ajanlar onu yakalamaya geldikleri zaman neo'nun çalıştığı ofis birden labirente, neo ise kendi yaptığı labirente tutsak edilen mitolojik kahraman dedalus'a dönüşür. labirentten kaçarken babasının sözünden çıkıp güneşe çok yaklaşan icarus'un balmumundan kanatlarının erime-siyle denize düşüp olması gibi neo da, morpheus'un verdiği direktifleri tam olarak yerine getiremediğinden labirentten kurtulamaz ve ajanların eline geçer.

    neo ile kahin arasında geçen konuşma da ipuçları içermektedir. kahin neo'ya, ''o'' olduğunu üstü kapalı bir şekilde söyleraslında. konuşmaları sırasında kahin, ''beklediğimden daha sevimlisin, kuşkusuz o (trinity) senden hoşlanıyor'' der. neo ise ''kim ?'' diye sorarak trinity'nin ona âşık olduğunun farkında olmadığını gösterir. daha önce trinity'nin seçilmiş kişiye aşık olacağı kehanetinde bulunan kahin'in, neo'nun ''o'' olduğunu bildiği de ortadadır. kahin neo'ya ''o'' olup olmadığı konusunda ne düşündüğünü sorar; neo ise bilmediğini söyler. bunun üzerine kahin latince, ''kendini bil'' yazan levhayı göstererek ve ''o'' olmanın aşık olmak gibi bir şey olduğunu, bunu içten içe, baştan ayağa bilebileceğini belirterek neo'nun henüz kendisini tanımadığını ve ancak kendini tanıyıp keşfettikten sonra ''o'' olabileceğini ima etmiş olur. kahin, neo'nun bir şey olduğuna kendisini ikna edebilecek bir şey, bir kanıt beklediğini söyler. burada samuel beckett'in, godot'yu beklerken (vaiting for godot) adlı oyununa gönderme yapıldığı söylenebilir. neo da içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmak için ilahi birşey beklemektedir sanki. godot'yu beklerken'de godot tanrıdır ve asla gelmez. ama filmde godot teslisin bir parçasını, kutsal ruhu temsil eden trinity'dir ve filmin sonunda gelip neo'yu ölümden kurtarmakla kalmaz, ayrıca ''o'' olduğunun ayrımına varmasını, algı kapılarının sonuna kadar açılmasını sağlar. burada trinity, dramada olayın dışındaki bir gücün bütün güçlükleri çözmesi, kahramanı çıkmazdan kurtarması demek olan ''deus ex machina'' görevi görüyor. böylelikle hristiyan teolojisindeki isa'nın yeniden dirilerek (rection) insanlığı kurtarmaya geleceği (second coming) inancına paralellik çizilmiş ve kahin'in, neo'nun ''belki diğer hayatında'' one olabileceği kehaneti de doğrulanmış olmakta.

    morpheus yakalandıktan sonra ajan smith ile aralarında geçen, daha çok ajan smith'in monologu şeklindeki konuşma darwin'in ünlü eseri origin of specise/türlerin kökeni'nde savunduğu çevresine en uyumlu olan türlerin varlıklarım devam ettirebile-ceğine dair teorisi (survival of the fittest) 'ni çürütür nitelik-te. ajan smith'e göre insanlar memeli değillerdir, çünkü diğer memeliler gibi belirli bir habitatları yoktur ve doğayla uyum sağlamak yerine sürekli çevre değiştirip kaynak tüketirler ve bu yolla varlıklarını sürdürürler. yine bu konuşmasında ajan smith insanların bir tür veba, kanser, virüs olduklarını belirterek yahudileri yok edilmesi gereken haşere olarak gören hatta bunun için kimyasal zehirli gazlar üreten nazi zihniyetini çağrıştırıyor. neo, kırmızı hapı aldıktan sonra cypher'in ona ''kemerlerini bağla dorothy, çünkü kansas arkanda kalacak'' dediği sahnede, wizard of oz/oz büyücüsü'ne ilk gönderme yapılıyor. daha sonra filmin sonlarına doğru, ajanlarla neo arasındaki kovalamaca sırasında tekrar gönderme yapılıyor. fantastik, düşsel bir dünyaya gelen küçük kızın öz büyücüsü'nden yegâane isteği evine, gerçekler dünyasına dönmektir. aynı şekilde neo da telefonla bağlantı kurduğu tank'e ''bay büyücü'' (mr. wizard) diye seslenerek onu sanal ortamdan kurtarmasını ister. filmi janr bakımından tekno-modern bir destan olarak nitelendirebiliriz, çünkü epik geleneğin birçok özelliğini taşımakta.

    filmde hemen her destanın demirbaş karakterlerinden bilge kişiyi morpheus, kahini orta yaşlı bir bayan, kahramanı ise neo temsil ediyor. her destanda olduğu gibi filmde de yaşadığı olaylar ve tecrübeler sonucu şahsiyeti gelişen kahraman birşeylerin ayrımına varıyor (anagnorisis), çoğunluğun menfaati için kendini feda edip doğaüstü güçlere karşı savaşıyor. destanlarda olaylar engin bir coğrafyada geçer ve bu şekilde evrensel bir kimliğe bürünür. filmde de olayların geçtiği yer spesifik değil, böylelikle anlatılan sadece bir ulusun değil tüm insanlığın başına gelenler olarak yansıtılmış. destanların temel motiflerinden ''arayış'' (quest) teması filmde gerçeği ve kendini arayış şeklinde işleniyor. destanlarda görülen yolculuk (journey) motifi ise filmde reel ile sanal dünyalar arasında gidip gelme biçiminde kullanılmış. homeros'un odysseia'sında yapılan yolculuklar, aslında kahramanın iç dünyasına doğru yapılır ve bu yolculuklar ile yaşanan her olayın neticesinde kahraman biraz daha kendini keşfeder. aynı şekilde filmin de içsel bir yolculuk hikayesi olduğu söylenilebilir. filmin işlediği temalarsa muhtelif. temalar genel olarak neo'nun çevresinde gelişen olaylar ekseninde veriliyor. software firmasında çalışan thomas anderson, insanların kendilerine ve çevrelerine karşı yabancılaşması (alienation) ve gerçeklere kar-şı körleşmesi temalarının somutlaşmış hali. nitekim neo'nun yeniden doğduktan sonra, morpheus'a gözlerinin neden acıdığını sorması ve morpheus'un ona gözlerini daha önce hiç kullanmadığını söylemesi bunu gösteriyor.

    neo'nun eğitiminden filmin final sahnelerine kadar geçen bölüm boyunca, sokrates'in ''kendini bil!'' (know thyself!) deyişiyle belirtilen, kişinin kendisini keşfi ve ne olduğunun farkına varması (realization) temaları işleniyor. neo'nun insanlığı kurtarma misyonu da ayrı bir tema. insanların ulaştıkları teknolojik seviyenin verdiği gururla sarhoş oldukları bir anda başlarına gelenler ise mitolojik ve dini hikâyelerin temel temalarından olan tufan temasından başka birşey değil. varolan otoriteye karşı başkaldır-ma, anarşi teması da filmin bütününde işleniyor. neo'nun kırmızı hapı aldıktan sonra kaşsız, saçsız dev bir bebek görünümü ve saflığında bir tüpten doğması ve sulara batıp çıkarak bir nevi vaftiz töreninden geçmesi ise ruhun geçmişteki günahlarından arınması, rejenerasyon ve yeniden doğum gibi temaları veriyor. aslında bu yeniden doğum sadece zihnin bedene dönüşü şeklinde, çünkü kurtarılmış insanlar, yani zion ve nebuchadnezzar'da yaşayan insanlar haricindeki bütün diğerleri gibi, neo da varolduğu günden beri zaten o tüpün içindedir; bedeni yapay zekânın enerji elde etmesi için bir pil vazifesi görmekte, zihni ise yapay zekanın düzenlediği sanal dünya programındadır. kırmızı hap sayesinde neo'nun zihni bedenine geri döner. yani, suni rahimdeki uykusun-dan uyanır. uyanma (awakening) kendi başına filmin temel temalarından birisi. filmin anahtar kelimeleri uyan! (wake up) ve ayağa kalk! (get up!) ile doğrudan; neo ile kahin konuşurlarken çalan duke ellington’a ait, ''i’m beginning to see the ligth'' (işığı görmeye başlıyorum) adlı parçayla dolaylı olarak belirtilen uyanma teması aydınlanma, gafletten uyanma, yakaza (açık gözle düş görme) halinden kurtulma, kalp gözünün açılması şeklinde açıklayabileceğimiz bir tema. seçim yapma teması ise yine film boyunca işlenen temalardan.

    neo'nun kapısına gelen müşterilerinin adları choi ve dujour, fransızca ''günün seçimi'' demek. neo film boyunca seçim yap-mak zorunda kalıyor: patronu mr. rhineheart, neo'ya seçim yapma zamanının geldiğini söyler. ajanlar onu yakalamaya geldiklerinde neo ya morpheus'un söylediği yolu ya da diğer çıkışı kullanmak zorundadır. sorgusu sırasında ajanlar neo'ya iki seçenek sunarlar; ya ajanların yararına çalışacak veya işlediği suçların cezasını çekecektir. neo arabayla morpheus'a götürülürken switch ''ya bizim yolumuz ya da otoyol!'' diyerek başka bir seçim sunar. kırmızı hap-mavi hap seçimi ise neo'nun hayatında dönüm noktası (reversal of fortune/turning point) olur. eği-timi sırasında morpheus, neo'ya ''bizden biri değilsen onlardan birisindir'' diyerek yeni bir seçim sunar. kahine gittiğinde neo, kendi hayatı ile morpheus'unki arasında bir seçim yapmak zorunda olduğunu öğrenir. neo metroda ajanın ölmediğini gördüğünde cypher'ın tavsiye ettiği gibi kaçmak yerine mücadeleyi seçer.

    filmin verdiği mesajlar kişiden kişiye farklı algılanabilir ama genel olarak bir mesajın varlığından sözedilebilir: morpheus, neo'ya matrix'in hakikatlere karşı gözlerimizi körleştiren bir dünya olduğunu söyler. hakikat ise herkesin koklanamayan, tadılamayan veya dokunulamayan bir hücreye, yani zihinlerinin hapsedildiği bir hücreye doğduklarıdır. gerçekten de hepimiz zihinlerimizi önyargılar, batıl inançlar, korkular, kuşkular, yersiz prensipler, kısıtlayıcı toplumsal kurallar ve bunun gibi fazla dünyevi olan kavramlarla oluşturulmuş bir hücreye hapsederiz; dünyevi şeyler bizi gerçeklere karşı körleştirir, algı kapılarımız kapanır. ingiliz şair william blake'e göre de, ''algı kapılarımız açılsa herşeyi olduğu gibi görebilirdik..'' ya da nietzsche'nin dediği gibi, ''her insan eşi olmayan biricik mucizedir.'' yani her insan ayrı bir neo'dur. inanılmaz olana inanarak, kendimizi keşfederek, içimizdeki o'nu bularak, algı kapılarımızı açarak zihnimizi bu hücreden kurtarıp serbest bırakmamız mümkün olabilir.

    filmi edebi yönden ilginç yapan aşina olduğumuz şeyleri alışılmadık ve garip hale getirmesi, ters-yüz etmesi (defamiliarization). örneğin, alice harikalar diyarında'da kahraman alice'tir yani bir kız çocuğudur. filmde ise genç bir erkek haline çevirilmiş. kutsal ruh, baba ve oğul'dan oluşan ve eril bir kimlik taşıyan teslis, trinity, bir bayan olarak vücuda geçirilmiş. öz büyücüsü'nün dorothy'si de, neo tarafından temsil ediliyor. smith ismi 1984'te kitabın kahramanı, sistem mağduruna verilirken; filmde sistemin devamını, yürümesini sağlayan ajana ve-rilmiş. filmin finalinde ise neo uyuyan güzele dönüşürken, trinity de ona hayat öpücüğü veren prens haline gelmiş.

    matrix, çağrıştırdığı felsefi akımlar bakımından da oldukça zengin bir menüye sahip. filmin, platon'un idealar kuramı'nı ters-yüz ettiği gö-rülüyor. platon'a göre bizler, duyularla algılanan fenomenler dünyasında yaşarız ve bu dünyadaki herşey idealar dünyasındaki gerçek ve mükemmel olanın kötü bir taklidi, yansımasından başka bir şey değildir. diğer bir deyişle fenomenler dünyası matrix gibi bir çeşit sanal dünyadır. ancak, platon'un kuramında herşeyin mükemmel aslı idealar dünyasındadır ve duyular/fenomenler dünyasındakiler bayağı yansımalar, taklitlerdir. buna karşılık matrix'te gerçekler dünyası kasvetli, ürkütücü ve acılı; sanal dünya ise göz boyayıcıdır. yine platonit felsefeye göre idealar dünyasını ancak aklımız yoluyla kavrayabiliriz, matrix'e ise morpheus ve ekibi beyinlerinden fişlenerek akıl yoluyla sanal olana, ''matrix''e ulaşırlar.
    matrix'te, platon'un hocası sokrates'e de doğrudan bir gönderme yapılıyor. neo'nun seçilmiş kişi olup olmadığını öğrenmek için gittiği kahinin mutfak kapısında yazılı ''kendini bil'' ibaresi sokrat öğretisinin özü, filmin de dayandığı temellerden birisi. sokrates'e göre, bilgide önemli olan evreni bilmek değil, kendimizi bilmek tanımak ve bu yolla erdemli olmaktır. filmde, sokratik diyalektik'in de kullanıldığı söylenilebilir. morpheus neo'ya sürekli retorik sorular sorarak onun zihnini serbest bırakmasını, algı kapılarının açılmasını sağlamaya çalışır.

    - kadere inanır mısın neo ?
    - gerçek olduğundundan emin olduğun bir rüya gördün mü hiç neo? ya o rüyadan hiç uyanamazsan ne olur? o zaman gerçek ve düş dünyalarının arasındaki farkı nasıl anlarsın?
    - gerçek nedir ? gerçeği nasıl tanımlarsın ?
    - seni yenmeyi başardım? burada (bilgisayar programında) senden güçlü veya hızlı olmamın kaslarımla bir ilgisi olduğuna inanıyor musun? şu an soluduğunun hava olduğunu mu zannediyorsun ?

    neo-platonist felsefede doğru-yu, gerçeği bulma, kişinin dünyevi uykusun-dan uyanıp vecd ile üst bir bilince (superconsciousness) varmasıyla mümkündür. bu ruhun yukarıya, bir'e yükselişidir. neo'nun filmin sonunda üstbilince erişip havaya yükselmesi hem neo-platonist felsefedeki hem de hristiyan öğretisindeki ruhun yükselmesi (ascending) olarak yorumlanabilir.
    birbiriyle çelişen ve uyumlu olan birçok ayrı görüşten oluşan eski hint felsefesinin temelinde ilimde verilmeye çalışılan mesaj yatar. kendimiz ve çevremizdekiler hakkında bildiklerimiz yanlış veya yetersizdir. bunu aşabilmemiz için ya aldatıcı yanların büyük gücünden (maya) kurtulmamız, ya da dış görünüşlerin arkasındaki büyük tanrısal oyunu farkederek bu oyunun içine dalmamız gerekir. thomas, matrix'te yaşarken diğer insanların da, kendisinin de köle olarak doğduklarından habersizdir. neo gerçek dünyaya gelip, kendisini tanımaya başlayarak ve zihnini korku, kuşku ve inançsızlıktan kurtarıp serbest bırakarak bilgi zanettiği yanlışları aşar. sanal olanın gerisindeki gerçekliği kavrayarak matrix denen büyük tanrısal oyunun içine beyninden fişlenip zihin yoluyla girer. sahip olunan bilgilerin doğruluğundan, duyularla algılanan varlıkların gerçekliğinden kuşku duyma septik felsefenin temelidir. mouse, yenilen yiyeceklerin tadının doğruluk ve kesinliğinden tat alma duyusunu kullanmakla emin olunamayacağını belirterek septik bir tavır sergiler. kuşkuyu amaç değil, araç olarak kullanmasıyla septik'lerden ayrılan deskartes, düşünce yoluyla kendisine yönelip kendi gerçekliğini kanıksayarak, kartezyen felsefesinin özü haline gelen ''düşünüyorum, öyleyse varım'' sonucuna varmıştı. neo'yu rahatsız eden, uykularını kaçıran, yalnızlığa iten ve gecelerini bilgisayarının başında geçirmesine sebep olan, beyindeki bir kıymık gibi onu delirten de gerçeklikten duyduğu kuşkudur ve düşünce vasıtasıyla çıktığı içsel yolculuk neticesinde kendi gerçekliğine ulaşır.

    filmde, sokrates'in öğrencilerinin oluşturduğu bir felsefi akımın, kynik'lerin (kelbiler) etkileri de görülüyor. kynikler de, kendini bilmenin bir erdem ve elde edilebilecek en doğru bilgi olduğuna inanırlar. ayrıca kynikler gerçek mutluluğu kişinin içindeki bağımsızlık ve özgürlük isteğinde aramak gerektiğini savunurlar. filmin baş karakterlerini matrix'e karşımaya itenin bu istek olduğunu söyleyebiliriz. ferdlerin mutlak özgürlüğünü yerleşmiş iktidarın/otoritenin ortadan kaldırılmasıyla elde edebileceğini savunan anarşist ideoloji filmin çıkış noktalarından birisi. neo, henüz kurtarılmadan önce bilgisayarla ilgili kuralları ihlal ederek anarşist yanını sergiler. matrix'in kurallarının nasıl alt-üst edileceğini ve kırılacağını öğretmek ise neo'nun eğitiminin amacıdır. insanları baskı ve kaba kuvvetle değil, gerçek yanılsamasının verdiği haz ile elinde tutmayı ve sömürmeyi başaran yapay zekâ'ya karşı morpheus ve şürekasının vadedebilecekleri gül bahçesi değil, sadece özgürlüktür. ilk yüz yüze görüşmelerinde neo, morpheus'a kadere inanmadığını, çünkü hayatının kendi kontrolünde olmadığı düşüncesinin onu rahatsız ettiğini söyler. halbuki bütün hayatı yapay zeka tarafından idare edilmiş, kontrol altında tutulmuştur (irony of situation). neo özgürlüğü seçer, ama diğerleri için bu seçimi yapmak kolay değildir. her ne kadar gerçek gibi görünse de, alışkın olunan dünya görünüş ve düzenine benzese de matrix insan özgürlüğünü kısıtlayan bir sistemdir, kontroldür. gerçek dünya ise kasvetli ve çetindir. bu durumda insanlar ye ne pahasına olursa olsun anarşizme göre insanlık onuru demek olan hürriyetlerini seçecek ve kurtarılmaya hevesli olacak, ya da matrix'in onlara sunduğu ilüzyonu sömürülme ve köleleştirme pahasına kabul edeceklerdir. bu seçimin zorluğunu bilen morpheus, neo'ya çoğu insanın sisteme umutsuzca bağımlılıklarından ötürü onlara karşı koyacağı, matrix'i korumaya çalışacakları uyarısında bulunur.

    anarşizm ile büyük benzerlik gösteren hatta bu yüzden çoğu kere eşanlamda kullanılan nihilizm'e göre de varolan sosyal, politik, dini, vs. kurumların ortadan kaldırılması gereklidir. matrix'teki tüm bu kurumlar bir kandırmacanın parçasıdırlar; dolayısıyla yok edilmelidirler. neo'nun, choi'ya satacağı kaçak bilgisayar disklerini jean baudrillard'ın taklit ve hayaller (simulacra and semidation) adlı eserinin nihilizim hakkında olan bölümüne (on nihilism) saklaması bir tesadüf olmasa gerek. neo, filmin sonunda yaptığı telefon konuşmasında kuralsız, kontrolsüz, hudut veya sınırlamaların olmadığı, nihilistik dünya özlemini dile getirir.

    matrix'te, darwin'in evrim kuramının çarpıtılıp değişik bir bakış açısıyla yeniden değerlendirildiğinden daha önce bahsetmiştik. öyle görünü-yor ki, film darwin'in evrim teorisinden ziyade, nietzsche'nin evrim üzerine görüşlerini benimsemiş. nietzsche, doğal seleksiyonun neticesinde yani zayıf olanların elenmesiyle, isan türünün sonunda üst-insan soyu (race of supermen) meydana getireceğine inanıyordu. nietzsche'ye göre bu soy sadece fiziksel açıdan değil, aynı zamanda karakterlerinin sağlamlığı, ahlaki değerleri ve erdemleriyle de üstün olacaktır. nietzsche, asilce savaşacak kadar güç ve cesaretten yoksun, ahlaki zaafları olan, pasif ve hedonist insanların elenmesinden yanaydı. yapay zeka ile asiller arasında yapılan mücadele filmin doğal seleksiyonudur. bu mücadele sonucu gerçeklerin ağırlığını kaldırabilecek güçte erdemli ve onurlu insanlar varlıklarını sürdürecek; sanal dünyaya bağımlı olan zayıf karakterdeki insanlar ise elenecektir. neo, nietzsche'nin üst-insan kalıbına uygun olarak hem fiziksel yönden kusursuz, hem erdemli, hem de üst-insana has özel yeteneklere sahiptir. filmin sonunda, süpermen gibi göklere uçması da bunu gösteriyor zaten.

    filmin varoluşçu felsefeden de izler taşıdığı söylenebilir. varoluşçu/egzitansiyalist fel-sefe de bireyin kayıtsız şartsız özgürlüğünü amaçlar. varoluşçulara göre varolma özden önce gelir. yani insan kendi özünü kendi belirler; bir korkağı korkak, bir kahramanı kahraman yapan kendileridir. insan kendi tasarısıdır. kişi özünü yaratmak için içindeki potansiyeli fark etmeli ve ortaya çıkarmalıdır. neo, uzun bir süredir suni rahim içinde bedenen, sanal dünyada ise zihnen varolmasına karşın özünü gerçek dünyaya geldikten sonra bulur. nitekim kahin'e giderlerken neo bir restoranı göstererek orada yemek yediğini, oranın güzel makarna yaptığını, daha bir sürü bu tip gerçekte hiç olmamış hatıraları olduğunu söyler ve bunun anlamını sorar. trinity ise cevaben, ''matrix sana kim olduğunu söyleyemez'' der. çünkü matrix'te, kişilerin hayatları istenildiği şekilde manipüle edilebilmesine rağmen, kişinin özü ancak kendi tasarısıdır ve buna yapay zeka bile müdahale edememektedir. henri bergson ismiyle özdeşleşmiş olan sezgicilik'in de filmin yararlandığı felsefi akımlar arasında olduğunu görebiliriz. henri bergson'a göre sezgi gerçeği bilme yetisi, bilgi ise kendi bilincine varma içgüdüsüdür. bu yüzden kahin seçilmiş kişi olmanın aşık olmak gibi içgüdüsel bir bilgi olduğunu belirtir. filmde yine bergson'a ait olan zamanın göreceliliği kuramından da yararlanılmış. bergson'a göre zaman, insanların yarattığı bir kavramdır. zamanı takvim, saat gibi yollarla ölçmek veya sınırlamak boş bir çabadır ve her birey zamanı kendine göre algılamaktadır. gerçekten de zamanı bu şekilde ölçmek yanıltıcı olabiliyor. mesela 2000 yılına gireceğimizi düşünürken aslında eski roma takvimine göre 2753, musevi takvimine göre 5760, evrensel takvime göre 290.091.200.500.000.000 yılına gireceğiz. morpehus, neo'ya ''1999 senesi olduğuna inanıyorsun, fakat aslında 2199'a yakın bir tarihteyiz. hangi senede olduğumuzu söyleyemem, çünkü açıkçası bilmiyoruz'' der.

    filmi ilginç yapan taraflarından birisi de post-modernist yaklaşımlar taşıması. modernistlere göre hayat kaotiktir, ama düzenin sağlanabilmesi mümkündür. postmodernistler ise düzenin geri kazanılabileceğine inanmazlar. neo ve ekibi mevcut sanal düzenin yıkılıp yeni bir düzen kurulacağı umudunu taşımakla birlikte, yeni düzenin asla yapay zekanın egemenliğinden öncekine benzemeyeceğini, sanal düzenden daha zor, çekilmez ve kaotik olacağını bilmektedirler. bu bakımdan filmin post-modernizme daha yakın olduğu muhakkak. öte yandan film, post-modernizmin temel sorusu olan gerçeği de sorgulamaktadır. filmin başlarında neo'nun evinde gördüğümüz jean baudrilard'ın düş ile gerçeğin değerlendirmesini yaptığı kitabı, simulacra and semulation'ın da ortaya koyduğu gibi post-modernizmde imajlar, ikonlar ve simgeler temsil ettikleri gerçeklerden daha fazla önem kazanmıştır. hatta temsil ettikleri gerçek-lik artık varolmamaktadır. matrix'in kendisi imaj, ikon ve yansımalardan ibarettir ve artık temsil ettiği dünyanın yerinde kasvetli bir çöl uzanmaktadır. post-modernizm tüketici toplumu da sorgular. ancak filmde insanlar birşeyler tükettiklerini zannederlerken aslında kendileri bir tüketim maddesi, enerji elde edilen piller haline gelmişlerdir. post-modernizm hayatın bir kolaj olduğunu iddia eder. buna benzer bir şekilde film de çeşitli edebi, felsefi akımlar ve eserlerden oluşturulmuş bir kolaj niteliği taşımakta.

    film edebi ve felsefi açıdan bu kadar yoğun olmasına rağmen bir takım zaaflara da sahip. söz gelimi cypher'ın, operatör tank'ın yardımı ve kendisini fişleyecek birisi olmadan nasıl matrix'e geçip ajan smith ile pazarlığa oturduğu; bunu başarsa bile pazarlık sırasında nasıl olup da nebuchadnezzar tayfasından birinin dikkatini çekmediği bir muamma. morpheus'un yardımına gelen trinity ve neo'nun açtığı yaylım ateşinde nasıl vurulmadığı da ayrı bir merak konusu. asansörün patladığı sahnede, daha önce trinity ve neo'nun mahvettiği kolonlar ise sapasağlam görünüyor. filmin en önemli paradoksu ise zion hakkında. zion kurtarılmış insanların yaşadığı, gerçek dünyada yer alan bir şehirse nasıl bir bilgisayar giriş kodu oluyor ?

    filmin sorguladığı meselelere gelince. filmin, temel meselelerinden birisi kişinin kendisini kalıplaşmış düşünce ve önyargılardan kurtarması, zihnini serbest bırakması. nitekim neo mücadelesi sırasında zihnini serbest bıraktığı ölçüde başarılı oluyor. filmin irdelediği diğer bir konu akıl ve ruh ayrımı. bilimde ruhun varlığı (parapsikoloji gibi bilimselliği tartışılır dallar dışında) kabul edilmezken, mistik alanlarda ruhun akıldan üstün tutulduğu görülür. filmde seçimin akıldan yana kullanıldığını söyleyebiliriz.
    doğu mistisizminde ruhun bedenden ayrılıp, beden olmaksızın hareket edebildiği varsayımı, filmde aklın bedenden ayrılıp matrix'e gitmesi şeklinde ortaya çıkıyor. neo, morpheus'a sanal ortamda ölürse, gerçekte de ölüp ölmeyeceğini sordu-ğunda morpheus ona, bedenin akıl/zihin olmadan yaşayamayacağını söyler. buradan da filmin akıl ve ruhu ''akıl/zihin'' adı altında bir tuttuğu çıkarılabilir.

    filmde akıl yoluyla fiziksel güçlükleri aşabilme olasılığı üzerinde fazlasıyla durulması toy gençlerin rağbet ettikleri % 100 düşünce gücü, pozitif düşünce gibi isimlerle piyasaya çıkan kitapları çağrıştırıyor. filmin vurguladığı en önemli çelişki ise düş ile gerçek arasındaki ayrım. matrix hoş olanı, duyulara hitab eden güzellikleri, kanıksadığımız realiteleri kurtulunması gereken bir aldatmaca ve ilüzyon; acı verici olanıysa aklı selim insanların seçmesi gereken gerçekler olarak yansıtmış. ajan smith'in de kastettiği gibi, biz insanlar müspet olanın ardında menfilik arayan türde mahluklarız. bizler için mutlak mutluluk ancak hayal, acı ise salt gerçektir. ilk yapılan ütopik matrix'in değiştirilip acı ve olumsuzluklarla çeşnilendirilerek tekrar yazılmasının nedeni de budur. mavi rengin sakinleştirici, teskin edici; kırmızı rengin kışkırtıcı bir renk olduğu göz önüne alınmış olsa gerek, düş ile gerçek arasında yapılacak seçim kırmızı ve mavi hap seçimi olarak sunulmuş. bu seçim aşaması tıpkı robert frost’un, ''the road not taken'' (gidilmeyen yol) adlı şiirindeki seçimi gibi. frost iki ayrılan yol sapağında daha az kullanılmış olan yolu seçer:
    ''koruluktan, yol ikiye ayrıldı, ve ben daha az kullanılmış olan yola saptım. ve bu bütün farkı yarattı.''

    neo da, mavi hapı alarak bildiği yola gitmektense, kırmızı hapı seçerek daha önce çok az insanın geçmiş olduğu yola girer. zaten trinity ve arkadaşları onu arabalarına aldıkları zaman da aynı seçimi yapar. switch alternatifleri netlikle ortaya koyar: ''bizim yolumuz ya da otoyol!'' burada kullanılan otoyol benzetmesi, ac/dc''ye ait ''highway to hell'' (cehenne-me giden otoyol) isimli parçaya bir gönderme gibidir. trinity'nin de dediği gibi otoyolun nereye gittiği bellidir ve öteki yol denenmeye değerdir. nitekim neo da, seçimini bilmediği yoldan yana kullanır. morpheus'un belirttiğine göre kahin'in işlevi, sadece neo'ya doğru yolu bulmasında rehberlik etmektir.
    peki doğru yol nedir ? ''tao'' insanların içsel dinginlik ve uyuma ulaşması için takip etmesi gereken en doğru yol demektir. hristiyan öğretisinde ise biri cennete, öteki cehenneme giden iki yol vardır. morpheus, neo'ya yolu bilmekle yolu yürümenin farklı olduğunu söyler. ama asıl farkı yaratan bilmediğimiz yolda yürümek olsa gerek.

    --- alıntı ---

    lotr'a hiç girmek dahi istemiyorum :( elfçe makale yazabilirim.
  • 96
    bir adam bana bir şey yazıyorsa içeriğinde küfür olamayacak. ben küfür etmiyorsam kimse küfür etmeyecek. yenilen küfür bu ülkede suçu hafifleten bir şey, hukuki olarak bu böyle. bi adam bana özel, tüzel fark etmez içinde küfür barındıran bir mesaj yazarsa ifşa ederim. bu ülke küfür yüzünden bi sürü insanın birbirine girdiği bir ülke. bu ortamda buna izin veremem. elin adamı kapımı çalıp kaçarsa bunu yaparım, kral da olsa padişah da olsa bu böyle.

    sky türk'ten küfür haberi var mı olayı da prim yapmak için değil, sözlük içindeki küfrü eleştirmek için yapılan bir hicivdi. haksız tahrik olarak algılanmasına inanamıyorum. o entry için aldığım ilk mesaj da herhalde extensor kardeşimden geldi. bir ay önce yazılmış bi entry, tam bir ay sonra gündeme getirilip hatta ısıtılıp küfürlü bi mesaj şeklinde karşıma çıkıyorsa bu da bana akılcı gelmiyor açıkçası. hele hele bu adam sky türk'ten küfür haberi mi var entrysinden sonra beni twitter da takip etmeye başlayan bir adamsa. mesaj için done biriktiriliyor tipe, şekle, yaşayışa bakılıp mı komplekse giriliyor ne oldum delisi mi olunuyor bilemiyorum. bu olayın bir sürü psikolojik faktörü var. ama bana yazılan mesajın garip bir ruh halini taşıdığı belli. başkalarının başarılarından gocunup, ünlü olmaya çalışsaydım bugüne kadarki tertemiz sözlük geçmişimde yapardım bunu.
  • 468
    hamza hamzaoğlu'nu akla hayale gelmeyecek yerlerden övmeye çalıştığı, bu uğurda buradaki yazarlar özelinde taraftarların hiçbir şeyden anlamadığını söyleyip durduğu, onlarca kez "siz anlamazsınız" ve dünyanın en leş zihniyetinin sloganı olan "sen kimsin?" minvalinde cümleler kurduğu döneme yetişemeyen arkadaşların özlemle andığı şahıs. sözlükte mazoşizm ekolü bu da sanırım, "ah be şu extensor gelse de bir aşağılasa bizi".

    işin komiği kendisi de taraftar. kendisini hala bir taraftardan fazlası olarak görüyordur o egoyla da, gelinen noktada profesyonel hayat itibarıyla bir taraftardan fazlası yok. futbol dünyasına mesafesi bir taraftarınki kadar yani. ilk çıktığındaki blog'u şimdi çalıştığı yerlerden daha popülerdi hatta.

    ek: arkadaşları uğur meleke'yle ve ali ece'yle aynı cümlede kullanıldığını haber versin, bugün başına gelen en güzel şey budur muhtemelen.
  • 480
    özellikle futbolun sadece futbol oyunlarındaki puan leveli yüksek oyuncularla oynanabileceğini düşünen, 90 iq üzerindeki herkesin ilk aklına gelen standart 11'i kurmayan hocaların bunu akıl edemediğini zanneden, yerli ve süper lig menşeili oyunculara otomatik olarak çöp gözüyle bakıp belli bi kariyere sahip yabancı oyunculara ne kadar düşmüş olursa olsun kucak açan; tırnak içinde "vizyon" tayfaya karşı iki çift laf edeceği zaman adeta alev almasını keyifle izlediğim yorumcu. extensor vizyon tayfaya gömmeye başlayınca kabak çekirdeğimi alır ve seyre koyulurum.
  • 470
    birçokları gibi, sözlükteki eski dönem yazılarını ilgiyle takip edip, katılmadığım bir sürü görüşü olsa da okumaktan keyif aldığım yazardı. bu sebeple twitterdan da kendisini takip ediyordum. ancak sebebi her ne olursa olsun (umurumda değil), mizacında sıra dışı değişimler yaşanmıştır. birkaç kez twitterda futbol tartışmaya çalışmış ve en sonunda kaynağının ne olduğunu bilemediğim egoist ve narsist saldırılarına maruz kalmıştım.

    kendisinin durumu, evinde kendi imkanlarıyla çokça sanat kitabı okuyup eserler üretmeye çabalayan ve bu eserleri zaman zaman bazı ufak galerilerde sergileyip kendisini sanat güneşi ilan eden genç birinin, işleriyle ilgili kendisine gelen en ufak eleştirilere karşı ise 'siz sanattan ne anlarsınız, ben kaç tane kitap okudum, haddinizi bilin' kıvamında altı boş savunma mekanizmaları kullanmasına benzemektedir. onlarca kitap okuduğunu iddia eden bu sanat güneşinin en basit dil bilgisi kurallarından dahi bihaber olması ise üzücüdür.
  • 238
    kendisinin soruları üzerinden dönen tartışmanın üslubu hepimize örnek olmalıdır. insan, bazen bir yardım veya iyilik gördüğünde insanlığa olan inancı artar ya, şu tartışmayı görünce galatasaray sözlük ve yazarlarının kalitesine olan inancım arttı.

    (bkz: gözyaşlarıyla entry girmek)*

    extensor(7) görünce sandığım : 'antu kafası kopiller damlamıştır yine'

    gerçekte olan : galatasaray sözlük

    emeği geçenlere teşekkürler, başta da kendisine.
  • 486
    hatirlayanlar olacaktir illa ki, blog zamanlarinda hagi olmak serisi vardi kendisinin. severek okudugum bir seriydi. kim bilir kac kere okudum.

    twitterda hagi uzerine kitap yazma isteginden, zamninda imkan olmadigindan dem vurmus. tabii zannediyorum belirli bir ekonomik ozgurluk gerekli boyle bir proje icin. umuyorum sinan bir gun bu firsati yakalar, bizler de doya doya okuruz. bizim boyle seylere ihtiyacimiz var, her sene zorunlu transfer donemi var, futbolcu alinir satilir.. ancak tarihimizden bir defa gecen boyle karakterlerin anitini dikmezsek, basarili da olsak biz olamayiz. biz kim miyiz? yenilgisine aglayan comandanteler taburu *

    tanim: sahanin daha cok ici ile alakadar, tesbitleri isabetli, basarili yorunmcu, yazar. en kisa zamanda hocanin basin toplantilarina tekrardan katilmasini da dort gozle bekledigimiz yazar ayni zamanda.

    ilgili tweetler:
    https://mobile.twitter.com/.../1419209620250320896
    https://mobile.twitter.com/.../1419211114043301888
  • 450
    hamza'nın gidişinden sonra gidişi şaşırtmamıştır. eskiden futbol hakkındaki yorumları değil, akıcı kalemi sayesinden okunuyordu. hele bir prandelli entrysi vardı, tam anlamıyla bir fiyasko :). hatırlayanlar hatırlamıştır. yani hiç bir zaman üstün futbol bilgisine falan sahip olmadı. hamza da ayrı bir kanıdı zaten. hamza'dan sonra ise "sen kimsin?" "senin ne haddine" "taraftar pankart hakkında falan konuşsun" ve türevli atarlara girmişti. orada da bu akıcılığı da kaybetti.
  • 453
    verilerle bir sonuca varmak yerine, sonuctan kendince veriler elden bir yapidaydi. fikirleri burdan gol yiyordu bana kalirsa. ancak buraya farkli bir tarz ve renk getiren entryleri vardi.

    ancak bu kadar emekle yazilan yazilarini neden silme geregi duydugunu anlamlandiramadim. en nihayetinde burası hayat memat meselesi degil, basit bir sözlük. hepimiz bos zaman aktivitesi olarak.burada durup vakit geciriyoruz. sözlüğü fazla onemsemenin anlamsiz olduğu kanaatindeyim, extansor de burayi niyeyse fazla onemsemis olacak ki entrylerini silmis. bu sozlugu seviyorum, seviyoruz. ama fazla buyutmeye de gerek yok kanımca:/
  • 327
    eskiden okumaktan okutmaktan acayip keyif aldığım bir yazar abimizdi. destan gibi yazardı uzun uzun. bir harç atlamadan okurdum. akar giderdi yazı. şimdi akmıyor. yazısındaki önyargılar acayip ortada. prandelli'yi gidene kadar tam manasıyla eleştirmeden pohpohlayıp durdu. iyi yolda şimdi olacak bir dahaki hafta olacak ikinci yarıda olacak falan diyerek en ufak bir artısını chedjou'yu kazanması gibi abarttı durdu. galatasaray teknik direktörü en nihayetinde çok yadırgamadım.

    sonra prandelli gitti. hamza hoca geldi. önyargılarım diye bir yazı yazmıştı. okuyanlar bilir. hamza hoca kısa zamanda güzel işler yapmasına rağmen o önyargıları aşamadı. tam bir yazısında bitti bu sefer ısındı diyorum hocaya sonraki yazısında yine ufaktan giydiriyor.

    yani sevdiğimizden diyorum. o kadar güzel taktik analizlerin, sistem eleştirilerinin yanımda önyargılar acayip eğreti duruyor. keşke onları aşsa da ben de eskisi gibi okuyabilsem.
App Store'dan indirin Google Play'den alın