78
zor ulan, zor anasını satayım. bu dünyada yaşamak da zor, sevmek de zor, mutlu olmak da zor, başarılı olmak da zor. bunun kişilikle, parayla, fiziksel özelliklerle alakası yok. zira bu dünyada "şu hayat bana çok kolay geliyor, öyle ki neredeyse zaman geçmiyor da uçuyor, her günüm ayrı bir bahar" diyecek insan yok. varsa tanımıyorum, tanımak da istemiyorum. peki bu çok mu kötü, çok mu onarılması mümkün olmayan bir yara açıyor. tam aksine insanı güçlendiren tek şey bu. yoksa 1 (yazıyla bir) gün önce sadece resmini gördüğüm birine aşık olmam da zor, 5 yıl önce sıradanlığın son noktası bir velet iken kendini yetiştirebilmiş bir adam olmak da zor, "güzel" müzik dinlemek de zor, güzel müziği anlayabilmek de. aslında içi boş insanlar üzerinde uçurumun dibine "yükselen" bir ülkenin vatandaşı olup, bir halt yapamayacağını bilmek de zor, belki bir halt yapabileceğini bilip bunu denemeye cesaret edememek de. yani zor, anlatabiliyor muyum, bu dünyada iyi bir şey yapmak zor. bir ilerleme sağlayabilmek, bir şeyleri değiştirebilmek, olguların temelini sorgulamak, böyle gelmiş böyle gider kavramına karşı olup bunu değiştirmek için bir şey yapmayanları değiştirmek, çıtayı yükseltmek, yeni ufuklar keşfetmek, sıcak kumun üzerinde yürümek zor.
ama şu anda yaptığım ve yazının sonuna kadar yapmaya devam edeceğim gibi saçmalamak kolay, yıkmak kolay, gerçekten aşık olmamak kolay, düşünmemek kolay, sadece bir kelime dünyanın en anlamlı şeyi olabilirken sayfalarca yazıp yine anlatamamaktan kaçmak, yazmamak kolay, sorgulamamak kolay, çürümek kolay, sert olmak kolay, ruhu kınından çıkarıp sağa sola savurmak kolay. bunların hiçbiri insanın canını yakmıyor çünkü, kaşındırmıyor, zihninizi kurcalamıyor, keyfinizi bozmuyor. yeni şeylere açık olmayı, sorgulamadan kabul etmek zannedenlerin içinde, sorgulamayı eleştirmek, eleştiriyi hakaret, hakareti en büyük erdem zannedenler ile birlikte yaşıyoruz çaktırmadan. ya onlardan biri olarak, ya onlardan kaçarak, ya da onlara karşı savaşarak. vandal tarafta olmadığınız sürece, zaten "savaş veya kaç" içgüdüsünün arasında kalmak değil mi insanı savaş romantizmine iten? bitaraf olan bertaraf olacaksa, bertaraf olmak için mi yetiştiriliyoruz, veya taraf olmak, savaşmak, her zaman en onurlu tercih mi?
evet savaşmak her zaman en onurlu tercih, ama savaşmak tek taraflı, tek boyutlu ve en ufak bir amaca hizmet etmeden yapıldığında yapılabilecek en onursuz tercih. yani düşünmemek, akıl denen olguyu kullanmamak, kılıcı değil kını ortaya koyarak savaşmak, böyle saldırmak, savaşı ve onuru baştan kaybetmek demek. ancak tek savaş taktiği bu olan strateji dehalarının içinde azınlık durumunda kalınca, birey yine savaşma ve kaçma konumuna geliyor. ilginç olan şey şu, saldırdığınızda yara aldığını farketmeyen bir düşman karşısında yapılacak savaşın anlamı yok. bu savaş, petek dinçöz ve serdar ortaç gençliğinin önüne camel'ı çıkarmaya, daha sonra beyin yerine sıcak su torbası taşıyan bu güruhu mental olarak yendiğini düşünmeye benzer. sonucu beraberlik olan bir müsabakayı biz daha iyi oynadık diyerek kendi galibiyetiniz ile tescil ettiremezsiniz.
aynı durum frank rijkaard'a, johan neeskens'e, kısaca futbola yapılanlar için de geçerli. buradan geleceğim nokta şu;
buradan hiçbir noktaya gelmemek. zira gelinebilecek bir nokta yok ortada. kapsüllerinden çıkmamış, hep verileni almış, daha fazlasını istememiş, zeki olduğunu düşünen, aslında düşünmeyi geçtim, zeki olduğundan emin olan, futbolu rıdvan'dan, hıncal'dan, telegol'den, fotomaç'tan öğrenmiş olmasına rağmen sanki başka bir altyapı almayı denemiş, futbolu anlamak için çabalamış gibi davranan şahıslara iyi futbol, istikrar, sabır gibi kavramları anlatmak, yıllar önce ölmüş bir insanı hayata döndürüp sonra tekrar öldürmeye çalışmak gibi bir şey. hayata döndürme kısmı bile imkansız, çünkü yapılan eleştiriyi "bana hakaret ettiler, fikirlerimi sorguladılar, en iyisini ben bilirken nasıl bana laf ederler" sığlığından çıkarak değerlendirebilen ve cevap verebilen insanların sayısı bu ülkede çok az.
yani en kolayını yapıyoruz aslında biz "aklıevveller". değişmeyecek şeyler ile savaşarak onurumuzu savunuyoruz. zaten yerinde duran, yıllardır yarım arpa boyu bile ilerlememiş, ilerlemesi de mümkün olmayan cehalet kayasını kuş tüyünden çekiçler ile dövüyoruz. neden, çünkü en zeki biziz ya, birilerine laf anlatmaya çalışmamız lazım, birilerini "doğru yol"a sokmamız lazım. sonunda da rahatlıyoruz sanırım, biz elimizden geleni yaptık diyerek. ama kendi adıma rahatlayamıyorum sanki, ne bileyim aslında bir halt yapmadığımı çözüyorum biraz. kendimi düzeltmek için bugüne kadar ne yaptığımı düşünemiyorum korkudan. bunu yapabilecek kadar cesur olmak, bülent korkmaz olmak vardı aslında. ama yapabileceğim bir şey yok. insan kendisinin kaptanı olamıyor, kendisinin görev adamı olabiliyor ancak. sistemi, lideri olmayan bir takımda görev adamı olmak. ne kadar da hoş.
evet çok da hoş olmayan bir hayatım var. insanın çevresini bomboş insanlar sarınca doğal olarak ortaya çıkan karadelik sizi de bir parça çekiyor. bilinçli olarak bilinçsizliğe sürüklenmek de diyebilirim giovani dos santos olup düzleştirilmiş çokomel ambalajı parıltısında cümleler yazmak istersem. ama arda turan olup bu cümleleri yazabilecekmişim hissiyle işi götürmek daha kolay. cevap aradığım soru şu; bilinci olmayan, daha doğrusu bilinç nedir bilmeyen insanları düzeltmeye çalışmayacaksak, onlara karşı savaşmayacaksak, değişmesi mümkün görünmeyen şeyleri değiştirmek için çabalamayacaksak, üç adımda everest'in üstünden atlama hedefi aklımıza gelmeyecekse, 0'ı 1 yapmak ile uğraşmayacaksak, kendimiz birer yutan eleman olmayacak mıyız? bu sorunun cevabı evet ise, savaşın bütün mantıksal detayları görmezden gelerek devam etmesi gerekir. her zaman yaptığı gibi. bu sorunun cevabını hayır olarak verecek kişinin de verilmeyecek bir savaşın tazminatını ödemesi gerekir. işte bu yüzden böyle geldiği için böyle gidecek, yıllar önce böyle gelirken kimse sesini çıkarmadığı için böyle gidecek. peki yapılması gereken ne, yapılması gereken bir şey yok. ayın karanlık yüzünü görmezden gelin, hayatın tadını çıkarın. ve evet, bu yazı futbol üzerine.
"there is no dark side of the moon really. matter of fact it's all dark."
ama şu anda yaptığım ve yazının sonuna kadar yapmaya devam edeceğim gibi saçmalamak kolay, yıkmak kolay, gerçekten aşık olmamak kolay, düşünmemek kolay, sadece bir kelime dünyanın en anlamlı şeyi olabilirken sayfalarca yazıp yine anlatamamaktan kaçmak, yazmamak kolay, sorgulamamak kolay, çürümek kolay, sert olmak kolay, ruhu kınından çıkarıp sağa sola savurmak kolay. bunların hiçbiri insanın canını yakmıyor çünkü, kaşındırmıyor, zihninizi kurcalamıyor, keyfinizi bozmuyor. yeni şeylere açık olmayı, sorgulamadan kabul etmek zannedenlerin içinde, sorgulamayı eleştirmek, eleştiriyi hakaret, hakareti en büyük erdem zannedenler ile birlikte yaşıyoruz çaktırmadan. ya onlardan biri olarak, ya onlardan kaçarak, ya da onlara karşı savaşarak. vandal tarafta olmadığınız sürece, zaten "savaş veya kaç" içgüdüsünün arasında kalmak değil mi insanı savaş romantizmine iten? bitaraf olan bertaraf olacaksa, bertaraf olmak için mi yetiştiriliyoruz, veya taraf olmak, savaşmak, her zaman en onurlu tercih mi?
evet savaşmak her zaman en onurlu tercih, ama savaşmak tek taraflı, tek boyutlu ve en ufak bir amaca hizmet etmeden yapıldığında yapılabilecek en onursuz tercih. yani düşünmemek, akıl denen olguyu kullanmamak, kılıcı değil kını ortaya koyarak savaşmak, böyle saldırmak, savaşı ve onuru baştan kaybetmek demek. ancak tek savaş taktiği bu olan strateji dehalarının içinde azınlık durumunda kalınca, birey yine savaşma ve kaçma konumuna geliyor. ilginç olan şey şu, saldırdığınızda yara aldığını farketmeyen bir düşman karşısında yapılacak savaşın anlamı yok. bu savaş, petek dinçöz ve serdar ortaç gençliğinin önüne camel'ı çıkarmaya, daha sonra beyin yerine sıcak su torbası taşıyan bu güruhu mental olarak yendiğini düşünmeye benzer. sonucu beraberlik olan bir müsabakayı biz daha iyi oynadık diyerek kendi galibiyetiniz ile tescil ettiremezsiniz.
aynı durum frank rijkaard'a, johan neeskens'e, kısaca futbola yapılanlar için de geçerli. buradan geleceğim nokta şu;
buradan hiçbir noktaya gelmemek. zira gelinebilecek bir nokta yok ortada. kapsüllerinden çıkmamış, hep verileni almış, daha fazlasını istememiş, zeki olduğunu düşünen, aslında düşünmeyi geçtim, zeki olduğundan emin olan, futbolu rıdvan'dan, hıncal'dan, telegol'den, fotomaç'tan öğrenmiş olmasına rağmen sanki başka bir altyapı almayı denemiş, futbolu anlamak için çabalamış gibi davranan şahıslara iyi futbol, istikrar, sabır gibi kavramları anlatmak, yıllar önce ölmüş bir insanı hayata döndürüp sonra tekrar öldürmeye çalışmak gibi bir şey. hayata döndürme kısmı bile imkansız, çünkü yapılan eleştiriyi "bana hakaret ettiler, fikirlerimi sorguladılar, en iyisini ben bilirken nasıl bana laf ederler" sığlığından çıkarak değerlendirebilen ve cevap verebilen insanların sayısı bu ülkede çok az.
yani en kolayını yapıyoruz aslında biz "aklıevveller". değişmeyecek şeyler ile savaşarak onurumuzu savunuyoruz. zaten yerinde duran, yıllardır yarım arpa boyu bile ilerlememiş, ilerlemesi de mümkün olmayan cehalet kayasını kuş tüyünden çekiçler ile dövüyoruz. neden, çünkü en zeki biziz ya, birilerine laf anlatmaya çalışmamız lazım, birilerini "doğru yol"a sokmamız lazım. sonunda da rahatlıyoruz sanırım, biz elimizden geleni yaptık diyerek. ama kendi adıma rahatlayamıyorum sanki, ne bileyim aslında bir halt yapmadığımı çözüyorum biraz. kendimi düzeltmek için bugüne kadar ne yaptığımı düşünemiyorum korkudan. bunu yapabilecek kadar cesur olmak, bülent korkmaz olmak vardı aslında. ama yapabileceğim bir şey yok. insan kendisinin kaptanı olamıyor, kendisinin görev adamı olabiliyor ancak. sistemi, lideri olmayan bir takımda görev adamı olmak. ne kadar da hoş.
evet çok da hoş olmayan bir hayatım var. insanın çevresini bomboş insanlar sarınca doğal olarak ortaya çıkan karadelik sizi de bir parça çekiyor. bilinçli olarak bilinçsizliğe sürüklenmek de diyebilirim giovani dos santos olup düzleştirilmiş çokomel ambalajı parıltısında cümleler yazmak istersem. ama arda turan olup bu cümleleri yazabilecekmişim hissiyle işi götürmek daha kolay. cevap aradığım soru şu; bilinci olmayan, daha doğrusu bilinç nedir bilmeyen insanları düzeltmeye çalışmayacaksak, onlara karşı savaşmayacaksak, değişmesi mümkün görünmeyen şeyleri değiştirmek için çabalamayacaksak, üç adımda everest'in üstünden atlama hedefi aklımıza gelmeyecekse, 0'ı 1 yapmak ile uğraşmayacaksak, kendimiz birer yutan eleman olmayacak mıyız? bu sorunun cevabı evet ise, savaşın bütün mantıksal detayları görmezden gelerek devam etmesi gerekir. her zaman yaptığı gibi. bu sorunun cevabını hayır olarak verecek kişinin de verilmeyecek bir savaşın tazminatını ödemesi gerekir. işte bu yüzden böyle geldiği için böyle gidecek, yıllar önce böyle gelirken kimse sesini çıkarmadığı için böyle gidecek. peki yapılması gereken ne, yapılması gereken bir şey yok. ayın karanlık yüzünü görmezden gelin, hayatın tadını çıkarın. ve evet, bu yazı futbol üzerine.
"there is no dark side of the moon really. matter of fact it's all dark."