133
ntv kanalında yayınlanan ve "malum sebeplerden ötürü" taca çıkmış 90 dakika programında, hıncal uluç'un anlattığı bir anı vardır. fatih terim eleştirilerine biryerlerde rastladığımda hep bu anı aklıma gelir.
gazeteciliğin en zor yapıldığı zamanlardan bahseder usta. henüz kapitalizmin gölgesinde kalmamış, saf, 3g'siz, internet'siz, paraya pula satılmamış gazetecilik yıllarıdır bunlar.
1978-1979 tarihlerinde galatasaray'ı çalıştıran coşkun özarı ağabeyimizin başında olduğu sarı-kırmızılı "galatlılar" bir ankara deplasmanına gitmiş ve kampa girmişlerdir. o yıllarda bir başka büyük usta olan güneş tecelli ile birlikte görev aldığı gazetede * *, spor müdürü * * bu ikiliyi deplasmana, maç yazısı ve röportaj için yollar. lakin bir problem vardır: bu "yolculuk" için ceplerindeki para, tüm harcırahları ile birlikte topu topu 600 tl'dir ve galatasaray, güzel başkentimin en büyük otellerinden birinde kamptadır. yolculuk, 2 günlük konaklama, maç biletleri ve röportajların tümü için ayrılan bütçe "iki gazeteci için" bu kadardır.
günlerden cumartesi'dir ve galatasaray kamp yaptığı otelin yemek salonunda öğle yemeği için tam takım bulunmaktadır. bunu haber alan "iki acar gazeteci" ceplerindeki paraya bakmadan otele gelirler. coşkun hoca'dan gazetede yayınlanmak üzere futbolcula ile yapacakları röportaj için izin isterler. coşkun ağabey'in tek şartı vardır, "röportaj yemek salonunda yapılacak ve futbolcular dışarıya çıkartılmayacaktır".
yemek salonunda bulunmanın şartı ise elbette "yemek siparişi" vermektir, çünkü ustalar otelde konaklamamaktadırlar. güneş ve hıncal takıma yakın bir masaya oturur ve garsondan mönüyü rica ederler. güneş tecelli, hıncal uluç'tan daha yüksek kademede bulunduğundan, yemek seçme hakkı hıncal'dan öncedir ve harcırah paylaşımı buna göredir. ancak ne olursa olsun, cepteki "kaynak" mönüyü açmaya bile yetmezken, böyle bir "hiyerarşi" komik olmaktadır.
güneş ve hıncal, mönüyü açar ve sunumda bulunan ürünleri fiyatlara göre sınıflandırırlar. yukarıdan aşağı listeye bakarlar ve listenin en altında, "bir başka deyişle listedeki en ucuz" ürünü seçerler; güneş tecelli "bir kase mercimek çorbası" ve hıncal uluç da artık günümüzde sipariş verildiğinde, "ikram olarak" servis edilen "ezme salatası" ister. zira cepteki para ancak bu ikisini karşılamaktadır, hatta dönüş yolculuğunu riske bile atmaktadır.
çorba ve salatalar tüketilir, röportaj başarı ile gerçekleştirilir ve bu ikili "babasının asker olması" sayesinde trende indirimli olarak yolculuk yapma şansıyla gazeteye dönüp, yaptıkları işi bir zafer edasıyla spor müdürüne sunarlar.
hıncal uluç bu hikayeyi, ali lukunku transferini eleştiren spor medyasına cevaben anlatmıştır. fatih hocanın elindeki mönü, "portakallı pekin ördeği", "beef strogonof", "penne arabiata" ve "mercimek çorbası" içermekte ancak özhan ağabeyin harcırahı ancak bu listedeki "çorbayı" karşılamaktadır, yani "ali lukunku'yu".
"ekonomik durumun" bu hale gelmesinde fatih hocayı sorumlu tutanların bu gerçeği görmezden gelmesi, bir galatasaraylı olarak beni utandırmaktadır. fatih terim, özhan ağabeyin "ricaları" ve "geri dönüşü yok artık asuman, ben kahvedekilere 'asuman artık benimki' demişim" üzerine milan'dan kazandığı aylık ücretini elinin tersiyle iterek; içindeki galatasaray aşkıyla, göreve gelmiştir. kendisi hemen her röportajında, "bize ihtiyaç duyulduğu her an galatasaray'ın hizmetindeyim. zaten aksi olursa işte o zaman ihanet etmiş olurum" demiştir.
özhan ağabey takımı şampiyon yapan mircea lucescu'yu, salt kendi ihtirasları için, takımın başından göndererek "kalplerdeki hocayı" getirmiştir. bu acı gerçeği, fatih terim'i takımdan gönderirken açıkça serilemiş ve haksız eleştirilere maruz kalan fatih hoca, yine de kendisine "4 opsiyonlu bir istifa" kararı sunmuştur. özhan ağabey, iyi bir galatasaraylı ve bu gözünü budaktan sakınmayan anadolu çocuğunun, yazarken bile elinin titrediğini sonradan açıkladığı "son maddeyi" kabul etmiştir.
bu yazıdan imparatore'yi göklere çıkartmak ya da özhan canaydın'ı yerlere vurmak sonucu çıkmamalıdır. fatih hocanın, "kontrol edilemeyen egoları" -ki bunu bile tartışabiliriz, bugün milan'a ben hoca olsam kendimi peygamber bile ilan edebilirdim belki tövbe, haşa- "mafiozi ilişkileri", "isviçre maçı rezaleti" gibi tartışılabilir yanlışları vardır. özhan ağabeyin de, bugünün yıldızlarını takıma kazandırmaya açılan ekonomik hamlelerin başlangıcı olduğunu bilmek gerekir. onun büyük bir diğer başkan alp yalman gibi muhafazakar yapısı olmasa, belki bugün "hala ortada olmayan" aslantepe'nin locaları satılamayacaktı. sponsorlarla olan ilişkiler, devlet katında olan lobisi ve fair-play ödülü gibi aslında hepimizin takdir etmesi gereken, "doğruları" vardır.
sonuçta, yukarıda ismi geçen herkes galatasaray'lıdır. daha da önemlisi "galatasaray ruhuna sahip" insanlardır. eldeki harcırah ile "galatasaray'ı başarılı kılmak" için gecelerini gündüzlerine katan iyi "galatasaraylılardır". tıpkı, işine olan saygısı; eldeki 600 tl'nin kat be kat önünde olan hıncal ve güneş ustalar gibi.
gazeteciliğin en zor yapıldığı zamanlardan bahseder usta. henüz kapitalizmin gölgesinde kalmamış, saf, 3g'siz, internet'siz, paraya pula satılmamış gazetecilik yıllarıdır bunlar.
1978-1979 tarihlerinde galatasaray'ı çalıştıran coşkun özarı ağabeyimizin başında olduğu sarı-kırmızılı "galatlılar" bir ankara deplasmanına gitmiş ve kampa girmişlerdir. o yıllarda bir başka büyük usta olan güneş tecelli ile birlikte görev aldığı gazetede * *, spor müdürü * * bu ikiliyi deplasmana, maç yazısı ve röportaj için yollar. lakin bir problem vardır: bu "yolculuk" için ceplerindeki para, tüm harcırahları ile birlikte topu topu 600 tl'dir ve galatasaray, güzel başkentimin en büyük otellerinden birinde kamptadır. yolculuk, 2 günlük konaklama, maç biletleri ve röportajların tümü için ayrılan bütçe "iki gazeteci için" bu kadardır.
günlerden cumartesi'dir ve galatasaray kamp yaptığı otelin yemek salonunda öğle yemeği için tam takım bulunmaktadır. bunu haber alan "iki acar gazeteci" ceplerindeki paraya bakmadan otele gelirler. coşkun hoca'dan gazetede yayınlanmak üzere futbolcula ile yapacakları röportaj için izin isterler. coşkun ağabey'in tek şartı vardır, "röportaj yemek salonunda yapılacak ve futbolcular dışarıya çıkartılmayacaktır".
yemek salonunda bulunmanın şartı ise elbette "yemek siparişi" vermektir, çünkü ustalar otelde konaklamamaktadırlar. güneş ve hıncal takıma yakın bir masaya oturur ve garsondan mönüyü rica ederler. güneş tecelli, hıncal uluç'tan daha yüksek kademede bulunduğundan, yemek seçme hakkı hıncal'dan öncedir ve harcırah paylaşımı buna göredir. ancak ne olursa olsun, cepteki "kaynak" mönüyü açmaya bile yetmezken, böyle bir "hiyerarşi" komik olmaktadır.
güneş ve hıncal, mönüyü açar ve sunumda bulunan ürünleri fiyatlara göre sınıflandırırlar. yukarıdan aşağı listeye bakarlar ve listenin en altında, "bir başka deyişle listedeki en ucuz" ürünü seçerler; güneş tecelli "bir kase mercimek çorbası" ve hıncal uluç da artık günümüzde sipariş verildiğinde, "ikram olarak" servis edilen "ezme salatası" ister. zira cepteki para ancak bu ikisini karşılamaktadır, hatta dönüş yolculuğunu riske bile atmaktadır.
çorba ve salatalar tüketilir, röportaj başarı ile gerçekleştirilir ve bu ikili "babasının asker olması" sayesinde trende indirimli olarak yolculuk yapma şansıyla gazeteye dönüp, yaptıkları işi bir zafer edasıyla spor müdürüne sunarlar.
hıncal uluç bu hikayeyi, ali lukunku transferini eleştiren spor medyasına cevaben anlatmıştır. fatih hocanın elindeki mönü, "portakallı pekin ördeği", "beef strogonof", "penne arabiata" ve "mercimek çorbası" içermekte ancak özhan ağabeyin harcırahı ancak bu listedeki "çorbayı" karşılamaktadır, yani "ali lukunku'yu".
"ekonomik durumun" bu hale gelmesinde fatih hocayı sorumlu tutanların bu gerçeği görmezden gelmesi, bir galatasaraylı olarak beni utandırmaktadır. fatih terim, özhan ağabeyin "ricaları" ve "geri dönüşü yok artık asuman, ben kahvedekilere 'asuman artık benimki' demişim" üzerine milan'dan kazandığı aylık ücretini elinin tersiyle iterek; içindeki galatasaray aşkıyla, göreve gelmiştir. kendisi hemen her röportajında, "bize ihtiyaç duyulduğu her an galatasaray'ın hizmetindeyim. zaten aksi olursa işte o zaman ihanet etmiş olurum" demiştir.
özhan ağabey takımı şampiyon yapan mircea lucescu'yu, salt kendi ihtirasları için, takımın başından göndererek "kalplerdeki hocayı" getirmiştir. bu acı gerçeği, fatih terim'i takımdan gönderirken açıkça serilemiş ve haksız eleştirilere maruz kalan fatih hoca, yine de kendisine "4 opsiyonlu bir istifa" kararı sunmuştur. özhan ağabey, iyi bir galatasaraylı ve bu gözünü budaktan sakınmayan anadolu çocuğunun, yazarken bile elinin titrediğini sonradan açıkladığı "son maddeyi" kabul etmiştir.
bu yazıdan imparatore'yi göklere çıkartmak ya da özhan canaydın'ı yerlere vurmak sonucu çıkmamalıdır. fatih hocanın, "kontrol edilemeyen egoları" -ki bunu bile tartışabiliriz, bugün milan'a ben hoca olsam kendimi peygamber bile ilan edebilirdim belki tövbe, haşa- "mafiozi ilişkileri", "isviçre maçı rezaleti" gibi tartışılabilir yanlışları vardır. özhan ağabeyin de, bugünün yıldızlarını takıma kazandırmaya açılan ekonomik hamlelerin başlangıcı olduğunu bilmek gerekir. onun büyük bir diğer başkan alp yalman gibi muhafazakar yapısı olmasa, belki bugün "hala ortada olmayan" aslantepe'nin locaları satılamayacaktı. sponsorlarla olan ilişkiler, devlet katında olan lobisi ve fair-play ödülü gibi aslında hepimizin takdir etmesi gereken, "doğruları" vardır.
sonuçta, yukarıda ismi geçen herkes galatasaray'lıdır. daha da önemlisi "galatasaray ruhuna sahip" insanlardır. eldeki harcırah ile "galatasaray'ı başarılı kılmak" için gecelerini gündüzlerine katan iyi "galatasaraylılardır". tıpkı, işine olan saygısı; eldeki 600 tl'nin kat be kat önünde olan hıncal ve güneş ustalar gibi.