• 4
    ilkokulun birinci sınıfını karşıyaka'da soğukkuyu ilkokulu'nda okudum. sonra karşıyaka'dan alsancak'a taşındık. yeni evimiz, tariş'in alsancak'taki işçi lojmanlarındaydı. ilkokul ikinci sınıftan itibaren alsancak ilkokulu'nda okumaya başladım. yeni okulum, alsancak stadı'nın bitişiğindeydi. o günlerin futbol şöhretlerinin hepsi o statta çalışıyorlardı...sait'ler, fuat'lar, vahap'lar...

    okulun penceresinden o büyük futbol yıldızlarına bakarken, futbol aşkına tutulmuştum... okuldan çıkar çıkmaz, elimizde kitaplar, kalenin arkasına geçer, auta çıkan topları gene onlara atardık. arkadaşlarımızla bazen bu yüzden kavga ettiğimiz olurdu topu kapmak için...

    alsancak'taki işçi lojmanlarında en iyi arkadaşım, bugünlerin teknik direktörü gürcan berk idi. iyi çocuktu, ama çok küfürbazdı... o yüzden onu hep döverdim. kavgasız, gürültüsüz gününümüz geçmezdi... mahallede toka, ceviz oyunu, bilye oynardık. gürcan, bir gün oyunda kızıp bana taş attı. kocaman bir taş... ayak bileğime gelmişti o taş. bir hafta yürüyemedim.

    o günlerde top almam mümkün mü?.. yünleri, paçavraları kuzu derisiyle dikip futbol topu yapardım. sert olurdu o toplar. iyi de zıplardı. mahalle maçlarında kimimiz vahap özaltay olurdu, kimimiz sait altınordu, kimimiz de fuat göztepe... ama ben hep sait olurdum...

    ***

    küçücük dunyamın içi özlemlerle dolu...
    hep o fakir mahallede mi top oynayacağım yarabbim?..
    hiç güzel bir topum olamayacak mı?.. hep, yünleri, paçavralı kuzu derisiyle dikip top mu yapacağım?.. hep onlarla mı gol atacağım yarabbim?..

    yaşayan insan için saaatlerin, günlerin, ayların, yılların ne önemi var ki?.. akıp gidiyor zaman... çilesiyle, derdiyle, sıkıntısıyla... hayat yorgun bir küfenin dibinde sanki. sürükle sürükle, edebildiğin kadar. metin ne kadar taşıyabilecek bu çile yükünü acaba?..

    ortaokulu inönü lisesi'nde okudum. başarılı bir öğrenci değildim. aklım fikrim hep toptaydı... orta ikinci sınıfta, belge alacağım korkusuyla, annem ve babam "bu okumayacak, bar, sanatkar olsun" deyip, mithatpaşa erkek sanat enstitüsü'nün mobilya bölümüne gönderdiler...

    top oynadığımı söyleyince hemen okul takımına seçildim. okul takımında güreşçi recep bozaslan vardı. futbol takımının da santrforuydu recep... güçlü, kuvvetliydi. hep onun gibi olmak isterdim. kuvvetleneyim diye onunla güreşe tutuşurdum... receğ, fizik olarak çok kuvvetliydi. hep onun fizik gücüne erişmeye çalışırdım...

    mithatpaşa okul takımında, rıdvan ve adnan kardeşler, mustafa karakedi ve necdet gibi, o günün istikbal vaat eden genç oyuncuları vardı. bu oyuncular aynı zamanda, izmir birinci amatör küme'de oynayan damlacık takımının da yıldızlarıydı. arkadaşlarım beni de alıp damlacık'a götürdüler.

    damlacık'ta 8 numaralı formayı giydim. neden 8 numara?.. çünkü 8 numara sait altınordu'nun giydiği formanın numarasıydı. o, çocukluğumun kahramanıydı... büyüdüğüm zaman hep onun gibi olmak isterdim.

    damlacık'taki antrenörüm arif hantal'dı... arif hoca gittiğim günden beri üzerime titremeye başlamıştı: "çok çalış, çok çalış" diye beni teşvik eder, sonra da arkamdan şöyle mırıldanırdı:
    "bir gün çok büyük futbolcu, çok büyük golcü olacaksın aslanım..."

    damlacık takımıyla çeşme'de alaçatı'ya bir özel maça gitmiştik. o gün alaçatı'da iki gol attım. 4-1'lik galibiyetin sevinciyle izmir'e dönerken, arif hantal cebinden kırmızı bir iki buçukluk çıkardı ve "bu para iki güzel golünün ödülü olsun metin" dedi. arif hoca'dan aldığım kırmızı iki buçukluk, futboldan kazandığım ilk paraydı...

    15 yaşında, damlacık kulübü'nde ilk lisansım çıkarken bile bu kadar heyecanlanmamıştım. demek ki insan görevini yaparsa, bir anda herkesin güvenini kazanıyor. o gün, bu gerçeği çok iyi anladım.

    ***

    kim tavsiye etti, kim seyretti, kim beğendi bilmiyorum... damlacık'taki üçüncü ayımda genç milli takım aday kadrosuna davet edildim...

    gönderilen davet telgrafında, istanbul'a gitmem ve moda'da mono palas'taki kampa katılmam isteniyordu. lise birinci sınıfta okuyan bir öğrencinin sevincini düşünebiliyor musunuz?.. önce istanbul'u göreceğim, sonra genç milli takım'la birlikte belçika'ya gideceğim...

    genç milli takım aday kadrosuna izmir'den sadece ben ve kaleci seyfi talay seçilmiştik. istanbul'a birlikte gittik seyfi ile.

    arkadaşlarıma ve ay-yıldızlı takıma çok iyi ayak uydurmuştum. iyi oynuyor, hazırlık maçlarında güzel goller atıyordum. brüksel'e gidecek oyuncular için tek tip elbise sipariş edilmişti. provalara ben de katılmıştım. küçücük bir çocuktum. sevinçten havalara uçuyor, ama kimselere bu büyük sevgimi belli etmiyordum...

    izmir'e bir mektup yazıp babamdan 100 lira para istedim. avrupa'ya gidiyorum, bana para gönderin diye yazmıştım. o zaman 100 lira iyi paraydı.

    seyahat günü gelip çatmıştı. o gece futbol federasyonu başkanı orhan şeref apak, antrenör cihat arman'la birlikte beni yanına çağırdı ve şöyle dedi:
    "seni brüksel'e götüremiyoruz oğlum. bak metin, sen gelecek yıl da genç milli takım'da oynayabilirsin. aynı azim ve hırsla çalış..."

    o an, sanki başımdan aşağı kaynar sular boşalmıştı. dedim ya, çocuktum. gözyaşları arasında orhan şeref apak'ın yanından ayrıldım. benim yerime son anda o seyahat kadrosuna hacettepeli ercan alınmıştı. o gece öğrendim ki, benim yerime milli takıma alınan ve brüksel'e götürülecek olan ercan'ın babası, meğer ankara futbol ajanı imiş!..

    böyle olunca tabii ki seyahate ercan gidecek. damlacıklı küçük metin'in haklarını kim savunacak ki?...

    ama, belki de bu olay metin oktay'ı yarattı. kimbilir?

    ertesi gün kadeş vapuruyla izmir'e döndüm, 25 saatlik yolculuk sırasında gözüme uyku girmemişti. aileme, arkadaşlarıma, okuluma nasıl anlatacaktım bu olayı?.. nasıl diyecektim, benim yerime torpilli birini genç milli takım'la brüksel'e götürdüler, diye?..

    izmir'de saat 11'de vapurdan indim. doğru alsancak stadı'na koştum. o saatte sait altınordu'nun çalıştırdığı izmir genç karması'nın idmanı vardı. kan çanağına dönmüş gözlerimle sahaya çıktım. öfkemi toptan çıkarıyordum sanki...

    ***

    genç milli takıma çağrıldıktan sonra birkaç kulüp bana gözünü dikmişti. bunların arasında yün mensucat da vardı. o zaman yün mensucat'ta adnan süvari, hem futbolcu, hem de antrenördü. teklifleri bana cazip geldi. ayda 300 lira vereceklerdi. kabul ettim.

    halbuki o günlerde gönlüm altınordu'daydı. tahsin özen ve yüksel hancıoğlu mithatpaşa erkek sanat enstitüsü 'ndeki en iyi arkadaşlarımdı. okul dönüşü onlarla altınpark'a yani altınorduluların semtine gitmeye başladım. dedim ya, gönlüm altınordu'daydı. fakat altınordulular bir türlü almak istemiyorlardı beni. o günlerde altınordu'da müteahhit ihsan bey vardı. yöneticiydi. beni altınordulu yapmak için çırpınıp durmuştu. ama ne yazık ki, onun bu kararını destekleyen başka yönetici yoktu... ihsan bey'le birlikte, altınpark'taki ağabeylerim fikret gedik ve ibrahim karakiraz da benim altınordulu olmam için çırpınırlardı. ne bileyim? kısmet değilmiş.

    o günlerde orada, altınpark meydanında pazar yeri kurulurdu. arkadaşlarla pazar yerinde iddiaya girerdik. portakala kafa vururduk. portakalı patlatmadan en çok kafayla vuran iddiayı kazanırdı. tabii, o iddialı portakal yarışmalarını hep ben kazanırdım. tatlısına, portakalına, dondurmasına girilen iddialardı onlar...

    yün mensucat'a 300 lira maaşla transfer olunca dünyam değişmişti. işçi kadrosunda gösteriyorlardı beni. artık bir an önce büyümek istiyordum. bir anda herkesin sevgilisi olmak, futbolda büyük mesafeler katetmek istiyordum...

    o yüzden lise birinci sınıfın sonunda okulumu terkettim. çünkü futbolla; okulun bir anda yürümeyeceğini anlamıştım.

    adnan süvari, affan ile beni çift santrfor oynatırdı. kendisi de oyun kurucu olarak sahada görev yapardı. o sezon yeni formamla 14 gol attım ve o yılın sonunda yün mensucatlı metin olarak tekrar genç milli takım aday kadrosuna davet edildim. artık kişiliğimi bulmaya başlamıştım. gün geçtikçe futbolum olgunlaşıyordu. o yüzden genç milli takım kampına giderken 'harcama' korkusunu üstümden atmıştım...
  • 5
    1954 yılının 11 nisan günü, batı almanya'nın leverkusen şehrinde belçika'ya karşı ilk defa ay-yıldızlı formayı sırtıma geçirdim. genç milli takım, dünya gençler şampiyonası'ndaki bu maça şu on birle çıkmıştı:

    varol-tayyar, nihat-güngör, ergun, k.erol-coşkun, metin, yıldırım, ahmet, k.ali...

    4-0 kazanmıştık o maçı. ben de iki gol atmıştım. yabancı bir ülkede, yabancı bir sahada, üstelik milli formayla attığım o iki gol, bana dünyalar bağışlamıştı sanki... ikinci golü attıktan sonra sakatlanmıştım. ama o büyük mutluluk, o büyük acıyı çoktan bastırmıştı bile.

    sakatlığım yüzünden avusturya ile oynadığımız ikinci maçta yer alamadım. fakat batı almanya ile oynayacağımız son maça hazırdım. 2-1 yenildiğimiz o maçta, batı almanya'ya karşı tek gol yine benim ayağımdan çıkmıştı.

    futbolda şöhret birden gelmiyor. ağır ağır, yudum yudum, damla damla yükseliyordum artık...

    dünya gençler şampiyonası'nı izleyen gazeteci orhan vedat sevinçli, almanya dönüşü uçakta yanıma oturdu ve şöyle dedi:
    "birkaç saat sonra istanbul'da olacağız. gel seni beşiktaş'a götüreyim metin.."

    beşiktaş'a mı?..
    allahım, beyninim içi yumak yumak. çöz çözebilirsen...

    istanbul'a ininceye kadar uçakta ne hayaller kurdum bilemezsiniz. o günlerde tek idealim bir pamuk iplik makinesiydi. altı bin liralık bir makineydi o... ailemin geçimini sağlamak için o makineyi almak istiyordum transfer ücretimle. o makineyi alıp, bir atölyede çalıştıracaktım. o seyede de evimize ayda en az bin lira para girmiş olacak, ihtiyar babamın çalışmasına gerek kalmayacaktı...

    istanbul'a indik. yeşilköy havaalanı'ndan, gazeteci orhan vedat sevinçli ve antrenör cihat arman'la birlikte doğruca beşiktaş kulübüne gittik. bir odada tespih çeken, çikolata renkli bir adamın yanına yaklaşan cihat arman, "işte ağabey, bahsettiğim metin bu" dedi... sonradan adının sadri usuuğlu olduğunu öğrendiğim beşiktaşlı yönetici, saçımdan tırnaklarıma kadar beni süzdü ve "ne istiyor" diye kükredi.

    ne isteyeceğimi yolda cihat arman'a söylemiştim. ona da pamuk iplik makinesinden bahsetmiştim. beş yıl karşılığında altı bin lirayı duyunca sadri usluuğlu küplere bindi ve şöyle dedi:
    "ben o parayı recep'e vermedim be!.. sen kim oluyorsun?.. bir recep adanır mısın yani?.."

    sustum. teşekkür ettim ve odadan çıktım. bir saat sonra adalet kulübü de talip oldu bana. beşli de istediğim parayı vereceklerdi. ama ben seyircisi olan bir takımda yer almak istiyordum. adaletlilere teşekkür ettim. (nur içinde yatsın sadri usuuğlu.)

    artık izmir'e dönmeye karar vermiştim. bir galatasaraylı arkadaşım, "biraz sabret metin" dedi; "seni galatasaraylılarla konuşturacağım..."

    arkadaşım, ertesi gün beni galatasaray yönetici muzaffer bozok ile tanıştırdı. muzaffer bey, "ne istiyorsun" diye sordu. ben de beşiktaş'tan istediğim parayı istedim. muzaffer bozok güldü ve "biz bu parayı hiçbir futbolcumuza vermedik. sana da veremeyiz. kusura bakma" dedi.

    bu konuşmalaradan sonra artık istanbul'da duramazdım. hemen izmir'e döndüm...

    ***

    izmirspor'un teklifi hepsinden iyiydi. bir yıl karşılığında beş bin lira teklif ediyorlardı. üstelik 500 lira süper maaş vermeyi de kabul etmişlerdi. sami özok, o günlerde izmirspor'un tek patronuydu. beni izmirsporlu yapmak için, beş bin lirayı çıkarıp masanın üstüne koydu. çok şaşırmıştım. üstüne atacağım imzayla ilk defa "profesyonel futbolcu" olacaktım.

    izmirspor'la yaptığım anlaşma izmir'de olay oldu. herkes sanki beni konuşuyordu. adım dilden dile, bir uçtan bir uca yayılıyordu. almanya'daki dünya gençler futbol şampiyonası'nda ilk defa genç milli oldum diye sevinirken, futbol federasyonu'ndan gelen bir telgraf beni iyice şaşırtmıştı. telgrafın metni şöyleydi:

    "metin oktay... izmirspor kulübü,
    a milli takım aday kadrosuna alındınız. acele istanbul'a hareket ediniz..."

    sevinçten ne yapacağımı şaşırdım. bir yıl içinde önce genç milli takım, sonra hemen ardından a milli takım... demek ki herkesin artık bana güveni artıyordu.

    o yıl izmirspor formasıyla 17 gol attım. ben gol kralı olurken, izmirspor da izmir mahalli lig şampiyonu olmuştu...

    artık sanki bütün projektörler izmir'deki küçücük dünyamın üstüne çevrilmişti. galatasaraylılar adım adım takip ediyordu beni. bırakın maçlarımı, idmanlarımı bile takip etmeye başlamışlardı.

    sezon sonunda doğru izmirspor'un önemli maçlarından biriydi. izmir'de kıyametler kopmuştu. galatasaray teknik direktöü gündüz kılıç ve bazı yöneticiler beni seyretmeye gelmişlerdi. izmir'de hem bir sevinç, hem de bir öfke rüzgarı esiyordu. kimbilir belki de birçok izmirli benim istanbul'a kaptırılmama razı olamıyordu.

    karmakarışık duygular içinde boğulduğum, o görücüye çıktığım günü, olayın en yakın tanıklarından birine anlattıracağım. çünkü o günü en iyi o tanıklar biliyor. o günün galatasaray yöneticisi, bugünün fifa icra kurulu üyesi necdet çobanlı, nakın o "görücü"ye çıktığım günü nasıl anlatıyor:

    "yıl 1955...bir gün rahmetli gündüz kılıç, muzaffer bozok'la bana, (izmir'de bir çocuk varmış, hadi gidip onu görelim) dedi. rahmetli rauf halat'ın arabasıyla maceralı bir yolculuktan sonra izmir'e vardığımızda yer yerinden oynuyordu. basın, gündüz kılıç'ın izmir'in gözbebeği metin oktay'ı almaya geldiğini açıklamıştı bile..

    kötü kötü bakışlar arasında maça gittik. rahmetli kılıç, 15 dakika metin'i seyrettikten sonra, bozok'la bana, (alalım bu çocuğu) dedi. metin'in 15 dakikalık gösterisi bize yetmişti. sonra kalkıp stattan ayrıldık."

    galatasaraylı yöneticilerle pazarlığımızda 'para' hiç gündeme gelmedi... taksi plakalı bir 'chevrolet' marka otomobil istedim kendilerinden. çok şaşırdılar, halbuki şaşıracak bir şey yok ki ortada...

    para konuşamıyorum insanlarla. para konuşamayınca da birtakım pazarlıklarımı eşyalarla hallediyorum. çünkü benim için önce sevgi. para hep ikinci planda... çünkü insan sevildikçe daha mesut oluyor. o günlerde benim bir tek idealim var. o da futbol topu... en iyi golü atabilmek, tribünlere kendimi sevdirebilmek... galatasaray'ın bir chevrolet otomobil teklifine evet derken, hep bunları düşünüyorum...

    beş yıl karşılığında galatasaraylı olmanın bedelini ertesi gün aldım. bu, 1949 model mavi renkli bir taksiydi. ticari plakalı olmasını özellikle istemiştim. çünkü çalıştırıp, ailemi geçindirmek, evimize katkıda bulunmak zorundaydım. babam iyice yaşlanmıştı. onun çalışmasına da gönlüm razı olmuyordu artık...

    11 temmuz 1955 günü imzaladığım mukaveleden sonra istanbul'a taşındım... galatasaray kulübü'nün kazancılar yokuşu'ndaki bekar evi, yeni yuvam olmuştu. bekar evine gidince, orada kalan arkadaşlarım kapıda tek tek tanıttılar kendilerini;
    kaleci yüksel, kamil, ali, tayyar, cici necdet, sedat ve ergun ercins...

    galatasaray formasıyla ilk defa, 28 ağustos 1955'te beyoğluspor karşısına çıkarken heyecandan sanki dizlerimin bağı çözülmüştü. dolu, dopdolu tribünlerde bütün gözler beni takip ediyordu çünkü... o maçta bir de gol attım. seyirci o maçta beni bayağı sevmişti.

    ***

    yün mensucat'ta, izmirspor'da oynadığım günlerde, fuar'da şimdiki sanayi teknoloji pavyonunun arkasında bir açıkhava sineması vardı. o sinemada, filmlerden önce, o günün futbol devleri macarların maçları gösterilirdi. puşkaş'lı, czibor'lu macarlar... o günlerde, sinema perdesinde aşık olduğum futbolcular yüzünden müthiş bir macar hayranlığına tutulmuştum. ama kim bilebilirdi ki, açıkhava sineamasında hayranlıkla seyrettiğim puşkaş'lara, czibor'lara karşı iki yıl sonra milli takım formasıyla oynayacağımı ve üstelik gol atacağımı... bir rüya alemindeydim sanki...

    1956 yılının şubat ayının on dokuzuncu günü istanbul'da mithatpaşa stadı'nda lefter'in iki, benim de bir golümle ünlü macar milli takımı'nı 3-1 yenerken, bırakın türkiye'yi, dünyada yer yerinden oynamıştı. sanki bir futbol ihtilali gerçekleşmişti...

    a milli takımı, bir anda bütün sevgilerin, bütün güzelliklerin odak noktası olmuştu. maçtan birkaç gün sonra, cumhurbaşkanı celal bayar ve başbakan adnan menderes, milli takımı ankara'ya davet etmişlerdi.

    uçağımız istanbul'dan havalanalı henüz 10 dakika olmuştu... isfendiyar, benim yanımda oturuyordu. birden bana döndü ve "metin'ciğim" dedi. "ben şu hostes kızla evlenmek istiyorum!"

    bastım kahkahayı. katıla katıla gülmeye başladım. çünkü, böylesine yıldırım bir aşka, ilk defa tanık oluyordum. isfendiyar, biraz ayran gönüllüydü. 10 dakika içinde hiç tanımadığı, hiç konuşmadığı, adını dahi bilmediği hostese aşık olmuştu...

    isfendiyar'ın evlenme kararı, uçağı bir uçtan bir uca sardı. durumu a milli takım tek seçicisi eşfak aykaç'a da duyurdu ve "lütfen hocam" dedi, "kızı allah'ın emriyle siz ister misiniz?"

    eşfak aykaç önce şaşırdı, sonra isfendiyar'ın ısrarları karşısında, kalktı, hostesi allah'ın izni, peygamberin kavliyle bir güzel istedi...

    uçakta kıyametler kopuyordu. hostes kız da teklifi kabul edince, yüzüksüz bir nişan töreni yapıldı uçakta...
    türk hava yolları'nın istanbul-ankara seferini yapan uçağı esenboğa havaalanı'na inerken, ünlülerle dolu uçaktan bir nişanlı çift çıkıyordu...
App Store'dan indirin Google Play'den alın