• 34
    sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, gelmiş geçmiş en iyi spor belgeseli olmaya aday bir espn yapımı. türkiye'de de sağolsun -altyazıların vasatlığını bir kenara bırakırsak- netflix yayın haklarını satın aldığından abd ile hemen hemen aynı zamanda izliyoruz.

    benim için aslında bu belgesel geçmiş günlere bir dönüş oldu; çocukluk heyecanını tekrar içimde hissettim, sırıtarak izliyorum bütün bölümleri. eşime de bölümü komple bitirmek istiyorum beni elleme diyorum. henüz gençliğimin baharında ankara'da anadolu lisesinde okuyan, basket takımında boy gösteren bir velet olarak (kanal d'nin maçı yayını yaptığı aklımda kalmış ama murat murathanoğlu ile yaptığımız bir sohbette show tv olduğunu söylemişti) show tv'de murat murathanoğlu'nun sesiyle haftada bir nba finallerinden seçmece bir maç izler, büyülenirdik. o dönem bulls zaten global bir fenomene dönüşmüş; majesteleri ise tanrı ilan edilmişti.

    istediğimiz zaman bu takımı izleyememek, sadece tvde haftada bir görmek gözümüzde bulls takımını daha da büyütüyordu. yeni dönemde her şeyin bu kadar erişilebilir olması biliyorsunuz tüketim çılgınlığını da beraberinde getiriyor; insanlar hemen tüketip, sıkılıp yenisine geçmek istiyor. belgeselin haftalık 2 bölüm yayınlanması da bu açıdan beni yine tatmin etti, bekleme olgusunu unutmuşuz.

    bu belgesel bir hanedanlık yaratmanın ne kadar zor olduğunu, şampiyonluk için tek bir etmenin ve yıldızın yeterli olmayacağını, jordan'ın aslında kazanmak uğruna saplantılı bir şekilde kendine -gerekirse olmayan bir rekabet- rakipler yarattığını ve onları yok ettiğini gösteriyor. çok örnek var ama bana saçma gelenlerinden biri; 2. three peatin önemli oyuncularından, 6. adam toni kukoc'un 92 olimpiyatlarında jordan ve pippen ile nasıl da bir anda hedef haline getirildiği ve üstüne gidildiği gibi ilginç anekdotlar da mevcut. majestelerinin kumar bağımlılığı ile 92 dream team takımına isiah thomas'ın seçilmemesi kısmı yüzeysel geçilse de ben genel olarak çok beğendim, majestelerinin ve bulls organizasyonunun adım adım büyümesi, ve jordan'ın neden goat olduğunu çok iyi anlatmış. imdb'de 10 puanı bastım. son bölümleri bende bir air jordan 1 alma hevesi yarattı, fiyatları görünce dedim ki allahtan ekonomimiz uçuşta, hemen vazgeçtim.

    kurgu açısından da kronolojik gitmesindense 97-98 sezonu ile geçmişi bağdaştırıp git gel yapması ilgiyi sürekli canlı tutmasında çok faydalı olmuş. espn zaten spor belgesellerinde bir marka.

    sanıyorum 3-4 güne çıkacak olan 7. ve 8. bölümde babasının öldürülmesi ile başlayan karanlık dönemi anlatıp ki 6. bölüm tam da böyle bitmiştir; space jam ile beraber gaza getirip son 2 bölümde ise tıpkı jordan'ın son atışı yapıp zirvede bırakması gibi bizi zirveye çıkartıp belgeseli sonlandıracaklar.

    son olarak şu müzik eşliğinde: https://www.youtube.com/watch?v=Zn6kiimEsYc

    -what time is it?
    -game time!
    -huh!
  • 36
    7. bolumun sonunda jordan'in gozleri dolarak tamamladigi asagidaki aciklamalari neden the goat oldugunun ozeti olmus.

    --- spoiler ---

    "winning has a price. and leadership has a price. so i pulled people along when they didn't want to be pulled. i challenged people when they didn't want to be challenged. and i earned that right because my teammates came after me."

    ...

    you ask all my teammates, the one thing about michael jordan was he never asked me to do something that he didn't fucking do. when people see this, they are going say, 'well, he wasn't really a nice guy. he may have been a tyrant.' no, well, that's you. because you never wanted anything. i wanted to win, but i wanted them to win to be a part of that as well. look, i don't have to do this. i'm only doing it because it is who i am. that's how i played the game. that was my mentality. if you don't want to play that way, don't play that way.

    --- spoiler ---
  • 37
    bırakın spor belgeselini, tüm zamanların en iyi belgesellerinden biri olan muhteşem yapım. kobe, lebron, curry ile büyüyen nesil için çok şey ifade etmeyebilir ancak yaş itibariyle o dönemleri birebir yaşadığım için izlerken müthiş keyif alıyorum. 7.bölüm sonunda mj'in efsane tiradı ve 8.bölüm sonundaki gözyaşları gerçekten tarihe geçecek görüntüler.
  • 39
    abd medyasındaki iddialara göre scottie pippen belgeselden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş.

    geçtiğimiz günlerde de dönemin oyuncularından horace grant, belgeselin %90'ının gerçek dışı olduğunu söylemişti.

    https://www.ntvspor.net/...e5705d3869165883179d

    https://twitter.com/...265954181427201?s=19

    bu tartışma daha çok devam edecek gibi görünüyor.

    edit: kaynak eklendi.
  • 40
    belgesel olarak isimlendirilse de bazı şeylerin çarpıtıldığına emin olduğum yapım. şimdi şöyle bir durum var. michael jordan’ın basketbol sahası dışında yaptığı her şey bir tartışma konusu.

    michael jordan’sınız. oyunu bıraktıktan seneler sonra bile ama iyi ama kötü hakkınızda spekülasyonlar devam ediyor. böyle bir belgesel çekiliyor hakkınızda, yapımcısı sizsiniz. belgeselde dile getirilen olayların çarpıtılmış olması çok ama çok olası.

    bu beni rahatsız ediyor mu? etmiyor. bir basketbol sever olarak keyifle izledim. bunun gerçek olması mümkün değil dediğim şeylere inanmadım, ya aslında olabilir dediğim şeyleri kabul ettim.

    örnek vermek gerekirse, jordan’ın babasıyla maçtan önceki gece kumardan gece 12’de geldiğine zerre inanmadım. çünkü az çok jordan okuyup dinlediyseniz bunun gerçek olamayacağını bilirsiniz. bunun dışında ilk emekliliğinin bir ceza olmadığına, david stern’ün burada bir parmağı olmadığına inandım. çünkü mantık çerçevesinden baktığımızda dünyanın pazarlanabilir figürünü nba’in kendi eliyle oyundan uzak tutmadı saçmalıktan başka bir şey değil.

    bu yüzden anlatılanlar çarpıtılmış çarpıtılmamış diye düşünmenin bir gereği olduğunu düşünmüyorum. 10 bölümlük harika bir yapım izledim, tartışmalı çoğu konunun jordan lehine yorumlandığına da eminim ancak bu benim için bir problem değil. çünkü ben izleyiciyim.
  • 41
    dün izlemeyi bitirdiğim, başrolünde michael jordan ve efsane chicago bulls takımını konu alan belgesel.
    çok fazla detaya girip sıkmadan, önemli olayların altı çizilerek şampiyonlukların ve tarihin en iyi oyuncusu michael jordan'ın nasıl geliştiğini ortaya koyuyor.
    ayrıca, belgeselin bir diğer kahramanı da bana göre koç phil jackson.
    çünkü zen phil'in gelmesi orkestra şefinin konser alanına girmesi gibi tüm enstrümantalistlerin parçaları en güzel şekilde çalmalarını sağlıyor.
    jordan, kariyerinin başlarında tamamen skor üretmeye odaklı, inanılmaz atletik ancak, bireysel olarak parlayan bir yıldızken takım yapısı içerisinde kazanmanın önemi fark ediyor ve kendi yeteneklerini takımın gücüyle birleştirerek chicago hanedanlığının ve dünya basketbol tarihinin süper kahramanı oluyor.
    scottie pippen'ın son derece hassas ve duygusal bir oyuncu olduğunu ancak, onsuz da chicago'nun şampiyon olamadığını görüyoruz.
    zaman içerisinde batman'in robin'i gibi takımın en önemli katalizör gücüne dönüşüyor.
    dennis rodman'ın basketbol tarihinin en çılgın karakterlerinden biri olduğu yine güzel örneklerle anlatılıyor.
    o, kafasına göre antrenmana gelmeyen, eğlenceye düşkün şehveti yüksek bir karakter; hatta the last dance sezonunda, yani şampiyonluk değeri en yüksek olanında, flnal serisi devam ederken ansızın kampı terk ediyor ve dönemin en popüler karakterlerlerinden amerikan güreşçisi hulk hogan'ın gösteri maçında boy gösteriyor.
    bu kamuoyunun aleyhine kullanması için büyük bir olay ancak, süreci çok iyi yönetiyorlar ve rodman idare edilerek maça çıkıyor ve utah jazz yıldızı karl malone'la eşleşip şampiyonluğun gelmesinde kilit rol oynuyor.
    yine burada phil jackson'un oyuncuların karakterine göre yaptığı harika müdahaleleri görüyoruz.
    çünkü phil, rodman'ın çılgın karakterini anlamış ve ona ceza vermek yerine sahada en yüksek verimi almanın onun kafasına göre takılmasından geçtiğini görmüştü.
    belgesel, michael jordan'un neden tarihin en iyisi olduğunu gösteren önemli doneleri de es geçmiyor.
    onun kazanmak için her şeyi yapan, cesur ve mental olarak tamamen içinde bulunduğu ana odaklı, sonuna kadar veren bir kişiliği olduğunu gösteriyor.
    bunu yaparken sert ve hatta takım arkadaşlarına karşı bile dominant davranıyor, çünkü kazanmak için bunun gerekli olduğunu biliyor.
    zaten belgeselin içindeki tüm karakterler jordan'ın bunu kendilerini daha fazla geliştirmesi için yaptığını anladıklarını söylüyor.
    steve kerr, michael jordan ile olan kavgasından sonra takımda yer almak için her şeyini vermesi gerektiğini anladığını anlatıyor.
    ve yapımın kötü karakteri olarak öne çıkan genel menajer jerry krause...
    özellikle ilk yıllarda yaptığı akıllı takas ve kontratlarla takımın güçlenmesinde önemli rolü olduğu görülsede, efsane takımı tek başına dağıtan adam olarak karşımıza çıkıyor.
    the last dance sezonu başlamadan, beş şampiyonluk kazanmış phil jackson'a "istersen 82 maçın tamamını kazan yine de seni göndereceğim" diyor.
    scottie pippen gibi ligin en önemli oyuncularından birini idare edemeyip, hak ettiği kontratı vermiyor.
    ve tarihin en iyi oyuncusu michael jordan'un formunun zirvesindeyken takımın dağılmasıyla basketbolu bırakmasına sebep oluyor.
    zaten belgeselin sonunda, mj'nin açıklamaları her şeyi ortaya koyuyor.
    isteselerdi hepimiz sadece bir yıl daha kontrat uzatır ve yedinci şampiyonluk için oynardık diyor.
    michael jordan'ın kariyerinde içinde ukte kalan en önemli şey bu oluyor...

    bir basketbol sever olarak kesinlikle benim için arşiv değeri taşıyor bu yapım.
    özellikle o dönemleri hatırlayan bizler için, zamanda yolculuk yapıp farklı bir heyecanla yaşatıyor.
    bizden sonraki kuşağa tarihin en iyi oyuncusu ve takımının nasıl oluştuğunu anlatıyor.
    nba basketbolunun nasıl değiştiğini de görmüş oluyoruz böylece...
    the last dance, herkesin içinde en değerli anları kağıda yazdığı ve ortada toplanıp yakarak evrene dağılışını izlediği bir ritüel finalle sonlanıyor...
  • 43
    katılıp katılmamak okuyucuya kalmakla beraber hakkında gördüğüm en iyi -belki de tek- eleştirel yazıyı paylaşıyorum. okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

    --alıntı--

    espn ve netflix ortaklığındaki, chicago bulls ve michael jordan efsanesini temel alan on bölümlük mini tv dizisi son dans’ın yarattığı bir aylık coşku ve nostalji seli, 17 mayıs günü son iki bölümünün yayınlanmasıyla nihayet sona erdi ve pek çok rantı da beraberinde getirdi. pandemi sürecinde çoraklaşan gündeme denk gelmesinin de etkisiyle, son yılların belki de en çok konuşulan spor içerikli seyirliği haline gelen son dans’tan ve bu seyirliğin özellikle türkiye spor medyasındaki yansımalarından ortaya saçılan sonuçları tartışmaksa kaçınılmaz hale geldi.

    girişte, son dans’tan “belgesel” olarak bahsetmekten özellikle kaçınıldığını ve son dans’ın sona erip beraberinde getirdiği şeyden de özellikle “rant” olarak bahsedildiğini söylemek gerek; çünkü ne son dans bir belgesel, ne de arkasından –en azından ülkemizde– sarf edilen sözler en ufak bir eleştirel veya açıklayıcı öge barındırıyor. yazının devamı da bu iki temel iddiayı ispatlamak üzere kaleme alındı.
    belgeselin deşifresi: bu bir belgesel değil

    son dans’ın neden bir belgesel olmadığı iddiasıyla başlayalım. jordan, 1998’deki ve 2003’teki emekliliklerinden sonra kendisine yapılan tüm belgesel tekliflerini reddetmişti, ta ki haziran 2016’ya; yani “tarihin en iyi basketbolcusu kim?” tartışmalarında, günümüzde mukayese edildiği tek sporcu olan lebron james’in üçüncü şampiyonluğunu ve üçüncü nba finalleri mvp ödülü’nü kazandığı tarihe kadar. yani aslında son dans’ın çekimleri ve prodüksiyonu, kişisel rekabette önlem almak isteyen ve bunun için yeni(den) bir tarih yazımına ihtiyaç duyan jordan’ın onayıyla başladı. ayrıca, yayın tarihi olarak ilk önce haziran 2020 belirlenmişti; fakat pandeminin yarattığı çorak iklimi fırsat bilen yapım şirketlerinin post-prodüksiyon sürecini hızlandırmasıyla yayın tarihi sonradan nisan 2020’ye çekildi. bunlara ek olarak, jenerikte adı geçmese de dizinin yapımcılarından biri, jordan’a ait “jump 23” isimli şirket.

    daha son dans’ın neden bir belgesel olmadığını içerik yönünden tartışmaya başlamadan bile vaziyet çok açık bir şekilde görülüyor. tarihsel gerçekleri anlatma ve belgeleme iddiası taşıyan bir yapım, kişisel hırsların tetiklemesi sonucu hayata geçirilmez, kamuoyuna ilan edilecek –ve dolayısıyla mâl olacak– tarihte piyasa ve reyting koşullarına göre oynama yapmaz, yapamaz. “belgesel” üretim veya bir tarihi, tarihsel çerçeve içinde anlatma iddiası taşıyan herhangi bir girişim, sırf nedensellik ilkesi itibarıyla dahi böyle manipülasyonlardan etkilenmez, etkilenirse o şey belgesel olmaz; ancak pejoratif anlamıyla bir halkla ilişkiler ürünü olabilir. tabii bu jordan için yeni bir şey değil; bu kadar kabiliyetli ve başarılı bir sporcu olmasının en önemli sonuçlarından biri de, kendi imajını ve oynadığı oyunu nasıl amansızca ticarileştirdiğinin hep gölgede kalmış olmasıydı:

    “o büyük bir basketbolcu olduğu kadar olağanüstü bir satıcı da… dünyanın çeşitli noktalarında, daha önce basketbol izlememiş milyonlarca insana bu oyunu pazarladı. […] daha yükseğe sıçramak isteyenlere nike ayakkabıları, acıkanlara big mac, susayanlara önce coca-cola sonra gatorade, mısır gevreği isteyenlere wheaties, iç çamaşırı isteyenlere hanes sattı. gözlük, parfüm, hot-dog pazarladı. en çok da kendini pazarladı. yıllar içinde gelen şampiyonluklar, birbirini kovalayan son saniye kahramanlıkları, bu satışı işinin kolay kısmı yapmıştı.”

    ve günümüze kadar en ufak hasar görmeden korunagelmiş jordan imajına yeni bir cila atma ihtiyacının tek, hatta en büyük sebebinin jordan’ın “goat” unvanını koruma isteği olmadığı, dizinin son bölümündeki kısacık final sekansından bile anlaşılıyor. jordan’ın yakın plandan çekildiği bu sekansta kamera, bütün bu yapımın arkasındaki başlıca niyetin ne olduğunu açık edecek kadar uzun bir süre jordan’ın giydiği ayakkabıları gösteriyor; henüz satışa çıkmamış ayakkabıları.

    espn ve jordan, son dans ile “tarihi kaydetmek” adı altında mit inşa ediyor, “gerçek” adı altında halkla ilişkiler satıyor. dizi, bir belgesel olarak tanıtılıyor fakat değil. yaşamı boyunca 2 milyar dolar kazandıktan sonra, jordan satılacak ne varsa satmaya devam ediyor: kendisini.
    jordan kuralları mı, kapitalizmin yasaları mı?

    içeriğe geçelim. son dans, esasında chicago bulls’un son şampiyonluk sezonunu ve o sezona gelinirken hangi yollardan geçip hangi badireleri atlattığını anlatma iddiası taşıyan bir yapım. kuşkusuz bu girişimin, jordan gibi hem karakteri hem de kazandığı başarılar bakımından baskın bir figürün çekim kuvvetine bir miktar yenik düşmesi çok normal; bulls tarihi herkesten çok jordan üzerinden, jordan’la birlikte okunabilir. fakat bu kritik noktada büyük bir denge kaybı söz konusu. özellikle nba’in ’92 barselona olimpiyatları ile birlikte nasıl küreselleşmeye başladığını ve jordan’ın bu sayede nasıl bir spor ve kültür ikonuna dönüştüğünü anlatan beşinci bölümden itibaren, dizi bir bulls anlatısı olmaktan çıkıyor ve jordan tamamen merkeze, hatta yönetmen koltuğuna oturuyor. daha önceki veya sonraki bölümlerde de, diğer önemli bulls oyuncularının veya idari personellerin kişisel hikâyeleri, kurgudaki kronolojik sıçramalarla ele alınıyor ve anlatı geçmişten günümüze gelirken sürekli jordan’a bir şekilde uğruyor ve jordan tarafından tabiri caizse gasp ediliyor. tartışmalı konu başlıklarında son sözü her zaman jordan alıyor ve muhataplarına ikinci bir söz hakkı verilmiyor; hatta söz hakkı verilemeyecek olan, günümüzde hayatını kaybetmiş olan kişilere dek hemen hemen herkes, jordan mitinin yaratılması ve kutsanması uğruna kendi etkenliklerinden taviz vermiş veya bizzat jordan denetimindeki kurgu ekibi tarafından kopartılmış görünüyor.

    son dans’ın amacı, jordan’ın titizlikle inşa ettiği imajı sarsmak; jordan’ı onun istediğinden farklı bir şekilde sıkıştırmak değil; onu yuvarlak, gölgeli, tahmin edilemez bir figür gibi göstermek için yeterli görüşmeyi ve soruşturmayı toplamakmış gibi görünüyor.8

    kısacası her şey jordan’da başlayıp jordan’da bitiyor. bir kahramanlaştırmadan öte, bir tanrılaştırma hali. jordan’ın her şart ve durumda nasıl davranılacağını bilen ve yetkinliği sınırsız bir “alfa erkeği” olarak gösterilmesi, bu tanrılaştırma haliyle de uyumlu görünüyor. ve tabii ki bu işin son zamanlardaki en büyük temsilcisi olan marvel’ın her filminde olduğu gibi, jordan miti de bir parça gülünçleşiyor. aşırı doz tanrılaştırmanın yanında, jordan ile bulls takımının genel menajeri jerry krause üzerinden kurulan “iyi-kötü” diyalektiğinin “siyah-beyaz”dan da öte bir tek boyutluluğa indirgenmesi ve jordan’ın “ne yaptıysam takımın başarısı için, en iyi olmak için yaptım” hallerinin karşısında, hayatını kaybetmiş olan ve dolayısıyla cevap hakkı da olmayan krause’un “kişisel husumetlerden dolayı hanedanı dağıtan baş belası kaprisli menajer” gibi yansıtılması, bu gülünçlüğü katmerleyen bir diğer başlıca unsur. özellikle krause’un bir şampiyonluk sonrasında kurduğu “şampiyonlukları oyuncular değil, kulüpler kazanır” cümlesinin ardındaki tartışmalara bir de buradan bakmak gerekiyor.
    bir mit yaratmak: apolitizm ve “mike gibi ol”

    bunun yanı sıra, kendisinin yapmadığı hiçbir şeyi takım arkadaşlarından istemediği vurgusu (günümüzün kariyerist yöneticilerinin kimden esinlendiği de belli oluyor) ile jordan’ın sapkınlık derecesinde başarı odaklı ve işkolik olduğunun, ne yaptıysa kendi ve takımın başarısı için yaptığının altı öyle kalın çiziliyor ki neredeyse kâğıt yırtılıyor. hatta jordan’ın bir dokunulmaz zırh içerisinde sportmenliğin sınırlarını çizmeyi de tekeline aldığı, “eksiksiz rol model” ile “sütten çıkmış ak kaşık” arasındaki seyri sürekli parlatılıyor. bir playboy dergisinin röportajında “saf bir centilmen, kusursuz bir sportmen, temiz aile babası ve mütevazı, ayakları yere basan bir yarı-tanrı” olarak tarif edilen jordan’ın da bir insan olduğunun ortaya çıkışı ise biraz zaman alıyor.

    sözgelimi beşinci bölümde, 1990 kuzey carolina senato seçimlerinde, jordan’dan demokrat parti’nin siyahi adayı harvey gannt’i, ırkçı olduğunu hiçbir beyanında gizlemeyen cumhuriyetçi adaya karşı desteklemesi istendiğinde, jordan’ın çekimser kalmasının ve bunu soran gazetecilere “cumhuriyetçiler de spor ayakkabı alıyor,” gibi bir –kendi iddiasına göre– şakayla karşılık vermesinin de bahsi geçiyor. jordan’ın bu konudaki açıklaması şöyle oluyor: “muhammed ali’nin inandığı şeyi savunmasına saygı duyuyorum. ama ben kendimi hiçbir zaman bir aktivist olarak tanımlamadım. ben kendimi her zaman bir basketbolcu olarak tanımladım. işimi yaparken bir siyasetçi değildim, tamamen zanaatıma odaklanmıştım. bu bencilce miydi? muhtemelen. ama benim gücüm buradan geliyordu.” bu konuyla ilgili obama’nın da fikri soruluyor. onun cevabı da, şaşırtıcı değil ama evlere şenlik: “insan hakları hukuku üzerine çalışmaya hazırlanan biri olarak, jordan’ın bu konuda biraz daha gayret ettiğini görmüş olmayı dilerdim. fakat diğer yandan, yarattığı imajı nasıl yöneteceğini ve bununla nasıl yaşayacağını anlamaya çalışıyordu.” bu sözlerden, jordan’ın popüler ve kültürel bir mit olarak küresel ölçekte servis edilmesinin en büyük dayanaklarından birisinin de, toplumsal eşitlik ve adalet gibi konularda bir sessizlik rutininde kalması ve buna paralel olarak siyasetsizlik hali olduğu ortaya çıkıyor.

    jordan’ın siyaset üstü bir yerde konumlandırılan bu adanmış sporcu imajının, abd emperyalizminin en büyük savaş suçlularından olan bir siyasetçi tarafından bizzat aklanıp paklanması, dizinin en büyük dalaletlerinden biri kuşkusuz. buna ek olarak obama, bir önceki abd başkanı olarak, sscb’nin çözülmesiyle birlikte 90’lı yıllarda dünyayı etkisi altına almaya başlayan abd –kültür– emperyalizminin en akçeli temsilcilerinden jordan’a, hizmetlerinden dolayı âdeta amerikan halkı adına minnet ve teşekkürlerini sunuyor. dünya siyasi tarihinin nesnelliğinden bu denli uzak, tek taraflı olmasının da ötesinde bu derece sığ ve çapsız bir halkla ilişkiler yöntemi de hem son dans’ı bir belgeselden ziyade ucuz bir propaganda filmine, hem de jordan’ı başarılı bir sporcudan ziyade kapabildiği bütün parsayı kapmaya çalışan bir tüccar profiline yaklaştırıyor. akıllara da şu soru yerleşiyor: jordan, piyasaya sürülen bir mit olarak neyin temsiliyetini üstleniyor?

    jordan’ın, dünyevi her şeyden ve her duygudan azade bir yerde konumlandırılan insanüstü profilinin yanında, tabii ki insani taraflarına da değiniliyor; fakat yine jordan’ın dokunulmaz ve dış etkenlerce önlenemez imajını perçinlemesi şartıyla: jordan’ın, babası öldürüldükten sonra çıktığı ilk final olan 1996 nba finalleri’nde, kazandıkları ilk üç maçtan sonra bulls’un rakibi seattle supersonics, jordan’ı savunma işini dönemin en iyi savunmacılarından biri olan gary payton’a veriyor ve bu taktiksel değişiklik işe yarıyor; jordan ve bulls 4-2 ile şampiyonluğa ulaşsa da serinin sonraki üç maçında çok zorlanıyor. dizide bu konuyla ilgili fikri sorulduğunda jordan, kötü oynamasının sebebinin payton olmadığını, yaklaşmakta olan babalar günü sebebiyle duygusal açıdan zor bir süreç geçirdiğini ve saha içine konsantre olmakta zorlandığını söylüyor. yani, “cumhuriyetçiler de spor ayakkabı alıyor,” sözünün şaka olduğunu iddia etmesindeki ve dizideki diğer birkaç örnekte daha olduğu gibi, jordan’ın bazı tartışmalı konulara dair söylediği sözler, jordan aksini söylemedikçe ya da itiraf etmedikçe yanlışlanabilir sözler değil. bu tipte aşırı şahsi ve yanlışlanamaz beyanların bir belgeselde, hatta bir jordan belgeselinde işi var mı peki? olağan şartlarda olmamalı. olsa bile, karşı taraflara ikinci bir söz hakkı tanınmalı. fakat hayır, son noktayı sadece jordan koyuyor.

    bir son parantez de jordan’ın tüm bu süreç yaşanırken “zamanın ruhu”na ne kadar iyi ayak uydurduğuna değinmek için açılmalı. “mj gibi olmak” derken, jordan’ın nasıl da önemli bir “marka” haline geldiği ortada. jordan’ın daha ligdeki ilk sezonunda larry bird, magic johnson gibi süperstarlar, aynı zamanda nba sponsorlarından converse ile 100 bin dolarlık anlaşmalar yaparken; kendisinin 250 bin dolarlık anlaşma yaptığı nike ile yarattığı yeni marka “air jordan”, kayıtlarda hep ön planda tutuluyor. ayakkabıların moda ve kültür sembolü oluşuna, amerikan tarzı basketbol ve yaşam kültürünün satılmasına giden yolda bir jordan otonomisi yaratmak böyle başlıyor. otonomi, dream team ile “abd’nin haysiyetini korumak” gerekçesiyle gidilen 92 barselona olimpiyatları’nda doruğa çıkıyor. kişisel sponsoru nike gücenmesin diye, olimpiyatların resmî sponsorlarından reebok’ın, abd takımının madalya töreninde giydiği eşofmandaki logosunu “vatanseverlik kisvesi altında” abd bayrağıyla kapatmak goat olmanın bir semptomu olsa gerek… nitekim jordan’ın yaptığı şeyi, birebir aynı şekilde, yine nike’ın sponsorluğundaki charles barkley de yapıyor; fakat son dans’ta vatanseverlik pastasından sadece jordan’a pay düşüyor.

    tüm bu handikaplarının yanında son dans, belgesel maskesinin arkasında yapmak istediği her şeyi başarıyla yapmış görünüyor: basketbolu sevsin sevmesin her kuşaktan milyonlarca izleyiciyi bir ay boyunca, yayınlanmadan önce “daha önce hiç görmediğiniz 500 saatlik arşiv görüntüleri” diye bayağı promosyonu yapılan ama pek de matah bir şey sunmayan idman, soyunma odası ve saha dışı görüntüleri; çuvalla telif ücreti ödemekten sakınılmadığı belli olan ve dönemin ruhunu oldukça iyi yansıtan onlarca tematik şarkı; jordan’ın hafızalara kazınan sayısız ikonik smaç ve maç kazandıran şutunun görüntüsü; bulls’un tüyleri diken diken eden maç önü seremonisi ve sanat, magazin, siyaset dünyasından tam 113 katılımcıyla yapılan güncel röportajlar eşliğinde nba’in o dönemini, zaten bilindiği kadarıyla ve şekliyle tekrar yâd etme fırsatı sunuyor; sırf jordan ve yapımcılar parsayı biraz daha toplasın diye.
    bizim seçkin spor medyamız: sizin son dansınız ne zaman?

    peki bütün bu tabloda, spor medyamızdaki yansımaların içeriği ve karakteri neydi?

    açıkçası bu yazı yazılmadan önce, herhangi birinin büyük tartışmaya yol açacak herhangi bir söylemde bulunup bulunmayacağını yeterince beklediğimi; gözden kaçmaması adına da başlıca bütün görsel, sesli ve yazılı medya üretimini incelediğimi düşünüyorum. fakat dizi yayınlanmadan önce, yayınlandığı andan itibaren ve sona erdikten sonraki bir haftadan uzun süre boyunca spor medyasında son dans’ın aleyhine, birkaç ufak sızlanma dışında yaprak dahi kımıldamadı. bunun yerine son dans’ın hem sanatsal hem de sportif içeriği bakımından fütursuzca övüldüğü tweet’ler atıldı, podcast’ler yayınlandı, youtube videoları çekildi, yazılar yazıldı; hatta son dans’a karşı bir argüman geliştirmek şöyle dursun, bir dergi mayıs sayısının büyük kısmını ve kapağını, “basketbolseverlere izlerken eşlik etmesi için” (tanıtımı gerçekten bu şekilde yapıldı) son dans’a ve jordan’a ayırarak mevcut küresel medya “hype”ının değirmenine su taşımayı tercih etti. tüm dünyada, gerek basın-yayın kuruluşlarında gerekse sosyal medyada az sayıda ve dar kapsamlı da olsa muhalif sesler yükselirken ve röportaj yapılan/yapılmayan bulls oyuncularından bazıları, kendilerine haber verilmeden bazı kısımların kesildiğini, gerçeklerin çarpıtıldığını ve taraflı aksettirildiğini söylerken türkiye medyasındaki çoraklık daha da tuhaf bir görünüme büründü. yazının devamında bu durumun sebeplerinin bir kısmına değinmeye çalışacağız.

    öncelikle, alternatif ve entelektüel (“düşünen” anlamında) olma iddiasındakiler dâhil, spor medyasındaki ana akım dışı üretimin durgunluğu, mevcut söylemsizlik, düşünce ve eylem bazındaki politikasızlık, batı dünyasındaki üretimlerin hâkim niteliğine ve doğrultusuna bağımlı, âdeta sömürgeleştirilmiş bu vaziyet alma hali son dans ile sınırlı değil. son dans, bir istisna olmaktan öte malumun en kapsamlı ilamı oldu. türkiye spor medyasının son yıllarında nitelikli, edebî ve özgün olduğu iddia edilen –ve bence uzun bir süredir, “bir şeyi kırk defa söyleyince olur” misali sadece bu iddia sayesinde öyle gözüken ve kabul edilen– üretimler de, saha içine dair istatistiksel ve edimsel analizleri dışarıda tutarsak (ki bunların da ne ölçüde nitelikli olduğu tartışmaya açık ama bu yazının konusu değil), aslında sportif eylemin kişiler, takımlar veya kurumlar bazında tesadüfler zinciri sonucu ortaya çıkardığı bazı ilginç anekdotların bir araya getirilerek, oğuz haksever’in “ve insan…” programındaki duyarlılığa denk bir sosyopolitik perspektifle, hatta âdeta politik içeriğinden tamamen soyutlanarak salt sübjektif, rasyonaliteden uzak ve hissî yorumlamalarla aktarılmasından ibaret. bu sakat tutum, “nba şu an dünya üzerinde sosyalizme en yakın sistem” gibi tuhaf analojilere, ne sebeple ve niyetle çekildiği kabak gibi ortada olan icarus ve chernobyl gibi yapımlarla ilgili sarf edilen övgü dolu sözlere sebep olurken, spor gazeteciliğine olan ihtiyacı da giderek azaltıp (çünkü artık ilgilendiğimiz şey sadece sporun görünen yüzeyindeki kâh trajik, kâh çilekeş, kâh neşeli insan hikâyeleridir) bu kavramın içini boşaltarak istediği gibi doldurmaya başlıyor. ve nihayet mesele, belgesel dahi olmayan, en ufak gazetecilik başarısı içermeyen bir halkla ilişkiler operasyonuna sorgusuz sualsiz alkış tutmaya kadar varıyor.

    medyanın nitelikli addedilen üretim kanallarının bu tutumla yaşayabilmesi ve ekonomik açıdan sürdürülebilir olması için, spor organizasyonlarının yarattığı dönemsel ve sürekli “döner sermaye”lerden nemalanan, etliye sütlüye pek dokunmayan bir yayın politikası oluşturmak da kaçınılmaz oluyor. bu da, asıl politik olanla ilgili vizyonun ve sağduyunun giderek kaybolması –hatta hiç gelişmemesi– sonucunda ideolojik körleşmeye sebep oluyor. sonunda da, tek niyeti masumane spor hikâyeleri anlatmak olan anlatıcımızı belli bir ideolojik kampın sözcüsü haline getiriyor. çoğunun gazetecilik demekte beis görmediği bu yazarlık biçimi; simbiyotik bile olmayan, spor ekonomisinin gözeneklerinde var olmaya çalışan, asalakça ve lümpence bir yaşam formuna tekabül etmeye başlıyor.

    biraz uçuk bir mukayese olacak ama bu yaşam formu, chp’nin özellikle son yıllarının en net ifadesi olan, belediyecilik ve bürokrasi yaşamında hapsolduğu rant çukuruna çok benziyor. toplumsal muhalefeti harekete geçirme yetisi halihazırda kötürüm bir yapının, kendisine çizilen rant ve siyaset alanına alışıp sonunda hâkim ideolojiden de önce onun sözcülüğüne soyunmasıyla; son dans rantı üzerinden geçinenlerin spor ekonomisi içinde kendilerine gösterilen alan kadar var olmalarını, son dans’la ilgili gerçeğin aslında ne olduğuna ve nasıl izlenmesi gerektiğine dair alternatif bir okuma geliştirememesini yan yana getirdiğimizde, spor medyasındaki çoraklığın sebeplerini çok daha iyi kavrayacağımızı düşünüyorum.

    son olarak, mayıs sayısını son dans ve jordan özel sayısı olarak tasarlayan ve pazarlayan dergiyi, herkesin malumudur artık ama yine de adlı adıyla anmadan geçmeyelim. adı “socrates”, sloganı da “düşünen spor dergisi”. iddialı bir isim, iddialı bir slogan. hem filozof sokrates’e hem de yeteneği kadar brezilya’daki diktatörlüğe karşı halkı örgütlemesiyle ve sosyalist kimliğiyle de bilinen futbolcu socrates’e selam çakılıyor. ama galiba o kadar. sokrates’in bir düşünür, socrates’in de bir sosyalist oluşunun pek üzerinde durulmamış olacak ki zaman içinde geldikleri bu noktaya gelmişler. gerçi muhtemelen hep bu noktadalardı. belki de ismin sadece fonetiğini sevmişlerdir. pazarlama açısından uygun bir fonetiktir belki. aslında, socrates yerine platini daha uygun bir isim olabilirmiş. neyse, derginin mayıs sayısındaki sunuş yazısının sonundaki şu ironik, hatta gülünç cümleyle bitirelim:

    “bu sayı, hafızayı tahrip edip hafızanın boşluklarından yararlananlara karşın gerçeği amansızca aramaya devam edenler için…”

    görünen o ki “post-truth” muhalifliğinin hakikati arayışı ve düşünüşü de, kendilerine çizilen alanın sınırlarına, yani burunlarının ucuna kadar devam ediyor.

    --alıntı--

    https://sol.org.tr/...ZsGK_Ec_YEUHVdVQQ6Cc
  • 45
    esat yılmaer'e hiç yer verilmemesiyle bir parçası eksik kalmış olan yapım.

    onun dışında belgeselden ziyade daha çok otobiyografi olduğunu gözardı etmemek gerekiyor izlerken. covid-19 sebebiyle evde kaldığımız ve instagram canlı yayınları dışında herhangi bir görsel üretimin olamadığı bir dönemde yayınlanması daha fazla ilgi çekmiş daha fazla izlenmiştir. tüm bu içinde olduğumuz süreç olmasa şahsen ben de hayatımın normal akışında durup da 10 bölümü izleyecek bir zaman ayıramazdım muhtemelen.

    kesinlikle iyi bir iş. günümüzde erişimi zor olan eski maçlardan görüntülerin yanı sıra hakikaten ilk defa ortaya çıkan pek çok görüntü var. kurgu bile olsa, bir olayın farklı kahramanları tarafından birbirinden ayrı anlatılması benim her zaman ilgimi çeken bir olay olmuştur. belgesel boyunca da sık sık kullanılmış bu teknik. ileri geri gidişlerle bir belgesel sıradanlığından sıyrılmak isterken bir parça konu dağılmış, ya da konu dağılması tolore edilmeye çalışılmış; o kısmını tam anlayamadım...

    bu belgesel hakkında bu kadar "mükemmel" yorumları yaptıran, ya da öyle mi değil mi tartışmalarına sebebiyet veren içeriğin jordan olması. bugün gheorghe hagi için böyle bir belgesel çekilse, sağ iken metin oktay için böyle bir çalışma yapılsa kimse çıkıp da bu ne biçim belgesel demezdi. kimse içerik doğru mu yanlış mı diye de sorgulamazdı. 17 mayıs günü hocanın kendine yazdığı mektup bile şu 10 bölümlük yapım kadar mükemmel bizim gözümüzde. o mektup ne kadar objektifse bu otobiyografi de o derece objektif aslında... hertha berlin maçının devre arasında hoca soyunma odasına girip "kasmayın çocuklar bu maç dönecek. haftaya milan'a koyacağız. biz mayıs'ta kupayı alacağız" demiyordu elbette. bazı şeyleri başarmış olmak, bazı şeyleri geriye dönüp söyleyebilmeye imkan veriyor sadece. bu yapımın fikri ve esprisi de biraz bu...

    yine de sporcu olmak isteyen gençlere, sporcu yetiştirenlere ya da sporun içinde yer alanlara tavsiye edilebilecek kıvamda bir yapım. o özenilen hayatların farklı yönlerine, zorluklarına dair sorgulamalar yaptıran pek çok anlatım var içinde. yetenekli olmanın, iyi bir profesyonel olup kendine bakmanın bile bazen çok iyi ya da en iyi olmaya yetmeyeceği; bundan çok daha fazlasına ihtiyaç olduğu ince ince işlenmiş. o yönüyle gayet iyi bir iş çıkarıldığı aşikar.

    gerisi de biraz izleyiciye kalmış açıkçası...
  • 46
    yaşayan bir efsanenin belgeseli. başarıya ulaşmanın değil efsane olmanın basit formulü ve uygulamalı anlatımı. kesinlikle izlenmeli.

    hayatın her alanında temel alınan belki de ilk kriter "başarıya ulaşmak" denilen kavram. bunu baz alıp burdan yola çıkarsak, başarıya ulaşmak elbette güzel ve herkesin istediği, uğrunda emek verdiği, fedakarlık yaptığı, acı çektiği, terini - kanını akıtığı ve hatta canını bile verebileceği ve tüm bunların sonucunda amaçladığı hedef, ulaştığı nokta ve bunu nasıl yaptığı gerek toplum veya tüm dünya gerekse de şahsen değerlendirilerek hakkında karar verebilecek ve son derece ölçülendirilebilir bir değer. bu nedenle başarıya ulaşmak bu yönü ile doğal olarak kişiden kişiye göre de değişebilir. ya da siz her ne şekilde tanımlıyorsanız.

    belgeselden benim çıkardığım derslerden ikisi;

    benim açımdan : "nba" gibi dünyanın en büyük organizasyonlarından yani "başarıya ulaştığı" tüm dünya tarafından kabul edilmiş ve bu nedenle de organize edilmiş bir yapı ve her biri birbirinden başarılı yüzlerce insan içinde para, şan, şöhret kısaca insanı yozlaştırabilecek onlarca şeyden de etkilenmeden devamlı gelişmenin, meydan okumanın, geri adım atmamanın ve gerçek liderliğin belgeseli. sadece para, pul, ünvan, rating gibi kavramlarla içini doldurduğumuz "başarıya ulaşmak" kavramını yeniden gözden geçirme ve sorgulama ve belki de gerçekten anlamamızı sağlar ki bu bile yeter.

    bizim açımızdan : en bilinen örnekleri ile fatih terim, hagi yani mazisi efsanelerle dolu galatasaray'ın başta yaşayanlar olmak üzere tüm efsanelerine nasıl saygı gösterilirin dersi.

    üzerine bir de larry bird'den karl malone'a, reggie miller'dan kobe'ye, pippen'lar rodman'lar. basketbolu sevmenizi sağlamış bütün nba efsaneleri, temaşa, nostalji. daha ne olsun. bi'daha izlenir.

    https://www.youtube.com/watch?v=xkFxrwa9i9M

    - what time is it ? * *
    - game time.
    - huh.
  • 47
    bu kadar övgü dolu entry'yi görünce bende izledim. keyifle izledim ama beğenmedim. ne saçma sapan birşey keyifle izleyip beğenmemek diyeceksiniz. edebî yanım çok kuvvetli değil tam anlatamıyor olabilirim. sporla ilgili bu kadar güzel bir belgesel izlemek, tarihi anların ayrıntılarına gitmek, neler yaşandığını görmek çok güzel. ama belgeselin amacı jordan' ı çokta göze sokmadan iyice cilalamak, tarihin en önemli sporcularından biri gösterip oluşan markadan daha çok çıkar sağlamak gibi. ben bu adamı çok sevemedim, proje ürünü gibi geliyor bana. amerika bunu her alanda yapar ve dünyaya yıldız pazarlar. tamam gerçektende bu adam süperstar ama davranışları sahte ve itici geliyor bana. (aynı şeyi ne yazık ki drogba içinde düşünüyorum)
  • 48
    geçen hafta başlamıştım, dün gece bitirdim.

    öncelikle şunu söylemek istiyorum; çok güzel, süper, arşivlik bir belgesel olmuş, görüntü kalitesi, çekimler, röportajlar, herşey müthiş olmuş...

    birşeyler yazacağım ama nerden başlayacağım bilmiyorum; 1986'da chicago bulls'un boston celtics'e elendiği maçlarda, daha doğrusu ilk iki maçta sırasıyla michael jordan'ın 49 ve ikinci maçta 63 sayı atıp play off rekorunu kırması çok dikkatimi çekti.

    1989'da clevland'ı yenip konferans finaline yükseldikleri maçta, michael jordan'ın son saniye basketi sonrası sevinci görülmeye değer.

    bunun dışında mesela 89 ve 90'da detroit pistons'a elenmelerinden sonra, ertesi yıl bu defa chicago'nun detroit'i 4-0'la süpürmesi çok güzel olmuş. :) öyle ki detroit oyuncuları bunu sindiremeyip 6-7 saniye kala sahayı benchi filan terketmişler... :) detroit savunmasıyla öne çıkan bir takımmış zamanında, savunma derken bildiğin dövmüşler yani chicago'lu oyuncuları eşleşmelerde.. :) hatta o dönem michael jordan öncesinde pek ağırlık çalışmazken kendini daha kuvvetlendirip, daha iyi hale gelmek için çok iyi çalışmış..

    efsanevi koç phil jackson ne kadar da karizmatik, giyimi olsun, konuşması olsun, yani ben farklıyım diyor; çok net bir şekilde göze çarpıyor bu durum.

    scottie pippen'in iyi bir sözleşme ile sözleşmesinin uzatılmamasına çok şaşırdım, tamam jerry krause denen adam bence de hödüğün teki, çok itici buldum, pippen' da söylediklerinde bence çok haklı, yani araları kötü diye mi tüm bunlar ? bunun
    başka bir sebebi varsa bu yazımı okuyan arkadaşlar mesaj kutumu yeşillendirebilir.

    dennis rodman ise kendine özgü hal ve davranışları ile birlikte bence müthiş bir karakter, maçlar oynanırken las vegas'a eğlenmeye gitmiş, yine sanırım play off larda güreş maçına gitmiş; giyimi, tarzı çok farklı ve özel bence. :) bununla ilgili de '' ben bunu yapmak istiyorum, böyle yaşamak istiyorum. '' tarzında çok güzel ifadeleri var.

    neyse 91'de magic johnson'lu lakers'a ilk maçı kaybettikten sonra, üst üste 4 maçı da kazanan chicago michael jordan ile ilk şampiyonluğunu kazanıyor.

    98'de yani the last dance'da utah'da 6. maç da michael'ın önce erken sayı bulması, sonra iyi savunma yapıp topu çalması ve harika bir crossover ile maçı chicago'ya kazandırıp, bulls'un 6. şampiyonluğunu kazanması, herşey çok güzel olmuş..

    1991'den 93'e üst üste 3 yıl, sonra beyzbol sonra tekrar takıma katılıp 1996'dan 98'e yine 3 yıl yapılan üçleme, şampiyonluk... yani daha ne olsun... majestleri söylenmesi gereken şeyleri zamanında söylemiş... 8 yılda 6 şampiyonluk kazanmış, bu 6 şampiyonlukta da finallerin mvp'si seçilmiştir.

    neyse fazla uzatmayayım; belgesel çok güzel olmuş, izlemeyen varsa açıp izlesin. sağda solda atıp tutanlara inanmayın, takımın, ekibin vs. %80'i filan, rakip oyuncular, dönemin muhabirleri, gazetecileri vs. herkes katılmış nerdeyse; tamam 1 kişi yalan söyler dersiniz, uydurmuş dersiniz de; burda herkes mi atıp tutuyor ? bu tür karalamalara da izin vermeyelim; aklı başında olan adam izin vermez de zaten...

    ha unutmadan son olarak bir de jordan için '' arkadaşlarına iyi davranmamış '' gibi ıvır zıvırlar söyleyip algı yapmaya çalışan tipler var, bırakın bu atıp tutmaları, sporda herşey canım cicim ile olmaz, tabii ki yeri geldiğinde uyarı, gerekirse tartışma vs olucak, sanırım 7. bölümde jordan buna benzer durumu o kadar iyi ifade ediyor ki; scott burrell için, bildiğin üzerine oynamış, '' bana kızsın bağırsın, sataşma bana '' desin diye anlatmakta jordan, ve şöyle bitiriyor; '' hiç dedirtemedim, o kadar iyi bir adamdı ki... '' bunu söyleyiş şekline, jordanın yüz ifadesine bir bakın söylerken, anlatırken ne kadar da samimi içten...

    şahane, çok güzel bir yapım, belgesel olmuş; basketbolsever tüm arkadaşlara tavsiye ediyorum.

    dün gece belgeseli bitirince bir şeyler yazmak istedim, acele oldu, hızlı oldu, unuttuğum noktalar olmuştur, bir ara ekleme yaparım. :)

    son olarak the last dance'ın başlangıcında jenerikte verilen o basket, yani michael jordan'ın son dansı yaptıkları utah maçında, harika crossover sonrasışampiyonluğu kazandıran atış, anlatamam yaa çok şahane olmuş... :)
App Store'dan indirin Google Play'den alın