çocukluk anıları, güçlü, berrak olurmuş. bende kesin bir sorun var, çünkü çocukluk anılarımın çoğu bulanık. uyanıklıkla uyku arasında kalınan zamanlarda duyulan konuşmalar gibi. rüya gibi, birden başlayıp birden kesilen görüntüler, eksikliklerle dolu anılar.
televizyona bakıyorum. nasıl, ne zaman, nerede bilmiyorum, hatırlamıyorum. sadece televizyona bakıyorum; alabildiğine güzel gülen bir adam ve ona sarılan adamlar. hayranlıkla şaşkınlık karışımı bir şey hissediyorum.
televizyona bakıyorum, onun yüzüne. baktıkça bakası geliyor insanın. bir takıma deli gibi bağlanmanın; ondan gelecek her mutsuzluğa kendini savunmasız bırakmanın bu kadar güzel olabileceğini kim bilebilirdi ki? sevinçten kalbim patlayacak gibi çarpıyor. o anı, sarı kırmızıyı, gülüşünü hiç unutmamacasına, bir nefeste içime çekiyorum sanki.
böyle tanışıyorum onunla. fotoğraflardan başka, radyoda adını söyleyen sesten başka; muhtemelen ilk defa, böyle görüyorum. ilk anımızı, zamandan mekandan, herkesten kopararak, böyle kazıyorum beynime.
sonra,
karanlık, soğuk bir odaya uzatıyorum kafamı. ailemizin geri kalanı diğer odada, televizyon izliyor.
radyo açık, kısık sesiyle. oda buz gibi, kapkaranlık. halam radyonun başında ayakta duruyor. önce uzatıyorum kafamı odaya, sonra yanına sokulup ben de bekliyorum onun gibi. babam yanımıza gelip gidiyor, sanki duramıyor yerinde. mutfağa gidiyor bir sigara yakıyor. içiyor, geliyor. gidip bir sigara daha yakıyor. ama öyle bir an geliyor ki; o ışığını kimsenin açmaya gerek duymadığı odada, buz kesmiş eller ve ayaklarla, babam halam ve ben, içini görmek ister gibi sessizce radyoya bakıyoruz. heyecanla maçı anlatan adamın ağzından çıkacak tek bir kelimeyi bekliyoruz. zaman geçiyor...
galatasaray çaresiz kaldıkça daha çok üşüyorum sanki. galatasaray üzüldükçe oda daha çok kararıyor. ama o an geliyor, spiker adını bağırmaya başlıyor. bağrışmalarla, kahkahalarla sarılıyoruz üçümüz birden. ne üşüyen el ayak kalıyor, ne karanlık.
onun adı hem aydınlığı getiriyor, hem de sıcaklığı. zamanla daha iyi öğreniyorum bunu.
günden güne, elleriyle yapıyor yerini. çok küçük olmamama rağmen hafızamın çoğu şeyi sileceğinden şüphelenir gibi; emek emek, an be an kazıyor adını anılarıma.
futbol nedir bilmeden, galatasaraylı olan ben, galatasaraylılığın "iyi olanın yanında olmak" dışında ne olduğunu tam çözemeden, onu tanıyorum. galatasaray'ı nasıl saf, nasıl çocukça seviyorsam, onu da öyle seviyorum. galatasaray'a nasıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum.
sonra yıllar geçiyor, çocukluk geçiyor. büyüyorum. galatasaraylı olmak ne demek, az çok öğreniyorum. bu arada bir çocukluk rüyasının kahramanlarının kimisi bırakıp kaçıyor, kimisi televizyonlara çıkıp ileri geri konuşuyor, bazısı "zaten başka takımlıydım." diyor. ama artık büyüdüm ya, üstünde durmuyorum. umurumda değil diyorum. "zaten ben pek sevmezdim onu."
ama çocukluk kaldırmıyor böyle şeyleri. bir yerlerde, hayranlıkla onlara bakan, galatasaray deyince kalbi patlayacakmış gibi çarpan çocuk paramparça oluyor. anılarda bir yerlerde belki, galatasarayın renklerine aşık, birbirini seven futbolcuların takımı olduğunu sayıklayarak ağlıyor. korkuyor her şeyden çok inandığı yıkılır diye.
her ağladığında, her korktuğunda da ona koşuyor. onun o güvenli, sıcak, şimdi ezelden beri tanıdıkmış gibi gelen yüzüne... o da her defasında kendi çocukluğuna sarılır gibi sarılıyor, hiç bırakmadan. ben ne zaman ağlayarak koşsam, o da kollarını kocaman açıyor.
tanımadığı, hayatında görmediği bir çocuğu, bir kere bile yüz üstü bırakmaz mı insan, istemeden de olsa?
hagi bırakmıyor.
ben de her ağladığımda ona sığınmaya devam ediyorum. ağlatan, o olduğunda bile.
gitmek zorunda olduğunu bile bile, gitme diyerek ağlıyorum. kızmak istiyorum, küsmek istiyorum gidiyor diye, yapamıyorum. nasıl küsersin ki? bir kere bile kırmamış kalbini, bir kere bile örselememiş. hem o da ağlıyor seninle, nasıl kızarsın?
zaten öğreniyorum zamanla, o gitse de, bırakmıyor kollarını açmayı.
"ama galatasaray ne zaman birinci, ben o zaman mutlu…"
bırakmıyor bugün bile çocukluğumu kurtarmayı.
gözleri dolu dolu gidişinden sonra, bir gün, elime bir kurşun kalem alıyorum. bomboş bir sayfaya boydan boya tribünü çiziyorum. sonra arkası dönük, elinde bayrakla o'nu, tribünlere koşarken. böyle bir an kalmış aklımda, bir fotoğraf karesi gibi. gözümde öyle net canlanıyor ki, çiziyorum hepsini. sonunda her yeri kurşun kalemle yapılmış o resimde, sadece elindeki bayrağı sarı kırmızıya boyuyorum.
o'nun ellerinde sarı-kırmızıyı tuttuğu, gri bir dünya; benim dünyam.
o günler; onun tribünlere koştuğu, sarı kırmızıyı giyip sahaya çıktığı, yüreğini eline alıp oynadığı günler geri gelmeyecek.
üzülüyorum çok, insan mutluyken ne kadar mutlu olduğunu anlayamıyor. hele çocukluk, fark edemeden geçip gidiyor. çok zaman sonra "ne kadar mutluydum o gün" diyorsun. öyle isterdim ki geri dönebilmeyi. dönüp çocukluğun, huzurun, dünyanın en güzel sevgisinin tadını doya doya çıkarmayı. onunla tekrar, en başından tanışmayı. yine yüzüne baktıkça bakmayı. gördüğüm adamın, hayatımın en unutulmaz şeylerinden biri olduğunun her an farkında olmayı. karanlık bir odada spiker adını haykırırken, orada durup ailemle aslında neyi paylaştığımı bilmeyi.
buz gibi ellerim. yıldızlardan daha parlak, daha aydınlık gözleri. deliler gibi sevinişlerimiz. insanı sarıp sarmalayan gülüşü. mutluluk gözyaşlarım. parken'de, elinde türk bayrağıyla tribünlere koşuşu...
çocukluğumu kurtaran adam. her şeyi unutsam, kendimi unutsam; yine de unutmayacağım adam.
süper kahramanım,
http://s14.directupload.net/.../120611/8uomvymv.swfiyi ki doğdun.