1
6 yaşında bir velettim. futbol denen güzelliği ilk kez o zaman duyumsadığımı hatırlıyorum. köye gitmiştik. köyün ağabeylerinde, gençlerinde heyecanlı bir bekleyiş vardı. ilk kez o zaman (gbkz: galatasaray – fenerbahçe) diye bir şey duymuştum. tabii daha çocuk olduğum için kafam bir türlü basmıyordu. bunlar ne ola ki diye bön bön bakınıyordum çocuksu suratımla.
köyde bir iki evde televizyon vardı. bir eve topluca gitmiştik ve siyah beyaz ekrana bakınmaya başlamıştım. koca koca adamlar beyaz bir topun peşinde koşturuyorlardı. köyün gençlerinin tamamı fenerbahçe midir nedir, öyle okunan bir takımı tutuyorlardı. o takımın yaptığı her atakta kendilerini paralıyorlar, kaçan bazı goller sonrası evin tahta döşemesini anlatılamaz bir celallenme ile yumrukluyorlardı. çocukluğun getirdiği ruh hali ve bedenen minik oluşumuzun baktığımız her noktada bazı şeyleri devleştirmesi, o anki görünümleri bana büyük bir dev aynasında sunuyordu.
tahta döşemeyi yumruklayış, celallenmeler, sanki dünyanın en önemli şeyi sahneleniyormuş gibi televizyona kilitlenen bakışlar… büyü gibi geliyordu her şey…
tüm gençler fenerbahçe denen şey için yırtınıyordu ama, siyah beyaz görüntülü televizyonda koyu renkli formayı taşıyan bir takım bana daha çekici geliyordu. belki de o ortamda herkesin bir devi tuttuğunu hayal etmem ve devlere karşı savaşan don kişot’u benimsememden olsa gerek, ağabeylere karşı rakip takıma sempati duymaya başlıyordum. ama bunun iç yüzünde çok farklı bir şey vardı. bir anda, gizliden gizliye, oradaki haşin gençlere çaktırmadan, (işin ucunda dayak yemek olabilirdi) sempati duyduğum takım galatasaray diye isimlendirilen don kişot’um oluyordu. boşuna don kişot dememiştim ama!
tüm herkes fenerbahçe için çıldırdığına göre, adı geçen fener bir dev olmalıydı. deve karşı savaşan takım don kişot olmalıydı. ama ne hikmetse, dev devliğini gösteremiyordu. don kişot deve karşı çok iyiydi. daha iyi olan açık ara don kişot’tu. anlayamamıştım gerçekten. hanidir o maçı 2-1 don kişot kazanmıştı. adeta devi pataklamıştı. köyün gençleri sinirden ve üzüntüden kafayı yerken, ben çaktırmadan içten içe seviniyordum.
madem don kişot’tuk, yel değirmenlerine hayalî saldırılarımız deplasmanda oynanan futbol tadında olacaktı.
ben don kişot’tum.
üzülen ağabeyler yel değirmeni.
alın size bir mızrak darbesi!
aklımdan geçirerek atımın üstünde onlara hamle yaptıkça yapıyordum. gerçekliğe dökmüş olsaydım, o minicik boyumla sırtıma pışpışı alabilir, hatta yetmedi biraz okşanabilirdim!!! o yüzden aklımın içinde savaşmak zorunda kalıyordum. hayal ederek…
hayalperestliğimizin hayatımızın en büyük anlamlarından biri olduğu su götürmez bir gerçek. bu hayal gücü değil miydi, daha da ilerisini hayal eden ve olmayanların olunmasını sağlayan? don kişot hayalperestliğinin, sanrılarının galatasaray ile birebir örtüşmesi ve gelecek yıllarda hayalleri gerçekliğe dönüştürmesi ise şövalyemizi hayallerine kavuşturacaktı.
demek ki boşuna değildi don kişot nitelendirmem!
aradan biraz zaman geçmişti. tam tarihi hatırlamıyorum. tekrar bir galatasaray – fenerbahçe maçı. gerçi galatasaray’a sempati duyuyorum ama çocuk değil miyiz? isimlere ve takımın bütünlüğüne aşina değilim. galatasaray’ın kalesinde acayip bir adam var. fenerbahçeliler bile ondan bahsediyor. felaket bir kaleciymiş. öyle ki, topu tuttuğu zaman tüm hışmıyla yere kapaklanır, çimler üzerine bir dev gibi vurarak sabitlermiş. bunu ben demiyor, maçı izleyen fenerbahçeliler diyordu.
ama orada ufacık bir çocuk varken yapılır mıydı bu?
çocukluğun getirdiği hayal gücü, merak ve bazı şeyleri gözde büyütüş, haliyle kaledeki adam için de geçerli olmaya başlamıştı. şimdi dev gibi bir şey olduğundan bahsedilen kaleci, benim gözümde sıradan “bir şey” olabilir miydi?
kurtardığı her şut, yükseldiği her hava topu, plase vuruşlara karşılık yere kapaklanarak tuttuğu her top, bahsi geçen kaleciyi gözümde “insan” olmaktan çıkarıyor, insan ötesi bir yaratığa dönüştürüyordu. tabii bu canavarın bir adı vardı. ama harbi canavara benziyordu. garip bir surat yapısı vardı, çok farklı bir şeye benziyordu. bu canavarın adı simoviç’miş. sonraki yıllarda onun dahilinde olduğu takımla bir çok başarıyı yaşayacaktım ama ilk tanışmam öyle olmuştu.
ne diyorduk? ha, evet. fenerbahçe karşısında simoviç’e gelen her top bir canavar tarafından yenilip yutuluyordu. uçarak yaptığı kurtarışlar ve topu eline alıp zemine vurduğu anlar, araziyi sallayan bir deprem hissi yaşatıyordu gözümde.
ah, şu çocukluk yok mu! neler düşündürtüyordu insana. nasıl da gözümüzde büyütürdük bir çok şeyi. şu an tüm gerçekleri olduğu gibi algılasak bile, o zamanın büyülü dünyasını özlemediğimi söylersem yalan söylemiş olurum.
çocukluğun kendine has takipçiliği flu bir görüntüden ibaretti. belli bir zamana kadar galatasaray’ın maçlarını takip edişim salt futbol maçının kendisinden ibaretti. başkanı kimdir, o an ne maçı oynanıyordur, oynanan maçın önemi nedir bilmiyordum. puan cetveliymiş, alınan puanlarmış, lig maçı olup olmadığıymış gibi şeyleri bilmezdim bile. sadece maça bakardım. maçla sınırlı olmak koşuluyla kendi efsanelerimi yaratıyordum. hal böyle olunca simoviç’in yaptığı “bir tek enfes kurtarış”, çocukluğumun efsaneler kitabına giriyor; sırf o kurtarışıyla, dünyanın en iyisi, en iyi kalecisi, en büyük canavarı diye nitelendirmemi anında sağlıyordu.
biri o an için yanıma gelecek de “canavarlık”, “kurtarmak”, “kalecilik” konusunda başka bir ismi ortaya atacak ha? oracıkta aklını alırdım hemencecik. o kişiyi aptallıkla suçlardım. nasıl olur da böyle enfes bir kurtarışı göremezdi! bu öyle bir kurtarıştı ki, dünyada daha ötesi yoktu!
ahh o çocukluğun masumiyeti… hayal alemliği… rüyaları…
sanrıların en büyüklerini, çocuk dünyamızı yaşıyorduk. her şey toz pembe görünüyordu. ufacık nüans parçacıklarından merakımız ve hayal gücümüzle dünyaları yaratıyorduk. asıl gerçekleri kendi merak güdümüzle farklı anlamlara yontuyor, kendi kendimize etkileniyorduk.
“dünyaya leylekler tarafından getirildiğine inandırılmış bir çocukluktu bizimkisi…”
(u: bir kaç yıl önce galatasaray ve çocukluğuma dair yazdığım bir yazının girizgahıdır)
köyde bir iki evde televizyon vardı. bir eve topluca gitmiştik ve siyah beyaz ekrana bakınmaya başlamıştım. koca koca adamlar beyaz bir topun peşinde koşturuyorlardı. köyün gençlerinin tamamı fenerbahçe midir nedir, öyle okunan bir takımı tutuyorlardı. o takımın yaptığı her atakta kendilerini paralıyorlar, kaçan bazı goller sonrası evin tahta döşemesini anlatılamaz bir celallenme ile yumrukluyorlardı. çocukluğun getirdiği ruh hali ve bedenen minik oluşumuzun baktığımız her noktada bazı şeyleri devleştirmesi, o anki görünümleri bana büyük bir dev aynasında sunuyordu.
tahta döşemeyi yumruklayış, celallenmeler, sanki dünyanın en önemli şeyi sahneleniyormuş gibi televizyona kilitlenen bakışlar… büyü gibi geliyordu her şey…
tüm gençler fenerbahçe denen şey için yırtınıyordu ama, siyah beyaz görüntülü televizyonda koyu renkli formayı taşıyan bir takım bana daha çekici geliyordu. belki de o ortamda herkesin bir devi tuttuğunu hayal etmem ve devlere karşı savaşan don kişot’u benimsememden olsa gerek, ağabeylere karşı rakip takıma sempati duymaya başlıyordum. ama bunun iç yüzünde çok farklı bir şey vardı. bir anda, gizliden gizliye, oradaki haşin gençlere çaktırmadan, (işin ucunda dayak yemek olabilirdi) sempati duyduğum takım galatasaray diye isimlendirilen don kişot’um oluyordu. boşuna don kişot dememiştim ama!
tüm herkes fenerbahçe için çıldırdığına göre, adı geçen fener bir dev olmalıydı. deve karşı savaşan takım don kişot olmalıydı. ama ne hikmetse, dev devliğini gösteremiyordu. don kişot deve karşı çok iyiydi. daha iyi olan açık ara don kişot’tu. anlayamamıştım gerçekten. hanidir o maçı 2-1 don kişot kazanmıştı. adeta devi pataklamıştı. köyün gençleri sinirden ve üzüntüden kafayı yerken, ben çaktırmadan içten içe seviniyordum.
madem don kişot’tuk, yel değirmenlerine hayalî saldırılarımız deplasmanda oynanan futbol tadında olacaktı.
ben don kişot’tum.
üzülen ağabeyler yel değirmeni.
alın size bir mızrak darbesi!
aklımdan geçirerek atımın üstünde onlara hamle yaptıkça yapıyordum. gerçekliğe dökmüş olsaydım, o minicik boyumla sırtıma pışpışı alabilir, hatta yetmedi biraz okşanabilirdim!!! o yüzden aklımın içinde savaşmak zorunda kalıyordum. hayal ederek…
hayalperestliğimizin hayatımızın en büyük anlamlarından biri olduğu su götürmez bir gerçek. bu hayal gücü değil miydi, daha da ilerisini hayal eden ve olmayanların olunmasını sağlayan? don kişot hayalperestliğinin, sanrılarının galatasaray ile birebir örtüşmesi ve gelecek yıllarda hayalleri gerçekliğe dönüştürmesi ise şövalyemizi hayallerine kavuşturacaktı.
demek ki boşuna değildi don kişot nitelendirmem!
aradan biraz zaman geçmişti. tam tarihi hatırlamıyorum. tekrar bir galatasaray – fenerbahçe maçı. gerçi galatasaray’a sempati duyuyorum ama çocuk değil miyiz? isimlere ve takımın bütünlüğüne aşina değilim. galatasaray’ın kalesinde acayip bir adam var. fenerbahçeliler bile ondan bahsediyor. felaket bir kaleciymiş. öyle ki, topu tuttuğu zaman tüm hışmıyla yere kapaklanır, çimler üzerine bir dev gibi vurarak sabitlermiş. bunu ben demiyor, maçı izleyen fenerbahçeliler diyordu.
ama orada ufacık bir çocuk varken yapılır mıydı bu?
çocukluğun getirdiği hayal gücü, merak ve bazı şeyleri gözde büyütüş, haliyle kaledeki adam için de geçerli olmaya başlamıştı. şimdi dev gibi bir şey olduğundan bahsedilen kaleci, benim gözümde sıradan “bir şey” olabilir miydi?
kurtardığı her şut, yükseldiği her hava topu, plase vuruşlara karşılık yere kapaklanarak tuttuğu her top, bahsi geçen kaleciyi gözümde “insan” olmaktan çıkarıyor, insan ötesi bir yaratığa dönüştürüyordu. tabii bu canavarın bir adı vardı. ama harbi canavara benziyordu. garip bir surat yapısı vardı, çok farklı bir şeye benziyordu. bu canavarın adı simoviç’miş. sonraki yıllarda onun dahilinde olduğu takımla bir çok başarıyı yaşayacaktım ama ilk tanışmam öyle olmuştu.
ne diyorduk? ha, evet. fenerbahçe karşısında simoviç’e gelen her top bir canavar tarafından yenilip yutuluyordu. uçarak yaptığı kurtarışlar ve topu eline alıp zemine vurduğu anlar, araziyi sallayan bir deprem hissi yaşatıyordu gözümde.
ah, şu çocukluk yok mu! neler düşündürtüyordu insana. nasıl da gözümüzde büyütürdük bir çok şeyi. şu an tüm gerçekleri olduğu gibi algılasak bile, o zamanın büyülü dünyasını özlemediğimi söylersem yalan söylemiş olurum.
çocukluğun kendine has takipçiliği flu bir görüntüden ibaretti. belli bir zamana kadar galatasaray’ın maçlarını takip edişim salt futbol maçının kendisinden ibaretti. başkanı kimdir, o an ne maçı oynanıyordur, oynanan maçın önemi nedir bilmiyordum. puan cetveliymiş, alınan puanlarmış, lig maçı olup olmadığıymış gibi şeyleri bilmezdim bile. sadece maça bakardım. maçla sınırlı olmak koşuluyla kendi efsanelerimi yaratıyordum. hal böyle olunca simoviç’in yaptığı “bir tek enfes kurtarış”, çocukluğumun efsaneler kitabına giriyor; sırf o kurtarışıyla, dünyanın en iyisi, en iyi kalecisi, en büyük canavarı diye nitelendirmemi anında sağlıyordu.
biri o an için yanıma gelecek de “canavarlık”, “kurtarmak”, “kalecilik” konusunda başka bir ismi ortaya atacak ha? oracıkta aklını alırdım hemencecik. o kişiyi aptallıkla suçlardım. nasıl olur da böyle enfes bir kurtarışı göremezdi! bu öyle bir kurtarıştı ki, dünyada daha ötesi yoktu!
ahh o çocukluğun masumiyeti… hayal alemliği… rüyaları…
sanrıların en büyüklerini, çocuk dünyamızı yaşıyorduk. her şey toz pembe görünüyordu. ufacık nüans parçacıklarından merakımız ve hayal gücümüzle dünyaları yaratıyorduk. asıl gerçekleri kendi merak güdümüzle farklı anlamlara yontuyor, kendi kendimize etkileniyorduk.
“dünyaya leylekler tarafından getirildiğine inandırılmış bir çocukluktu bizimkisi…”
(u: bir kaç yıl önce galatasaray ve çocukluğuma dair yazdığım bir yazının girizgahıdır)