2
utanç vardır. gurur vardır. sevgi vardır. bir de idealler ve erdemler.. maddiyat ve maneviyat arasında gidip geliriz. her geçen gün materyalist hırslarla boğulduğumuz şu anlarda, insanlar içlerinde hep bir eksiklik hissederler. kendisini insan yapan, insanlığın dokunaklı pasajlarını kanında akıtan dokumalardan uzaklaştıkça ruhunu kaybetmeye başlar. her şeyin bir ruhu vardır. onu ‘o’ yapan bir şeyler vardır. dokunulmazdır. gurur vericidir. kaya gibi sert ve sarsılmazdır. pamuk ipliğine bağlı değildir.
hepimiz bir çocukluk yaşadık. çocukken bir çok şeyin farkında olmadığımız söylenir. hayat bilinci ve sorumluluk nedir, bilmediğimiz söylenir. bir nebze doğrudur. ufacık benlikler için hayat sıkıntısı, geçim derdi, ülke sorunları, insanoğlunun her geçen gün ölmesi gibi bütün problemler, çocukların o naif ve ince ruhunda yer tutmaz. tutmamalıdır da. insanlığın saflığının tezahürüdür çocukluk. top peşinde koşmaktan, bebeğiyle oynamaktan, dondurma ve çikolata yemekten, güzel ayakkabı ve elbiseler giymekten mutlu olur çocuklar. anne ve baba büyük sıkıntılar çekerken, aynı sıkıntıları çocukların çekmesini istemezler. çekmesinler de. çocuk denen saf varlık, daha hayatının bilincinde değilken bir çok şeyi saflıkla ve mutlulukla yaşamalı.
galatasaray’a bağlılığım işte böyle naif bir ruh halinde olan çocukluğumda başlamıştır. çocuktum ben o zamanlar. hayatın ne kadar zor olduğunu bilmezdim. ama bu saflık halimde bazı değerlerin farkında olabiliyordum. küçücük bir çocukken ve top peşinde koşturmaya başlamışken sahiplenebileceğim renkler ne olabilir di?
yeşil – mavi rizespor? bordo – mavi trabzonspor? siyah – beyaz beşiktaş? sarı – lacivert fenerbahçe? ve yahut sarı – kırmızı galatasaray?
saflıkla donatılmışken seçtiğim renkler neden sarı kırmızı olmuştu peki? bu renklerle daha ilk tanıştığım gün don kişot’u yakalamıştım ben bu renklerde. golyat’ın karşısında bir davud, şeytan’ın karşısında bir tanrı, hades’in karşısında bir zeus, hitler’in karşısında olabilecek bir dalay lama’ydı gördüğüm. daha o zamanlar, belasını bulmuş ve godot’sunu bekleyen bir benlik değildim. o çocuk halimle iyiyi, güzeli, saflığı görebiliyordum. galatasaray benim için büyük kötülüklerle savaşan, kendisinden büyük devlerle müthiş hayal gücünün rehberliğinde çarpışan, ruhunu ve ideallerini koruyan, bizi biz yapan bir benlikti. daha bacak kadar bir çocukken bunu yakalamıştım ben. hissetmiştim bu duyguyu. o yüzden galatasaraylı olmuştum ben. yakaladığım naif bir ruhtu sarı kırmızı’dan gelen. başarılar sonrasında geliyordu.
ve gün geldi, bu duygularımızı, benim gibi düşünen ve hisseden, idealleri ve saflığını kaybetmemiş insanlığı paylaşan insanlığımızı, saflığımızı öldürdüler. galatasaray’ı öldürdüler. bunu öyle büyük bir dengesizlik ve sorumsuzlukla başardılar ki yerin dibine girdim. hades gibi! kendimi karanlık bir dünyanın içinde buldum. tüm kötücüllüklerle kapsanmışken.. şimdi ne farkım vardı benim golyat’tan, hitler’den, hades’ten? hani beni ben yapan, gerçek bir insan yapan don kişot ruhum nereye gitmişti? elbirliğiyle öldürdüler. hayallerimi öldürdüler. hayal gücüme ve çocukluğumun saflığına tecavüz ettiler. gururumu ezdiler. galatasaray’ımı öldürdüler.
ve öyle güçsüz bir durumda hissediyoruz ki kendimizi, elimizden yazmaktan başka bir şey gelmiyor. don kişot gibi hayali yel değirmenlerine boşuna hamle yapıyormuşuz gibi hissediyorum. şeytan bile ruhumuzu çalamazdı bizim. ama başardılar. galatasaray’ın ruhunu çaldılar. bitirdiler. emdiler. kanını emdiler. tüm ruhaniliğini söküp aldılar ve her çeşit materyalist piçliği monte ettiler.
galatasaray ruhu ve disiplin diye futbol sihirbazı keita’yı yok ettiler. otobüste güldü diye futbol virtüözü misimoviç’e kıydılar. kaybedilen bir fenerbahçe maçının en çok çaba gösteren adamı jo’yu, gece eğlendi diye tefe koydular. dos santos gibi rakip şeridi otoban yapacak beceriyi yolladılar. ama teknik direktörünün babası öldüğü gün saha ortasında adeta kulak piçliği yapan sarp’ı, kanunsuz abidik gubidik serdar özkan’ı, hocasına saygının zerresini sunmayan servet’i, karakterden nasibini almamış topçuları tutmaya devam ettiler. ve hepsi yetmezmiş gibi pittbull ruhlu ve kelepçe takıntılı bir hastayı bu takıma monte ettiler. otobüste gülen bir futbol kalitesini bir çırpıda silen zihniyet, hastalıklı ve şerefsiz ruhları kapıdan içeri sokmasını bildi.
florya’nın beş kapısı var. nedense, ne kadar dengesiz, karaktersiz, işe yaramaz adam varsa çıkışı verilmeyen beş kapısı var. ne kadar garabet, harabet ve saçmalık varsa bu beş kapıdan giriyor. florya’nın çıkışı ancak futbol güzelliklerine var. girişi de karaktersizliklere.
her şeye eyvallah ama bu denli dengesizliğe ve alaycılığa söylenecek kelime bulamıyorum. bugün, galatasaray’ın öldüğü gün değildir. galatasaray’ı zaten öldürmüşlerdi. yeni mabedine uygun gördüğü ruhları gördüğümüz gün, öldüğümüz gündü.
bu bizim gibi don kişot ruhlu galatasaraylıların galatasaray’ı değil. bu bizim galatasaray’ımız değil. başka bir şey. utanç duyulacak bir şey. ruhumuzu satan ve galatasaray’ı öldüren bu güruha ne desek boş..
katilden ne farkınız var? büyük bir ruhu öldürmek cinayet değil midir? katiller! sizin idam hükmünüzü kim verecek?
hepimiz bir çocukluk yaşadık. çocukken bir çok şeyin farkında olmadığımız söylenir. hayat bilinci ve sorumluluk nedir, bilmediğimiz söylenir. bir nebze doğrudur. ufacık benlikler için hayat sıkıntısı, geçim derdi, ülke sorunları, insanoğlunun her geçen gün ölmesi gibi bütün problemler, çocukların o naif ve ince ruhunda yer tutmaz. tutmamalıdır da. insanlığın saflığının tezahürüdür çocukluk. top peşinde koşmaktan, bebeğiyle oynamaktan, dondurma ve çikolata yemekten, güzel ayakkabı ve elbiseler giymekten mutlu olur çocuklar. anne ve baba büyük sıkıntılar çekerken, aynı sıkıntıları çocukların çekmesini istemezler. çekmesinler de. çocuk denen saf varlık, daha hayatının bilincinde değilken bir çok şeyi saflıkla ve mutlulukla yaşamalı.
galatasaray’a bağlılığım işte böyle naif bir ruh halinde olan çocukluğumda başlamıştır. çocuktum ben o zamanlar. hayatın ne kadar zor olduğunu bilmezdim. ama bu saflık halimde bazı değerlerin farkında olabiliyordum. küçücük bir çocukken ve top peşinde koşturmaya başlamışken sahiplenebileceğim renkler ne olabilir di?
yeşil – mavi rizespor? bordo – mavi trabzonspor? siyah – beyaz beşiktaş? sarı – lacivert fenerbahçe? ve yahut sarı – kırmızı galatasaray?
saflıkla donatılmışken seçtiğim renkler neden sarı kırmızı olmuştu peki? bu renklerle daha ilk tanıştığım gün don kişot’u yakalamıştım ben bu renklerde. golyat’ın karşısında bir davud, şeytan’ın karşısında bir tanrı, hades’in karşısında bir zeus, hitler’in karşısında olabilecek bir dalay lama’ydı gördüğüm. daha o zamanlar, belasını bulmuş ve godot’sunu bekleyen bir benlik değildim. o çocuk halimle iyiyi, güzeli, saflığı görebiliyordum. galatasaray benim için büyük kötülüklerle savaşan, kendisinden büyük devlerle müthiş hayal gücünün rehberliğinde çarpışan, ruhunu ve ideallerini koruyan, bizi biz yapan bir benlikti. daha bacak kadar bir çocukken bunu yakalamıştım ben. hissetmiştim bu duyguyu. o yüzden galatasaraylı olmuştum ben. yakaladığım naif bir ruhtu sarı kırmızı’dan gelen. başarılar sonrasında geliyordu.
ve gün geldi, bu duygularımızı, benim gibi düşünen ve hisseden, idealleri ve saflığını kaybetmemiş insanlığı paylaşan insanlığımızı, saflığımızı öldürdüler. galatasaray’ı öldürdüler. bunu öyle büyük bir dengesizlik ve sorumsuzlukla başardılar ki yerin dibine girdim. hades gibi! kendimi karanlık bir dünyanın içinde buldum. tüm kötücüllüklerle kapsanmışken.. şimdi ne farkım vardı benim golyat’tan, hitler’den, hades’ten? hani beni ben yapan, gerçek bir insan yapan don kişot ruhum nereye gitmişti? elbirliğiyle öldürdüler. hayallerimi öldürdüler. hayal gücüme ve çocukluğumun saflığına tecavüz ettiler. gururumu ezdiler. galatasaray’ımı öldürdüler.
ve öyle güçsüz bir durumda hissediyoruz ki kendimizi, elimizden yazmaktan başka bir şey gelmiyor. don kişot gibi hayali yel değirmenlerine boşuna hamle yapıyormuşuz gibi hissediyorum. şeytan bile ruhumuzu çalamazdı bizim. ama başardılar. galatasaray’ın ruhunu çaldılar. bitirdiler. emdiler. kanını emdiler. tüm ruhaniliğini söküp aldılar ve her çeşit materyalist piçliği monte ettiler.
galatasaray ruhu ve disiplin diye futbol sihirbazı keita’yı yok ettiler. otobüste güldü diye futbol virtüözü misimoviç’e kıydılar. kaybedilen bir fenerbahçe maçının en çok çaba gösteren adamı jo’yu, gece eğlendi diye tefe koydular. dos santos gibi rakip şeridi otoban yapacak beceriyi yolladılar. ama teknik direktörünün babası öldüğü gün saha ortasında adeta kulak piçliği yapan sarp’ı, kanunsuz abidik gubidik serdar özkan’ı, hocasına saygının zerresini sunmayan servet’i, karakterden nasibini almamış topçuları tutmaya devam ettiler. ve hepsi yetmezmiş gibi pittbull ruhlu ve kelepçe takıntılı bir hastayı bu takıma monte ettiler. otobüste gülen bir futbol kalitesini bir çırpıda silen zihniyet, hastalıklı ve şerefsiz ruhları kapıdan içeri sokmasını bildi.
florya’nın beş kapısı var. nedense, ne kadar dengesiz, karaktersiz, işe yaramaz adam varsa çıkışı verilmeyen beş kapısı var. ne kadar garabet, harabet ve saçmalık varsa bu beş kapıdan giriyor. florya’nın çıkışı ancak futbol güzelliklerine var. girişi de karaktersizliklere.
her şeye eyvallah ama bu denli dengesizliğe ve alaycılığa söylenecek kelime bulamıyorum. bugün, galatasaray’ın öldüğü gün değildir. galatasaray’ı zaten öldürmüşlerdi. yeni mabedine uygun gördüğü ruhları gördüğümüz gün, öldüğümüz gündü.
bu bizim gibi don kişot ruhlu galatasaraylıların galatasaray’ı değil. bu bizim galatasaray’ımız değil. başka bir şey. utanç duyulacak bir şey. ruhumuzu satan ve galatasaray’ı öldüren bu güruha ne desek boş..
katilden ne farkınız var? büyük bir ruhu öldürmek cinayet değil midir? katiller! sizin idam hükmünüzü kim verecek?