• 376
    bugün; bana kalırsa sadece düşünceleri yüzünden hak ettiği değeri görmeyen, en değerli türk şairlerden birinin 'uçmağa varışının' üzerinden 42 yıl geçmiş. evet, hüseyin nihal atsız.

    hani var ya sosyal medyada hayatında kitap okumamış tiplerin sürekli şiirlerini paylaştığı yazarlar, bu adam onlardan çok daha büyük bir yazar, çok daha büyük bir usta. kaç tane şair var ki; kahramanlık, kahramanların ölümü, geri dönen mektup, mutlak seveceksin gibi şiirleri olan? ruh adam gibi hem psikolojik, hem edebi açıdan bu tarz işleri sevmeyenleri bile etkileyecek romanı olan?

    '''vaktiyle bir atsız varmış' derlerse ne hoş,
    anılmakla hangi bir ruh olmaz ki sarhoş?''

    var olsun.
  • 381
    malum yine cezalıyken işbu girdinin müellifi atsızın sene-i devriyesi geldi geçti. aşağıda atsız'ın topal asker şiiri ve hikayesi bulunmaktadır;

    ey saçları "alagarson" kesik hanım kız!
    gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
    bacağımla alay etme pek topla diye.
    bir sorsana o topallık nerden hediye ?

    sen şişli'de dansederken her gece, gündüz
    biz ötede ne ovalar, çaylar, ne dümdüz
    yaylaları geçtik, karlı dağları aştık;
    siz salonda dansederken bizler savaştık.

    ey dudağı kanım gibi kıpkırmızı kız,
    gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
    olan işler dimağını azıcık yorsun!
    biliyorum elbisemle eğleniyorsun;

    biliyorum baldırını o kadar nazla
    örten bir tek ipek çorap kıymetçe fazla
    benim bütün elbisemden... hatta kendimden...
    biliyorum: çünkü bugün şu dünyada ben

    neyim? bir hiç... işe güce yaramaz, topal...
    sen sağlamsın senin hakkın dünyadan zevk al:
    çünkü orda düşmanlarla boğuşurken biz
    siz muhteşem salonlarda şarap içtiniz!

    ey gözünün rengi bana yabancı güzel,
    her yolcunun uğradığı ey hancı güzel!
    sen yabancı kucaklarda yaşarken her gün
    yapıyorduk bizde kanla, barutla düğün.

    sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur
    dolaşırken... biz de tipi, fırtına, yağmur,
    kar altında kanlar döktük, canlar yıprattık;
    aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda yattık

    sen açılmış bir bahardın, biz kara kıştık;
    bizden üstün ordularla böyle çarpıştık...
    gülme bana bakıp pek arsız arsız
    sen ey dışı güzel, fakat içi çamur kız!

    sana karşı haykıranı mecbursun dinle;
    bugün hesap göreceğiz artık seninle:
    ben cephede geberirken, geride vatan
    aşkı ile bin belalı işe can atan

    anam, babam, karım, kızım eziliyorken
    dağlar kadar yük altında... gel, cevap ver, sen
    bana anlat, anlat bana, siz ne yaptınız?
    köpek gibi oynaştınız, fuhşa taptınız!

    anavatan boğulurken kıpkızıl kanda
    yalnız gönül verdiniz siz zevke, cazbanda...
    ey nankör kız, ey fahişe unutma şunu:
    sizin için harbederken yedim kurşunu.

    onun için topal kaldı böyle bacağım,
    onun için tütmez oldu artık ocağım.
    nazlı nazlı yatıyorken sen yataklarda
    sallanarak ölü kaldık biz bataklarda.

    kalbur oldu süngülerle çelik bağrımız,
    bu amansız boğuşmada öldü yarımız,
    ya siz nasıl yaşadınız? bizim kanımız
    size şarap oldu sanki... şehit canımız

    güya sizin mezenizdi! yiyip içtiniz;
    zıpladınız,kudurdunuz arsız,edepsiz!...
    gerçi salonlarda "yıldız" dı senin adın,
    hakkikatte fahişesin ey alçak kadın!

    ey allıklı ve düzgünlü yosma bil şunu:
    bütün millet öğrenmiştir senin fuhşunu.
    omuzunda neden seni fuzuli çeksin?
    kinimizin şiddetiyle gebereceksin!..

    (hüseyin nihal atsiz)

    hüseyin nihâl atsız'ın topal asker şiirini yazmasına sebep olan hadise:

    1915 yılının aralık ayı. kışın en şiddetli günleri. türk ordusu 37 yıldan beridir rus ve ermeni işgali altında bulunan kars, ardahan, artvin ve batum şehirlerini rus ve ermeni zulmünden kurtarmak için doğu'ya sefer düzenler. enver paşa komutasındaki türk ordusu allahüekber dağları'ndan aşarak düşman ordularını arkadan kuşatıp imha etmek istemektedir.öncü kuvvetler sarıkamış, selim ve kars'ın yol güzergâhındaki köyleri gizlice seferber ederler. türk ordusu'nun harekete geçtiğini haber alan köylüler, türk ordusu'na yardım etmek için hummalı bir çalışmaya koyulurlar. hayvanlar kesip kavurma yapar, buğday kavurup kavurga, kavut hazırlar, uzun süre bayatlamayan lavaş ekmekler pişirir; çoraplar, kazaklar örer, keçe çarıklar dikerler.

    yıllardan beridir ermenilerin ve rusların baskı ve zulmünden canlarına yeten ve tahammül edemez duruma gelen bazı türk gençleri ise rusların, ermenilerin tehdit ve takiplerine aldırmaksızın silahsız, donanımsız olarak köylerinden ayrılır, türk ordusuna katılmak için yollara düşerler.

    palasını beline bağlayıp, azığını sırtına alarak türk ordusu'na katılmak için yollara düşen gençlerden birisi de ahmet turan'dır.
    ahmet turan, kars'ın derecik köyündendir. iki yıldır evlidir. bir kızı vardır. annesi, babası ve eşiyle vedalaşıp bir gece yarısı köyünden ayrılır.
    bütün türk anne ve babalar artık evlatlarının ermenilerle, ruslarla mücadele etmelerine, onlara karşı savaşmalarına engel olmuyorlar, hiç bir eğitim almayan yavrularının cepheye koşmalarına ses çıkarmıyorlardır. çünkü yapacakları başka şey kalmamıştı. rusların fedailiğini yapan taşnak ve hınçak ermenileri ve rumlar gemi azıya almışlardı. türklere yapmadıklarını bırakmıyorlardı. köyleri basıyorlar, insanları öldürüyorlar, mallarını yağmalıyorlar, kadınlarını kızlarını kaçırıyorlardı. halk çâresizdi. ya canlarından olacaklardı ya da sefil zelil yaşayacaklardı. ölmeyi sefil ve zelil yaşamaya tercih ediyorlardı.

    ahmet turan'ın da annesi ve babası ona engel olmamışlar, bilâkis ardından su serpmişler dualar etmişlerdi.
    ahmet turan, oltu önlerinde türk ordusu'na kavuşur. ona destek kıtaların birisinde görev verilir. ordu hareket halindedir.
    türk ordusu aralık ayının son günlerinden aşkale tarafından allahüekber dağı'na yönelir. çok zorlukla çıktıkları dağın üzerindeki platoda tipiye tutulurlar. ordunun büyük bir bölümü donarak şehit olur. sağ kalan askerlerden birisi ahmet turan'dır. hatta birkaç askeri de donmaktan o kurtarmıştır.
    komutanı o geceki gayretlerinden dolayı onu çok beğenir ve yanına alır.
    türk ordusu, büyük bir talihsizlik olarak düşmanla savaşamadan iklimin azizliğine uğrar ve savaşamaz duruma gelir.

    büyük kayıplar veren türk ordusu erzurum'a çekilir. kısa süre sonra destek kıtalarından birkaçı ırak cephesine gönderilir. ahmet turan da bu kıtalardan birisinin komutanının yaveri olarak ırak cephesindedir.
    ingilizlere karşı savaşan 6. türk ordusu'na destek verirler. ingilizleri bozguna uğratırlar. bir ingiliz tümenini generalleriyle birlikte esir alırlar. ne yazık ki türk ordusu bu cephede de arapların azizliğine, daha doğrusu ihanetine uğrar. ingilizlerin bağımsızlık vaadlerine ve dağıttıkları altınlara aldanan araplar türk ordusu'nu arkadan vururlar. bu amansız çatışmalarda ahmet turan bacağından yaralanır. iyi bir tedavi göremez. yaraları iyileşir ama bacak kemiğinin eğri tutması sebebiyle ayağı garip bir görünüm alır. topallayarak yürümektedir.

    iki yıl kadar bu bölgede ingiliz-hint ve aldatılmış araplara karşı savaşırlar. ne hazin ki bağdat'ı araplara bırakmak zorunda kalırlar. o günlerde istanbul'dan bir emir gelir. destek kıtalarından birkaçı galiçya'ya gidecektir. ruslara karşı savaşan türk kolordusuna katılacaklardır.

    ahmet turan'ın içinde bulunduğu kıta da gidecektir. komutanı onu götürmek istemez. ahmet turan, kıtasından ayrılmamak için komutanına yalvarır yakarır. sonunda arzusuna kavuşur. komutanı onu yine yanında götürür. aylardan sonra galiçya önlerindedirler.

    iki yılı aşkın bir süre de bu bölgede bulunurlar. almanlarla birlikte ruslara karşı savaşılar. zaman zaman çok sor durumlarda kalırlar.
    ahmet turan birçok arkadaşını kaybeder. birçok arkadaşı sakat kalır. nice arkadaşı atılan bombaların altında parçalanıp meleklere katılır. kendisi de bir kez daha yaralanır. siperdeyken kafasına hedeflenen kurşun sakat bacağına saplanır. bir şarapnel parçası da burnunu, çenesini dağıtır. yine iyi bir tedavi yapılamaz. ayağı daha da eğri ve sakat kalır. yüzü gözü tanınmaz olur.

    türkler bu cephede de amerika'nın ve bulgaristanların hıyanetine uğrar ve perişan bir vaziyette çekilirler.
    birinci dünya savaşı sona ermiş, türkler, avusturya-macaristan ve almanya ile birlikte savaşı kaybederler. uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra istanbul'a dönerler.
    askerler terhis edilir. ahmet turan da silahını teslim eder. silahı ile birlikte ruhunu, canını bıraktığını zanneder. kendisiyle özdeşleşen silahından ayrı yaşayamayacağını düşünür. düşmanları için göz dağı, kendisi için arkadaş, kardeş olan, güvendiği, dayandığı silahı artık onunla değildir. bir değnek bulur, şimdiden geri ona dayanarak yürüyecektir.

    memleketine, köyüne dönmek istemektedir. yedi yıldır köyünden, eşinden, çocuğundan, anne ve babasından haber alamamıştır. onların hasretiyle buram buram yanmaktadır. onlarla kucaklaşacağı anı, onlara savaş hatıralarını anlatacağı günü aramaktadır. topal bacağıyla kanatlanmış kuş gibidir. uçmak istiyor, havalanıp köyüne konmak, yıllardır yolunu gözleyen eşine, çocuğuna ulaşmak istiyor.

    komutanı ülkesinin neresinde neler olduğunu iyi bilmektedir. yunanlıların izmir'i işgal ettiğini, italyanların antalya'yı, fransızların kahramanmaraş'ı, ingilizlerin adana'yı, rus ve ermenilerin doğu illerini aldıklarını biliyor. hatta rus ve ermenilerin erzincan'dan gümrü'ye kadar yol güzergâhındaki bütün türk köylerini yaktıklarını, insanlarını öldürdüklerini, bütün varlıklarını alıp götürdüklerini biliyordu. bu köyler arasında ahmet turan'ın köyünün de talan edildiğini ve bütün halkının samanlıklara doldurularak yakıldığını öğrenmişti.

    komutan, bütün bunları bildiği için ahmet turan'ı istanbul'da alıkoymak istemektedir. yıllardır yanından ayırmadığı ve cepheden cepheye birlikte koştukları bu kahraman ve yiğit vatan evladını bırakmak istememektedir. ancak bir türlü gerçekleri de ona söyleyememektedir.

    ahmet turan vedalaşmak için komutanının yanına gelir. elini öpmek helallik almak ister. komutanı elini öptürmek, o yaralı dağ parçası yiğidi kucaklar bağrına basar. bir süre onu bırakmaz. vücudunun büyük bir parçasının kopup gittiğini zanneder. yüreği yanar, gözleri yaşarır ama ahmet turan'a hissettirmez. kollarını çözüp bu defa omuzlarından tutup bir müddet yüzünü seyreder. iç cebinden bir kağıt çıkarır, üzerine bir şeyler yazar ve katlayıp ahmet turan'a uzatır ve ekler:
    -ahmetçiğim, adresimi yazdım. sakın kaybetme. memleketine, köyüne git. bir müddet kal, hasret gider. eğer sıkıntıya düşersen, iş güç bulamazsan dön, bana gel. sana iş güç bulabilirim. burada birlikte yaşarız.
    ardından yan cebinden çıkardığı birkaç kuruşu da ahmet turan'ın eline tutuşturur.
    -bu birkaç kuruşu da al, gereğin olur.

    ahmet turan pusulayı alıp sürekli göğsünde taşıdığı hamailin arasına koyar. parayı almak istemez. komutanın ısrarı üzerine onu alır paltosunun iç cebine koyar. teşekkür eder.
    ahmet turan istanbul'dan ayrılır. o artık kars yolundadır. eşine, annesine, çocuğuna, babasına gitmektedir. köyden köye, şehirden şehire, o topal bacağı ile sürünüp yürümektedir. kimi gün yaya, kimi gün rastladığı at arabalarına binerek kimi zaman at, katır kafilelerine katılarak aylardan sonra kars'a ulaşır.

    şehir tanınmaz hâldedir.sanki yedi yıl önce bıraktığı şehir gitmiş yerine başka bir şehir gelmiştir. sözün gerçek anlamı ile harpten çıkmış bir şehir. çarşıyı pazarı dolaşır bir tek tanıdık simaya rastlayamaz. içinde ağır bir sıkıntı oluşur. kalbi sıkışır.. duman dolmuş bir aşhaneye girmiş gibidir. bir an önce şehirden çıkmak ister. tenha bir bakkalda biraz şeker, çay ve şekerleme bulur, alır. annesi, babası, eşi ve çocuğu için istanbul'dan satın aldığı hediyelerin yanına kor ve bohçayı bağlayıp omuzuna atar. köyün yolunu tutar. ata ocağı , yâr kucağı olan köyü, kars'ın 10 km. doğusundadır. normal bir insan iki saatte varır. ancak ahmet turan topaldır, üç dört saatte ancak varacaktır.

    yol boyunca eşini, evlilik günlerini, kızı elif'i , annesini, babasını düşünür. elif'in şimdi sekiz yaşında güzel bir kız olduğunu hayâl eder.
    köyün yanıbaşındaki derin vadinin karşı kaşına varır. oradan köy nispeten görülmektedir. elindeki değneğe dayanıp biraz dinlenmek ve köyünü seyretmek ister. garip bir hava hisseder. burnuna yanık kokuları gelir. köyün camisinin ahşap minaresi, o güzelim ağaçlar, ağaç, direklerin başındaki leylek leylek yuvaları, hiçbirisi görülmüyor. sanki köy yere gömülmüş. bir şeyler göremez. ortalıkta kimseler de yoktur. herkes yaylaya gitmiş gibi. oysa yayla mevsimi değil. bir anlam veremez. yerinde duramaz, kafası, beyni uğuldamaktadır. aklına çok garip şeyler gelir. bir solukta vadinin dibine iner ve karşı yamaca tırmanmaya başlar. kocaman yokuşu nasıl çıktığını bilemez.

    vadinin diğer kaşına çıktığında köyün tamamını karşısında bulur. acı gerçekle yüz yüze gelir. dünyası yıkılır. köy baştan başa yakılmıştır. kimse yoktur. bütün evler yerle bir olmuştur. donakalır. birden kendi evine doğru koşar. bütün köy evleri gibi onun evi de yakılıp yıkılmıştır. ahmet turan'ın vücudu çözülür. kolu kanadı yanına düşer. dökülüp dağılacak gibidir. bohça omzundan yere düşer. ayakta duramaz. takati kesişir. bir taşın üzerine yığılır. ellerini değneğine, alnını da ellerinin üzerine dayayıp donup kalır. gözlerinin yaşı yerleri ıslatmaktadır.
    başından geçenler gözlerinin önünden geçer. komutanının sözlerinin hatırlar. adresini ona niçin ısrarlar verdiğini o anda anlar.

    bir müddet yanıp kavrulduktan sonra kalkıp yakılıp yıkılan evlerin arasında dolaşır. köyün kenarındaki mezarlığa varır. alelâde yapılmış mezarları görür. ölülerin, kimseler tarafından toplanıp gömüldüğünü anlamakta gecikmez. çünkü birçok cephede defalarca bu işi kendisi de yapmıştı. mezarların toprağına yüzünü sürer, ağlar. fatihalar okuyup ruhlarına bağışlar. yanıp kül olan annesinin, babasının, eşinin, çocuğunun, hısım akrabalarının, ellerini yüzlerini öpmeyi umarken küllerini, topraklarının öpmek durumunda kalır.

    geceye kalmadan köyden ayrılır. yola iner, kars'a gitmekte olan bir at arabasına biner. arabacı, epey ötede bulunan subatan köyünün ermeni katliamından kurtulan sakinlerinden birisidir. tanışırlar. ahmet turan, köylerinin ve köylülerinin başına gelenleri sorar. adam, içi sızlayarak anlatır.

    kâzım karabekir paşa'nın ordusunun erzurum'a geldiğini öğrenen ermenilerin kars ve çevresinden katliama başladıklarını, derecik köyü'nün 671 sakinini samanlıklara doldurup, gazyağı, benzin dökerek yaktıklarını, kaçmaya çalışanları ise balta, kılıç ve yaylım ateşi ile öldürdüklerini, 671 kişiden sadece 11 kişinin kurtulabildiğini, bütün bu bölgedeki köyleri aynı şekilde yakıp yıktıklarını, talan ettiklerini göz yaşlarını boğularak söyler.
    ahmet turan durumu bütün açıklığı ile öğrenir. artık kars'ta durmanın yersiz olduğunu anlar. arabacıdan ayrılırken düşürdüğü bohçayı hatırlar. arabacıya köyünün girişinde bıraktığı bohçayı almasını içindekileri ihtiyacı olanlara dağıtmasını rica eder.

    tekrar yollara düşer. aynı yollardan aynı sıkıntı ve engellerle
    karşılaşarak aylardan sonra istanbul'a ulaşır.
    komutanın adresi avrupa yakasındadır. yolcu vapuruna binerek karşı tarafa geçmek ister. rıhtımın, güvertenin tutacaklarına tutunarak güçlükle vapura biner. vapur fazla kalabalık değil. kimsenin oturmadığı büyük bir banka sendeleyip tutunarak oturur. perişan hâldedir. vücudu ve ruh hâli ülkesinin durumu gibidir. saçı sakalı birbirine karışmış, avurtları çökmüş, çenesinin eğriliği ve yüzündeki derin yara izleri çehresini garip bir görünüme sokmuştur. ayağının topallığı ise yürek yakmaktadır.

    karşı tarafta birkaç kadın ve yetişkin bir kız oturmaktadır. bunlar ahmet turan'ı seyretmektedirler. onun yedi yıldır sırtından çıkaramadığı parça parça olmuş paltosuna , şalvarının uyumsuz çarpık yamalarına, yüzünün yamukluğuna ve eğik bükük topal ayağına bakıp durmaktadırlar. aralarındaki, dış görünüşü ve tavırlarıyla yabancıyı andıran bakımlı ve alımlı kız, ahmet turan'a bakıp bakıp güler. ahmet turan bu durumdan çok müteesir olur. yıllardır onlar için savaştığı insanlardan ilgi, sevgi beklerden böyle bir tavırlar karşılaşması onu perişan eder. kalkıp oradan uzaklaşır. güvertenin en kenarından bir direğe tutunup denizi ve uzakları seyre dalar. kendisine karşı yapılan bu hakarete bir anlam veremez. aklına, bir arkadaşının geçende anlattıkları gelir. işgal kuvvetleri komutanı fransız generali istanbul'a girerken bazı istanbullu kızlar, kadınlar fransız ve ingiliz askerlerine çiçekler atmış. onlara pasta çörek ikram etmişler. acaba bu kadın ve kızlar da onlardan mıdır diye aklından geçirir. şaşkın vaziyettedir. vatanında kendisini garip hissetmektedir. herkese küsmüş gibi kimsenin yüzüne bakmaz.

    vapurdan inip epey uzaklaştıktan sonra hamailin içerisinden adresi çıkarır ve rastladığı kimselere sora sora komutanının evine varır. kucaklaşırlar. gözyaşları birbirine karışır. ahmet turan çocuk gibi ağlamaktadır. hıçkıra hıçkıra, içini çeke çeke dakikalarca ağlar, anlatır. o sırada komutanın arkadaşlarından mehmet nail bey'in oğlu askerî tıbbiye öğrencisi hüseyin nihâl olayı seyretmekte anlatılanları dinlemektedir.

    hüseyin nihâl, bu fedâkar ve kahraman türk gazisine yapılan densizliğe çok üzülür ve gençlik heyecanını da katarak ahmet turan'ın ağzından o arsız kıza bu şiirle cevap verir...prof. dr. ali kafkasyalı'dan alıntıdır.
  • 384
    bu kervan böyle gitmez

    ister beni hoş görün, ister vurun öldürün,
    ister bir cani gibi zindanda süründürün,
    yeter artık illallah! şu yangını söndürün,

    amerikan doları bu yangına kâr etmez.
    ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez!

    'l love you america' yazılı durur duvarda,
    donanmalar taşıdı yığın yığın hovarda,
    kızlarımız dansetti, salep içtiler barda,

    kimse görmez bunları, haya etmez, ar etmez.
    ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez

    bankalar mâbed oldu, daktilo sesi dua,
    adet oldu hırsızlık, dalkavukluk ve riya,
    yapmayanlar düz yolda kalıverirler yaya,

    vallahi bilmem amma bu millet iflah etmez,
    ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez! ..

    her yerde yükselirken âvaze-i sefalet.
    yurdu cennet gösterir radyo denen kör alet,
    ilâhi bu ne halet, ya rab bu ne dalâlet?

    zorbalık, cebr-ü şiddet kimseye gık dedirtmez
    ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez! ,

    haykırırım hakkı her sözüm ağır olsa da,
    şaklasa kamçı, sırtım onmaz yağır olsa da,
    duyulmaz mı bu feryat insan sağır olsa da,

    bu derde çâre lâzım, nutuklarla iş bitmez,
    ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez!

    osman zeki yüksel serdengeçti

    not: çok tanıdık bir manzara, acaba hangi devrin hangi memleketine ait?
  • 385
    mübarek bir cuma günü uçmağa varan yeşilçam efsanesi, aileden bir büyüğe, münir özkul üstadın anısına... ;

    https://www.youtube.com/watch?v=4KVY2xNDzvE

    akılla bir konuşmam oldu dün gece;
    sana soracaklarım var, dedim;
    sen ki her bilginin temelisin,
    bana yol göstermelisin.
    yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
    birkaç yıl daha katlan, dedi.
    nedir; dedim bu yaşamak?
    bir düş, dedi; birkaç görüntü.
    evi barkı olmak nedir? dedim;
    biraz keyfetmek için
    yıllar yılı dert çekmek, dedi.
    bu zorbalar ne biçim adamlara dedim;
    kurt, köpek, çakal makal, dedi.
    ne dersin bu adamlara, dedim;
    yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
    benim bu deli gönlüm, dedim;
    ne zaman akıllanacak?
    biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
    hayyam'ın bu sözlerine ne dersin, dedim:
    dizmiş alt alta sözleri,
    hoşbeş etmiş derim, dedi.
  • 386
    her dinlediğimde beni derin düşüncelere sevk eden bi şiir.

    https://www.youtube.com/watch?v=7nmjTi2IcPE

    bu yaşa erdirdin beni,gençtim almadın canımı
    ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylak
    büklümlerinin içten ve dışardan
    sarmaladığı günlerde
    bir zamandı
    heves ettim gölgemi enginde yatan
    o berrak sayfada gezindirsem diye
    ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.
    vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
    genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
    halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
    demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
    vay ki gençtim
    ölümle paslanmış buldum sesimi.

    hata yapmak
    fırsatını adem’e veren sendin
    bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
    gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda
    gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi
    haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne
    bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak
    bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini
    tanıdım ademoğlu kimin nesiymiş
    ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi.

    çeşme var, kurnası murdar
    yazgım kendi avcumda seyretmek kırgın aksimi.

    gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim
    nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da
    gözyaşı,çiğ tanesi, gizli dert veya verem
    ne fark eder demişim
    bilmeden farkı istemişim.
    vay beni leylak kokusundan çoban çevgenine
    arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık!
    yola madem
    çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım
    hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine
    yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar
    yola devam ederdim.

    gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim
    gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın
    onunla ben
    hep sevişecek gibi baktık birbirimize.
    bir kez öpüşebilseydik dünyayı solduracaktık.

    oysa bu sürgün yeri, bu pıtraklı diyar
    ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde
    hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık
    bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için
    kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık
    eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce
    alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık
    ah, bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı
    doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız
    ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık
    gönendi dünya bundan istifade
    dünya bayındırladı:
    bir yakış, bir yanış tasarımı beride
    öte yakada bir benî adem
    her gün küsülü kaldık.

    bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan
    artık bu yaşa erdirdin beni, anladım
    gençken almadın canımı, bilmedim
    demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş
    çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer
    çiğ tanesi sanmak ne cüret,gözyaşıymış
    insanın insana raptolduğu cevher.

    şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
    taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
    kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
    bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
    tütmesi gereken ocak nerde?

    ismet özel
  • 387
    yaşar kemal'in cenaze töreninde haydar ertem'in yaşayarak okuduğu adnan yücel şiiri, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek;

    --- alıntı ---
    https://www.youtube.com/watch?v=tH5L4pYdc9M
    --- alıntı ---

    aşksız ve paramparçaydı yaşam
    bir inancın yüceliğinde buldum seni
    bir kavganın güzelliğinde sevdim.
    bitmedi daha sürüyor o kavga
    ve sürecek
    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
    aşk demişti yaşamın bütün ustaları
    aşk ile sevmek bir güzelliği
    ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
    işte yüzünde badem çiçekleri
    saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
    sen misin seni sevdiğim o kavga,
    sen o kavganın güzelliği misin yoksa...
    bir inancın yüceliğinde buldum seni
    bir kavganın güzelliğinde sevdim.
    bin kez budadılar körpe dallarımızı
    bin kez kırdılar.
    yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
    bin kez korkuya boğdular zamanı
    bin kez ölümlediler
    yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
    bitmedi daha sürüyor o kavga
    ve sürecek
    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
    geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri
    suyun ayakları olmuştur ayaklarımız
    ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.
    yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık
    törenlerle dikilirdik burçlarınıza.
    türküler söylerdik hep aynı telden
    aynı sesten, aynı yürekten
    dağlara biz verirdik morluğunu,
    henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...
    ne gün batışı ölümlerin üzüncüne
    ne tan atışı doğumların sevincine
    ey bir elinde mezarcılar yaratan,
    bir elinde ebeler koşturan doğa
    bu seslenişimiz yalnızca sana
    yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini
    bitmedi daha sürüyor o kavga
    ve sürecek
    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
    saraylar saltanatlar çöker
    kan susar birgün
    zulüm biter.
    menekşelerde açılır üstümüzde
    leylaklarda güler.
    bugünlerden geriye,
    bir yarına gidenler kalır
    bir de yarınlar için direnenler...
    şiirler doğacak kıvamda yine
    duygular yeniden yağacak kıvamda.
    ve yürek,
    imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
    ey herşey bitti diyenler
    korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
    ne kırlarda direnen çiçekler
    ne kentlerde devleşen öfkeler
    henüz elveda demediler.
    bitmedi daha sürüyor o kavga
    ve sürecek
    yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
  • 388
    sarhoş gemi

    ölü sularından iniyordum nehirlerin
    baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
    cırlak kızılderililer, nişan atmak için
    hepsini soyup alaca direklere çakmış.

    bana ne tayfalardan; umurumda değildi
    pamuklar, buğdaylar, felemenk ve ingiltere;
    bordamda gürültüler, patırtılar kesildi;
    sular aldı gitti beni can attığım yere.

    med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
    koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
    adaların karalardan çözüldüğü günde.
    yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.

    denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
    ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
    bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim:
    bakmadım fenerlerin budala gözlerine.

    çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
    tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular;
    ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan
    güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.

    o zaman gömüldüm artık denizin şi'rine,
    içim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan;
    yardığım yeşil maviliğin derinlerine
    bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.

    sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
    işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
    içkilerden sert, bütün musikilerden geniş
    arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.

    gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
    girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
    bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri.
    insana sır olanı, gördüğüm demler oldu.

    güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde;
    sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
    eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
    ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra.

    yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
    beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
    uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
    görülmedik usareler geçer döne döne.

    azgın boğalar gibi kayalara saldıran
    dalgalar aylarca sürükledi durdu beni;
    beklemedim meryem'in nurlu topuklarından
    kudurmuş denizlerin imana gelmesini.

    ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
    gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
    büyük ebemkuşakları gerilmiş engine,
    morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.

    bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
    sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha,
    durgun havada birdenbire yarılır sular,
    enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.

    gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
    iğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda;
    böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer,
    eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.

    çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
    o altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
    yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
    zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı.

    bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
    deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
    garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
    duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi.

    sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
    bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
    akşamları, çürük iplerimden akın akın
    ölüler inerdi uykuya gerisin geri.

    işte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi
    bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
    sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
    hanza kadırgaları takamazken peşine.

    büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
    delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
    güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler:
    güneş yosunları, mavilik meduzaları.

    koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
    çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
    temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken
    kızgın hunilere koyu mavi gök katları.

    titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
    azgın behemotların, korkunç maelstromların.
    ama ben, o mavi dünyaların serserisi
    özledim eski hisarlarını avrupa'nın.

    yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun
    göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest.
    o sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
    milyonlarla altın kuş, sen ey gelecek kudret.

    yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
    fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
    aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
    yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.

    gönlüm avrupa'nın bir suyunda, siyah, soğuk,
    bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
    başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk.
    mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini.

    ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,
    pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
    doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
    mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.

    arthur rimbaud
  • 389
    orda bir yol var uzakta

    orda bir köy var, uzakta,
    o köy bizim köyümüzdür.
    gezmesek de, tozmasak da
    o köy bizim köyümüzdür.

    orda bir ev var, uzakta,
    o ev bizim evimizdir.
    yatmasak da, kalkmasak da
    o ev bizim evimizdir.

    orda bir ses var, uzakta,
    o ses bizim sesimizdir.
    duymasak da, tınmasak da
    o ses bizim sesimizdir.

    orda bir dağ var, uzakta,
    o dağ bizim dağımızdır.
    inmesek de, çıkmasak da
    o dağ bizim dağımızdır.

    orda bir yol var, uzakta,
    o yol bizim yolumuzdur.
    dönmesek de, varmasak da
    o yol bizim yolumuzdur.

    ahmet kutsi tecer

    rahmetli ebulfeyz elçibey'in dilinden gelsin;

    https://www.youtube.com/watch?v=OCYquiMxe5U (orada bir yol var uzakta...yillarca köy olarak yutturulsa da...)
  • 391
    sustu adam
    konuşmaya başladı kadın
    anlattı içinde olup bitenleri
    bir ara iki damla yaş aktı gözünden
    dere yatağı gibi kıvrıla kıvrıla
    düştü dudaklarının dibinden
    sustu adam
    bir duman aldı sigarasından
    düşündü..
    iç çekti kadın
    bir cevap bekledi
    bir duman daha aldı sigarasından adam
    buğulu camdan dışarı baktı
    uzaklara çok uzaklara
    ve döküldü kelimeler dudaklarından
    bir sol bek alaydık iyiydi.

    ali lukunku nun veliahti - sol bek hasreti
  • 395
    yenilen ve sonra yeniden yenilen,
    aynı gölette yüzme.

    yenilen ve sonra yeniden yenilen,
    sıradanlığın kıskacından kurtul.

    yenilen ve sonra yeniden yenilen,
    tarzını ve şeklini öylesine sıkça değiştir ki
    seni kategorize edemesinler.

    yenilen, ve neyse onu kabul et ama yenilendiğin ve yeniden yenilendiğin koşullarla…

    kendini sen yetiştir.
    ve yaşamını yenile, bunu yapmalısın
    çünkü; hayatın, geçmişin, şimdin
    sadece sana ait…

    yenilen - charles bukowski
  • 397
    bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu.
    hep böyle mi bu?
    bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...
    kafatasımın içini, bir küçük huzur adına
    aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden!
    paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben.
    oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.
    niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
    niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
    niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
    "öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.

    nilgün marmara - kuş koysunlar yoluna
  • 399
    “ben
    senden önce ölmek isterim.
    gidenin arkasından gelen
    gideni bulacak mı zannediyorsun?
    ben zannetmiyorum bunu.
    iyisi mi, beni yaktırırsın,
    odanda ocağın üstüne korsun
    içinde bir kavanozun.
    kavanoz camdan olsun,
    şeffaf, beyaz camdan olsun
    ki içinde beni görebilesin…
    fedakarlığımı anlıyorsun :
    vazgeçtim toprak olmaktan,
    vazgeçtim çiçek olmaktan
    senin yanında kalabilmek için.
    ve toz oluyorum
    yaşıyorum yanında senin.”
    (bkz: nazım hikmet)
App Store'dan indirin Google Play'den alın