• 516
    sevgili sözlük, epikriz tadındaki bir gencin duygularıyla beraber mücadelesini içeren bu yazı kader kavramıyla erken yaşta tanışıp mutluluğu, neşesi, hayalleri, rüyaları elinden alınan herkes adınadır…

    ben herkesin tanıdığı bildiği ünlü biri değilim, bir düşünür veya yazar da değilim. kendince sıradan bir hayatı olan ama neşe dolu bir insandım. ta ki 2013 ün eylül ayına kadar. o kara dönemde belki de hayatımın akışı komple değişti. çünkü kader kavramı benim hayatıma girmişti ve ben bunu daha önce hiç test etmemiştim. o zamana kadar her şeyi hırsıyla, öfkesiyle, azmiyle, zekasıyla yenebilen ben, bacağımdaki en tehlikeli kanser türlerinden biri karşısında ilk kez çaresiz kalmıştım. çünkü karşımdaki elle tutulabilen, gözle görülebilen bir varlık değildi malesef. tek düşünebildiğim, ben kime ne yaptım da bunlar benim başıma geldi cümlesiydi. çünkü o zamanlar odtü’de hayatımın en mutlu dönemini yaşamakla meşguldüm. yurt odasında, kampüste her şeyi arkadaşlarıyla gülerek, eğlenerek göğüsleyen, yeni bir duygusal yakınlaşmanın başında olan bana, hayat ilk kez acı tokadını atmıştı. işin ciddiyetini tam olarak idrak edemeyecek bir yaşta ve kafa yapısındayken doktorumun şu cümlelerini hala dün gibi hatırlıyorum; “şanslıyız ki genç ve sporcu bir vücudun var, bu sayede tedaviyi daha kolay göğüsleyebilirsin. biliyorum yaşın daha ufak ama bu sürecin sonunda çok olgunlaşacaksın.” peki erken yaşta olgunlaşıp olgunlaşmama isteğim bana sorulmuş muydu, belki ben hala çocuk kalmak istiyordum. peki ya ben onca sporu bu hastalıkla cebelleşmek için mi yapmıştım? işte kafamdaki tüm bu soruların tek bir ortak noktası olduğunu sonradan farkedebiliyordum; kader. şimdi dönüp bakıyorum da ne şanslıyım ki çevremde güzel insanlar vardı. uzun ve zorlu geçen bir yıllık karantinamın ardından (ben karantinayla ilk kez covid döneminde tanışmadım malesef), ilk öğrenimlerimi kazandım. mesela insanları dış görünüşüne göre değerlendirmemenin ne demek olduğunu bizzat kendim yaşayarak öğrendim. çünkü bir sene boyunca aldığım tedaviden dolayı uzun kıvırcık saçlarım, sakallarım, kirpiklerim döküldü ve ben bereyle ve maskeyle dolaşmak zorunda kaldım. kampüste 100 m uzaktan beni tanıyan insanların yanından bir yabancı gibi beremle geçtiğimde farkedilmemek, ilk tecrübem olmuştu. hele ki maske taktığımı gören bazı insanlar, kendini benden korumaya çalışırken ben ona diyemiyordum ki asıl ben kendimi senden korumak için bu maskeyi takıyorum. diğer bir öğrenimim de gerçek ve doğru dostların zor bulunduğu ve onların kaybedilmemesi gerektiğiydi. çünkü bir yıllık ev hapsimde ellerinden geldiğince ve vücudum izin verdiği müddetçe beni dışarda eğlendirmek için didinip durdular.

    bu ilk dönem tabiki benden çok fazla şey de götürdü. çok sevdiğim basketbolu bacağımdan dolayı oynayamayacak duruma gelmiştim. koşma, atlama, zıplama artık benim dünyamda yoktu. yürüyüşüm bacağımdaki kemik çimentosundan dolayı değişmişti ve yanlarından geçtiğim insanlar farklılığımdan dolayı bana bakıyorlardı. zamanla bu bakışları önemsememeyi öğrendim. yavaş ve dikkatli hareket etmesi gereken biriydim ben çünkü bacağımda her an infilak edebilecek saatli bir bomba taşıyordum. bana neden böyle yürüyorsun yeğenim şeklinde gelen taksici sorularına da her seferinde farklı cevaplar uydurmayı öğrendim. bazen halı sahada düşüyordum, bazen beton zeminde düşüp kalçamı kırıyordum. bazen de doğuştan kemik çıkıntısı diyip geçiştiriyordum. bazı şeyleri açıklamak artık bana yorucu ve zaman kaybı gibi geliyordu çünkü.

    seneler 2016 ya geldiği zaman yine hayatımı yavaş yavaş düzene sokup durumuma alışmaya başlayıp kabullendiğim dönemlerde ilk büyük ameliyatımı oldum. saatli bombamı çıkarıp yerine metal bir aksan olan protezin konulmasına karar verilmişti, ancak bu süreç yazıldığı kadar kolay olmayacaktı. ameliyatın ardından uzun bir süre rehabilitasyon için fizik tedavi gördüm ve hareket kabiliyetim daha fazla kısıtlandı. ilk kez bu dönemde hastane odası benim ikinci bir evim gibi olmaya başlamıştı. yürüyüşümdeki aksaklık artık daha büyük boyutlara ulaşmıştı ve haliyle daha fazla dikkat çeker bir hal almıştım.

    2019 senesinin kasım ayında yine tam yeni durumumu kabullenip özel hayatımı düzene sokmaya çalışırken ve bedenimi yüzme sporuna göre adapte etmişken bu sefer bacağımdaki metal arkadaşın enfeksiyon sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kaldım. ağrı 2013 senesinden beri benim yoldaşım gibi bir şeydi zaten ama bu dönemde protezimin çıkması durumundan dolayı yaşadığım acı, beni çok zor durumda bırakıyordu. bunun takibinde metal arkadaşı yenilemek zorunda kaldık ve ben yine sil baştan bir düzen oturtmak durumundaydım. çünkü bu sefer metal arkadaşın yanına lenf ödem denilen bir nalet eklenmişti ve bacağım normal boyutlara göre daha fazla şişiyordu.

    2022 senesinin yaz ayları, belki de hayatımın son mutlu günleri. uzun zaman sonra organize olup gittiğim datça tatilimin burnumdan geleceği aklımın ucundan bile geçmezdi. devamında çekeceğim devasa boyutlardaki ağrıyı tahmin bile edemezdim. şiddetli ağrılarımdan dolayı apar topar kaldırıldığım hastane odasından hergün normalde bir insanın hayatını değiştirebilecek düzeyde olan başka başka haberler alıyordum. gözlerimdeki bütün yaşları 2013 senesinde akıttığımı düşünen beni bile şaşırtacak derecede hala yaş kaldığını farketmiştim. bir gün lenf nakli ameliyatı planlarken, diğer gün kanserimin nüksettiğini öğreniyorum ve saçlarımı sıfıra vurduruyorum. ertesi gün de acilen riskli bir ameliyat olmam gerektiğini ve bacağımdaki sinir hücrelerinin tümörler tarafından sarıldığı bilgisini bana aktarıyorlardı. tabi günde 4 doz morfin ve antibiyotik alırken, çok çok şiddetli bir ağrı ile bu haberleri öğrenmek işin cabası. bu sefer işimin zor olduğunu biliyordum, çünkü eski gücüm yoktu. uzun zamandır hayal kurmayı bırakmıştım. çünkü ne zaman bir hayal kursam ya da başıma iyi birşeyler gelse, biliyorum ki kendimi yine hastanede bulacaktım. 30 yaşında ve hiçbir hayali olmayan bir insan olmak belki de bu uzun sürecin tahmin edemeyeceğim en acı sonucu olmuştu. çünkü artık ağrısız, huzurlu bir uykum bile yok. tek arkadaşım morfinler olmuştu.

    30 ekim 2022 sabahında öğrendim ki o gün sağ bacağımla belki de diğer vücudumla son günümdü. ertesi gün ölüm riskinin dahil olduğu büyük bir ameliyata girecektim. en acısı da bu ameliyatla ilgili onay formunu kendi ellerimle doldurmamdı. insanın kendi ölüm fermanını kendi imzalaması söyleyişini fiziken gerçeğe dönüştürmüş olmuştum. yazının başlığı da “amputasyon izni” olarak seçilmişti. tek tek her kelimesini kendi ellerimle yazmıştım fermanımın. belli ki hayat artık bana en sert kozlarını oynuyordu.

    ameliyat öncesi geçirdiğim son gün şu ana kadar ki en kara günüm olabilir. şöyle düşünün, bir sabah yarı uykulu bir şekilde ağrılarınızla beraber yatağınızda yatarken doktorunuz yanında 2 kişiyle beraber bir anda odanıza giriyor. aslında siz de bir yandan onu bekliyorsunuz çünkü ertesi gün ameliyat olacağınız kesin, ama detayları bilmiyorsunuz. tek bildiğiniz kelimeler riskli olduğu ve tarafınızdan izin alınması gerektiği. bu kısıtlı verilerle kafanızda bir şeyler canlanmıyor. ve doktorunuz karşınıza geçip size acı gerçeği bir bir açıklamaya başlıyor: “bacağını karnının altından itibaren almak zorundayım başka şansımız yok, ameliyatın akışına göre her şey belirlenecek şu an tam olarak neleri alacağım belli değil ama ortopedinin en riskli ilk 3 ameliyatından birine gireceksin. haliyle ölüm riski de çok yüksek. senden kendi el yazınla yazılmış bir onay metni almak zorundayım, eğer bu ameliyatı reddedersen malesef seni daha ağrılı ve çok daha kötü bir dönem bekliyor. eğer bu ameliyatı şu an yapmazsak da bir daha yapma şansımız hiç olmayacak.”tam olarak hatırladığım cümleler bunlar. tamamen hareketsiz kaldım bunları duyduktan sonra. ardından gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı ve annemin karşı odada bayıldığını hatırlıyorum. bu zor anı sadece 2 kişi göğüslemek zorunda kalmıştık. bunun devamında bir insanın belki de en zor zamanında yazılan ve kendi için kurabileceği en ağır cümleleri içeren o yazıyı yazmıştım; “amputasyon izni”. pazar günü ve gecesi sadece dakikaları ve saatleri saymakla geçmişti. ameliyatın ertesi gün öğlen 1 de olacağını biliyordum ve saatin her ilerleyişi, beni çok farklı bir duruma/bilinmeze yaklaştırıyordu. o gün 2 kere sedyeyle hastane önüne hava almaya çıkarıldım. belki de aldığım son temiz havalardı. bunu bile bilmeden soğuk havayı içime çekiyordum. içimden de herkes bir kere ölürken ben neden sürekli ölmek zorundayım diyordum. çünkü artık gerçekten çok yorgundum. o gece haliyle geçmek bilmedi, biraz uyudum biraz uyandım biraz gözüm açık tavana biraz boş boş etrafa baktım ama tek bildiğim şey ağzımdan çok nadir kelimenin çıktığıydı. o gün döktüğüm gözyaşı, kullandığım kelimelerden çok daha fazlaydı buna eminim.

    2022’deki ameliyatı uzun bir tedavi ve rehabilitasyon sürecinin ardından mucizevi bir şekilde atlatmayı başarmıştım. ama vücudumdaki hastalık hala bitmemişti. onkolojik tedavi devam etmek zorundaydı.

    ve günümüze gelirsek, yine hastalığım kontrol edilmeyen bir şekilde nüksetti. ağrılı gecelerim ve morfinli ilaçlarım geri geldi. yorgunum, halsizim, uyuyamıyorum.

    2013 ten beri hayatla aramızda bir anlaşmazlık var. o beni ne kadar istemedikçe ben tam tersine ona tutunmaya çalıştım. her seferinde günden güne değişen fiziksel durumuma rağmen farklı uğraşlar, farklı çabalar aradım. ancak hayat bu sefer öyle bir acıyla beni kendinden itmeye başladı ki artık tutunabilecek gücüm de kalmadı.. tek isteğim ağrısız, acısız, huzurlu bir ortam.

    bu arada tüm bu bahsettiğim hikayede kendimi en mutlu hissettiğim anlar hep galatasarayla ilgili konular oldu. belki de galatasaray beni hayata bağlayan dallardan biriydi.
App Store'dan indirin Google Play'den alın