245
şampiyonlar liginde gruptan çıkmak vs 3. olup uefa'ya gitmek başlığını görünce uefa kupasına şahitlik eden bir orta okul talebesinin yaşadıklarını, hissettiklerini anlatayım istedim. peşinen şunu belirteyim, bu versustaki gibi bir tercih yoktu o zamanlar ve yine olmamalı. biraz hayatın akışına kendini bırakmak ve hayatın getireceklerine odaklanmak en doğrusu.
uefa kupasına giden yol aslında 28 eylül 1999 chelsea galatasaray maçı ile başlamıştı. fırtına gibi girdiğimiz, topun çizgiyi geçmesine rağmen gol kararı verilmeyen pozisyon belki de koca sezonun kırılma anıydı. sonrasında tafi’nin kırmızı kartla atılması derken, ingiltere’den hüsranla dönmek zorunda kalmıştık. kabullenmesi zor bir sonuçtu ama istanbul’daki maç için de umutla karışık öfke ve hırs damarlarımıza zerk olmuştu bir kere.
asıl yıkıcı olan 20 ekim 1999 galatasaray chelsea maçıydı. o kadar da iyi değiliz galiba düşüncelerini beraberinde getiren 5-0'lık bir sonuç ve ben dahil birçoğumuzun gardını düşüren maç...
iki chelsea mağlubiyeti sonrası anlık bir hata, telafisi olmayan bir son demekti. hem de 6 gün içinde toparlanarak almanya deplasmanına gitmek zorundaydık (bkz: 26 ekim 1999 hertha berlin galatasaray maçı). neyse ki zoru kolaya çevirebildik ve en önemlisi gruptaki son maç için inanılmaz bir sinerji yarattı imparator. almanlara, milan’ı da yenip uefa kupasında devam edeceğiz, size de şampiyonlar liginde başarılar derken çoktan herkesi kenetlemişti. chelsea maçları sonrası bir kıvılcım beklerken, almanya’dan alev alıp dönüyorduk.
sonrası bildiğimiz 3-2’lik milan maçı. evet herkesin dile getirdiği gibi 2-1 gerideyken, bir an olsun elenebileceğimiz ihtimali aklımıza gelmedi. bunun baş mimarı da o gece, ali sami yen’i tıka basa dolduran taraftarlardır. sanki maç sonucu tek alternatifliydi ve bir mucize olacaktı. oldu da...bu epik son bile birçoğumuz için yeterli olabilecekken, bazılarımıza yetmemiş. sağolsun. bunu da final maçından önceki konuşmasından öğrendik yıllar sonra. “sonuna kadar gideriz, gidersiniz.”
hiç dillendirilmeyen ama bence en zor eşleşmelerden biri bologna eşleşmesiydi. kağıt üstünde en rahat olması beklenen rakipken, her iki maçın son dakikaları geçmek bilmedi. o zamanları düşününce idrak edebildik einstein’ın nasıl parlak bir zeka olduğunu. bu maçla ilgili hatırımda kalan, bitiş düdüğüyle birlikte kendinden geçen iki arkadaşın, aynı sırada oturan 8-10 kişilik bir grubu domino taşı gibi devirmesiyle ortalık karışacak diye beklerken, sevince hep birlikte yerde devam edilmesi, herkesi yıkan yaşça küçük arkadaşın havaya fırlatılması gibi absürd bir enerji boşalmasına sebep olan eşleşmedir bu eşleşme.
sıradaki rakip dortmund’du ve bir kaç sene önce şampiyonlar ligini kazanmıştı. kadro olarak eski gücünde olmadığını bilsek de rakibin ismi ürkütüyordu. stadla ilk bağlantı yapıldığında sanki bir yanılmasa içindeydik. tamam gurbetçilerin maça geleceğini tahmin ediyorduk ama her taraf sarı-kırmızı ya da kırmızı-beyazdı. organize olmadan bu kadar organize başka bir taraftar harekatı var mıdır bilmiyorum. komşularının, arkadaşlarının kombinelerini tek maçlığına satın alan gurbetçilerimiz bize hiç yabancılık çektirmediler. türkiye sizinle gurur duyuyor diyebilmek ve bir türk takımını izleyebilmek için önemli maddi fedakarlık yapan yurttaşlarımız neyse ki evlerine mutlu dönüyorlardı. hafızam beni yanıltmıyorsa bu maç sonrası bir gurbetçi vatandaşımız gözleri dolu ama gururla yarın işe başımız dik gideceğiz, yıllarca bizle dalga geçtiler şimdi biz dalga geçeceğiz onlarla demişti. o günkü atmosferin en sade ve en samimi itirafıydı söyledikleri. dortmund galibiyeti ve turu kolaylamanın yanında ertesi gün gurbette işe başı dik gidecek milyonlarca insanımız için de sevindik o gece. ikinci maçı da rakibi uyutarak bitirdik.
uefa kupasında son sekiz takım arasındaydık artık. mallorca bir sene önce ligi üçüncü sırada bitirmiş ve kadrosunda eto’o, tristan, ibagaza, lauren, stankovic falan var. kalede de bizim leo franco*. 16 mart 2000 real mallorca galatasaray maçını hayatımda ilk defa deneyimleyeceğim projektör vasıtasıyla izleyecektik. bembeyaz bir duvar ve sadece projektör ışığının olduğu zifiri karanlık büyük bir toplantı odası. tüplü televizyon ve sigara dumanından göz gözü görmeyen kahvehanelerden sonra aşırı nezih bir ortam. hayır ortam nezih olsa n’olur, yayın yok. sürekli birileri gidip geliyor anlık maç görüntüsünü alıyoruz ama tekrar yayın gidiyordu. ilk yarıyı izleyemeden bitirdik, bu anlık görüntülerden de maçın skorunu takip etmeye çalışıyoruz. en son yataktan kaldırıp bir amcayı getirmişler. hayatı boyunca almadığı hayır duasını almıştır o gece. ikinci yarı başında yayın geldi. bir anda tufan gürültü...çoluğu çocuğu, yaşlısı, ergeni herkes sandalyelerin üstünde, 15-20 dakika önce attığımız ama bizim haberimiz olmayan gole seviniyoruz. hayatımda yaşadığım saçmalıklarda ilk üçe girer bu gol sevinci. tam oturduk yerleşiyoruz, arka sıralardan beyler oturalım sesleri yükselmeye başladı, şakkadanak ikiyi bulduk. yine ortalık toz duman, kıyamet. iki, üç, dört goller geldikçe keyifler yükseldi. ulan ne kova kaleciymiş, eto’o bitmiş* muhabbetleri arasında turu cebimize koyduk. bir hafta sonraki rövanş her ne kadar yavan geçse de dortmund maçının aksine bu sefer kazanıyorduk.
yarı final diye bir yerdeyiz. dört tane takım kalmış, biri biziz. insan garipsiyor. lens var onu istiyoruz, arsenal’le finalde karşılaşalım, üst üste iki ingiliz zorlar falan diyoruz kendi aramızda. kuralar çekildi, leeds geldi. fişek gibi takım. üstüne bir de istanbul’daki olaylar. tatsız tuzsuz bir ilk maç ama neticede 2-0’lık tertemiz bir galibiyet. ikinci maç için her akşam ana haberleri takipteyiz. ilk günkü gerginlik aynı seviyede, belki de artarak devam ediyor ve gram yumaşama yok ingilizlerde. ilk maç öncesi olaylar olmasa çok daha rahat edebileceğimiz eşleşme, hayat memat meselesine döndü. üstüne ikinci maç da baya sıkıntılı başladı, baskıyla birlikte sahada dayak yiyoruz ama kimsenin sesi çıkmıyor. es kaza araya bir tane sıkıştırsalar, tüm stat üstümüze çullanacak. allahtan hagimiz vardı. hani o hadi koçum, hadi aslanım, hadi koçum var ya? işte o maç bu maç (bkz: 20 nisan 2000 leeds united galatasaray maçı). hagi’nin golü sonrası bence takım da biz de rahatladık. ingilizler de artık buradan dönmeyeceğini kabullendi ve ilk defa bir türk takımı finale çıkıyordu.
hiç bilmediğimiz, hiç tecrübe etmediğimiz bir yerdeyiz. rüya desen değil, bir yandan da gerçek olamayacak kadar güzel. ikinci leeds maçından sonra neredeyse 1 aylık bir boşluk var. türkiye ligi, türkiye kupası falan umrumuzda değil. henry’i, bergkamp’ı, overmars’ı nasıl durdururuz, vieira’yı nasıl geçeriz diye düşünüyoruz. sonra daha suker, kanu falan var diyoruz. oynadığım ilk menajerlik oyununda yaptığım, ilk kariyer arsenal olduğu için kadroya aşırı hakimim. keşke olmasam. oyunda da gerçek hayatta da akıyor takım. kendimce zayıf halka parlour, dixon, keown, adams falan diyorum. arsenalle yaptığım ilk icraat sağ bek ve sağ açık almak olduğu için. 17 mayıs yaklaştıkça, üç günlük mizah, spor, magazin tüm malzemeyi tüketiyoruz ama daha günü yeni yarılamışız. ana gündemimiz tabi arsenal. abi final de büyük başarı falan goy goyu dönse de eminim herkesin kafada o kupanın kaldırıldığı anı ölümsüzleştirme isteği var. o hazzı yaşama isteği diğer bütün duygulara baskın geliyor ve endişelenmene fırsat vermiyor. arada diyarbakır’da türkiye kupası maçı oynuyoruz. bizim gibi futbolcuların da pek umrunda değil. ama fatih hoca durumunda farkında. maç gününe kadar nasıl geldik, nasıl sabredebildik inanın bilmiyorum. maç saatine kadar ne yaptık onu da bilmiyorum. bir tek ilk düdükle birlikte içimi inanılmaz bir korku kapladığını hatırlıyorum. kupayı kazanma hazzı falan dedim ya, yalanmış. bildiğin kendimizi kandırıyomuşuz. topu her kaybettiğimizde şimdi yicez işte hissi üstesinden gelmesi çok zor bir his ve bütün maç devam etti. üstüne maç uzadı, hagi atıldı iyice yay gibi olduk. maç oynanırken kimseden çıt çıkmıyor. mahallede sıfır gürültü. bence herkes benim gibi ha yedik ha yiyoruz diye izliyor maçı. taa ki tafi’nin henry’nin altı pastan kafa vuruşunu çıkarana kadar. ve o an gelen bir rahatlama hissi. düşününce aşırı saçma ama insan tutunacak bir dal, uzanacak bir el ararken, o el 55 ekran televizyondan geliveriyor. 55 inç değil yanlış olmasın. neyse hakem fazla riske girmeyip maçı bitirdi.
bir sonraki rahatlama item’ı olarak yazı-turayı kazanmak ve bizimkilerin olduğu kaleyi seçmek var. bu da tamam. penaltı atışları başlayacak ve topun başına ilk kemik ergün geliyor. aldığım bütün rahatlama item’larını buyur kardeşim diyerek iade ediyorum ve sol ayaklı adama penaltı mı attırılır diyorum içimden. kesin kaçırdı totemleri arasında sakince gereğini yapıyor buz adam. bi bakıyorum suker hareketleniyor ergün’den sonra. arka planda iki solağın peş peşe iki penaltıyı gole çevirme olasılığını hesaplamaya çalışırken, sağolsun direğe nişanlayıveriyor suker abimiz. biz gerginiz ama penaltıcılarımız rahat. topun çizgiyi geçtiğine emin olduğum ana kadar hep ya kaçırırsak korkusu...arsenal’in üçüncü penaltıcısı vieira. o gün öyle çirkef top oynamıştı ki kamera açısına girdiği gibi çirkef herif kaçıracaksın diye bağırmaya başlıyorum. vieira’nın penaltıyı kaçıracağına tafi dahil herkesten daha çok inanmış olabilirim. yine de sevinmek için direkten dönen topun sahada en azından bir kez olsun sekmesini bekliyorum. son penaltı, popescu. bir kez daha neden hagi diyorum içimden. şimdi sen olsan...o ara, yıllar önceki bir sohbette stoperler risk almaz, iyi penaltı atar konuşmaları geliyor aklıma. belki o sohbet hiç olmadı bilmiyorum. ama benle birlikte eminim milyonlarca insanın böylesine umut kırıntılarına ihtiyacı vardı o seri penaltı atışlarında. popescu’nun da dediği gibi küçücük bir kale ve kocaman bir kaleci. sonrasında sahaya koşan bizimkilerle birlikte yere yığılıp kalan ben. tüm sokakta yankılanan cim bom bom sesleri ve darbukacı abi. senden de razıyız kral. kendimi dışarı atıp kalabalığa karışmak için yalvarıyorum resmen. “hadi” diye bir ses duyuyorum ama kimden geldiği zerre umurumda değil. tek bir kelimenin bir insanı nasıl sevinçten uçurabildiğine halen şaşırıyorum o anı her hatırladığımda. abartısız her yer düğün evi gibi, karnaval yeri gibi. cumhuriyet meydanı’na gitmeye imkan yok ama can bu çekiyor.
ertesi gün okul var malumunuz. bir de ders öncesi törende açtığımız galatasaray bayrağı. mikrofondaki her kimse artık, açılan bayrağa kayıtsız kalamayıp, uefa kupası şampiyonu galatasaray’ı tebrik ediyor ve sınıfa gidiyoruz, rererere rararara eşliğinde...
sanıyorum uyumadan geçirdiğim ilk gecem, 2000 yılında 17 mayısı 18 mayısa bağlayan gece. büyük birşey başardığımızın farkındaydık ama bu başarının ne denli büyük olduğunu yıllar geçtikçe idrak edebildik. sanki o gece daha çok sevinmeliydik, ne yaptıysak çok daha fazlasını yapmalıydık. eksik kaldık. aynı eksikliği yaşadığını düşündüğüm erden timur neyse ki bunu kapatmak için var gücüyle çalışıyor.
sözü fazla uzattık, son olarak diyeceğim odur ki; çocukluk aşkımsın...
uefa kupasına giden yol aslında 28 eylül 1999 chelsea galatasaray maçı ile başlamıştı. fırtına gibi girdiğimiz, topun çizgiyi geçmesine rağmen gol kararı verilmeyen pozisyon belki de koca sezonun kırılma anıydı. sonrasında tafi’nin kırmızı kartla atılması derken, ingiltere’den hüsranla dönmek zorunda kalmıştık. kabullenmesi zor bir sonuçtu ama istanbul’daki maç için de umutla karışık öfke ve hırs damarlarımıza zerk olmuştu bir kere.
asıl yıkıcı olan 20 ekim 1999 galatasaray chelsea maçıydı. o kadar da iyi değiliz galiba düşüncelerini beraberinde getiren 5-0'lık bir sonuç ve ben dahil birçoğumuzun gardını düşüren maç...
iki chelsea mağlubiyeti sonrası anlık bir hata, telafisi olmayan bir son demekti. hem de 6 gün içinde toparlanarak almanya deplasmanına gitmek zorundaydık (bkz: 26 ekim 1999 hertha berlin galatasaray maçı). neyse ki zoru kolaya çevirebildik ve en önemlisi gruptaki son maç için inanılmaz bir sinerji yarattı imparator. almanlara, milan’ı da yenip uefa kupasında devam edeceğiz, size de şampiyonlar liginde başarılar derken çoktan herkesi kenetlemişti. chelsea maçları sonrası bir kıvılcım beklerken, almanya’dan alev alıp dönüyorduk.
sonrası bildiğimiz 3-2’lik milan maçı. evet herkesin dile getirdiği gibi 2-1 gerideyken, bir an olsun elenebileceğimiz ihtimali aklımıza gelmedi. bunun baş mimarı da o gece, ali sami yen’i tıka basa dolduran taraftarlardır. sanki maç sonucu tek alternatifliydi ve bir mucize olacaktı. oldu da...bu epik son bile birçoğumuz için yeterli olabilecekken, bazılarımıza yetmemiş. sağolsun. bunu da final maçından önceki konuşmasından öğrendik yıllar sonra. “sonuna kadar gideriz, gidersiniz.”
hiç dillendirilmeyen ama bence en zor eşleşmelerden biri bologna eşleşmesiydi. kağıt üstünde en rahat olması beklenen rakipken, her iki maçın son dakikaları geçmek bilmedi. o zamanları düşününce idrak edebildik einstein’ın nasıl parlak bir zeka olduğunu. bu maçla ilgili hatırımda kalan, bitiş düdüğüyle birlikte kendinden geçen iki arkadaşın, aynı sırada oturan 8-10 kişilik bir grubu domino taşı gibi devirmesiyle ortalık karışacak diye beklerken, sevince hep birlikte yerde devam edilmesi, herkesi yıkan yaşça küçük arkadaşın havaya fırlatılması gibi absürd bir enerji boşalmasına sebep olan eşleşmedir bu eşleşme.
sıradaki rakip dortmund’du ve bir kaç sene önce şampiyonlar ligini kazanmıştı. kadro olarak eski gücünde olmadığını bilsek de rakibin ismi ürkütüyordu. stadla ilk bağlantı yapıldığında sanki bir yanılmasa içindeydik. tamam gurbetçilerin maça geleceğini tahmin ediyorduk ama her taraf sarı-kırmızı ya da kırmızı-beyazdı. organize olmadan bu kadar organize başka bir taraftar harekatı var mıdır bilmiyorum. komşularının, arkadaşlarının kombinelerini tek maçlığına satın alan gurbetçilerimiz bize hiç yabancılık çektirmediler. türkiye sizinle gurur duyuyor diyebilmek ve bir türk takımını izleyebilmek için önemli maddi fedakarlık yapan yurttaşlarımız neyse ki evlerine mutlu dönüyorlardı. hafızam beni yanıltmıyorsa bu maç sonrası bir gurbetçi vatandaşımız gözleri dolu ama gururla yarın işe başımız dik gideceğiz, yıllarca bizle dalga geçtiler şimdi biz dalga geçeceğiz onlarla demişti. o günkü atmosferin en sade ve en samimi itirafıydı söyledikleri. dortmund galibiyeti ve turu kolaylamanın yanında ertesi gün gurbette işe başı dik gidecek milyonlarca insanımız için de sevindik o gece. ikinci maçı da rakibi uyutarak bitirdik.
uefa kupasında son sekiz takım arasındaydık artık. mallorca bir sene önce ligi üçüncü sırada bitirmiş ve kadrosunda eto’o, tristan, ibagaza, lauren, stankovic falan var. kalede de bizim leo franco*. 16 mart 2000 real mallorca galatasaray maçını hayatımda ilk defa deneyimleyeceğim projektör vasıtasıyla izleyecektik. bembeyaz bir duvar ve sadece projektör ışığının olduğu zifiri karanlık büyük bir toplantı odası. tüplü televizyon ve sigara dumanından göz gözü görmeyen kahvehanelerden sonra aşırı nezih bir ortam. hayır ortam nezih olsa n’olur, yayın yok. sürekli birileri gidip geliyor anlık maç görüntüsünü alıyoruz ama tekrar yayın gidiyordu. ilk yarıyı izleyemeden bitirdik, bu anlık görüntülerden de maçın skorunu takip etmeye çalışıyoruz. en son yataktan kaldırıp bir amcayı getirmişler. hayatı boyunca almadığı hayır duasını almıştır o gece. ikinci yarı başında yayın geldi. bir anda tufan gürültü...çoluğu çocuğu, yaşlısı, ergeni herkes sandalyelerin üstünde, 15-20 dakika önce attığımız ama bizim haberimiz olmayan gole seviniyoruz. hayatımda yaşadığım saçmalıklarda ilk üçe girer bu gol sevinci. tam oturduk yerleşiyoruz, arka sıralardan beyler oturalım sesleri yükselmeye başladı, şakkadanak ikiyi bulduk. yine ortalık toz duman, kıyamet. iki, üç, dört goller geldikçe keyifler yükseldi. ulan ne kova kaleciymiş, eto’o bitmiş* muhabbetleri arasında turu cebimize koyduk. bir hafta sonraki rövanş her ne kadar yavan geçse de dortmund maçının aksine bu sefer kazanıyorduk.
yarı final diye bir yerdeyiz. dört tane takım kalmış, biri biziz. insan garipsiyor. lens var onu istiyoruz, arsenal’le finalde karşılaşalım, üst üste iki ingiliz zorlar falan diyoruz kendi aramızda. kuralar çekildi, leeds geldi. fişek gibi takım. üstüne bir de istanbul’daki olaylar. tatsız tuzsuz bir ilk maç ama neticede 2-0’lık tertemiz bir galibiyet. ikinci maç için her akşam ana haberleri takipteyiz. ilk günkü gerginlik aynı seviyede, belki de artarak devam ediyor ve gram yumaşama yok ingilizlerde. ilk maç öncesi olaylar olmasa çok daha rahat edebileceğimiz eşleşme, hayat memat meselesine döndü. üstüne ikinci maç da baya sıkıntılı başladı, baskıyla birlikte sahada dayak yiyoruz ama kimsenin sesi çıkmıyor. es kaza araya bir tane sıkıştırsalar, tüm stat üstümüze çullanacak. allahtan hagimiz vardı. hani o hadi koçum, hadi aslanım, hadi koçum var ya? işte o maç bu maç (bkz: 20 nisan 2000 leeds united galatasaray maçı). hagi’nin golü sonrası bence takım da biz de rahatladık. ingilizler de artık buradan dönmeyeceğini kabullendi ve ilk defa bir türk takımı finale çıkıyordu.
hiç bilmediğimiz, hiç tecrübe etmediğimiz bir yerdeyiz. rüya desen değil, bir yandan da gerçek olamayacak kadar güzel. ikinci leeds maçından sonra neredeyse 1 aylık bir boşluk var. türkiye ligi, türkiye kupası falan umrumuzda değil. henry’i, bergkamp’ı, overmars’ı nasıl durdururuz, vieira’yı nasıl geçeriz diye düşünüyoruz. sonra daha suker, kanu falan var diyoruz. oynadığım ilk menajerlik oyununda yaptığım, ilk kariyer arsenal olduğu için kadroya aşırı hakimim. keşke olmasam. oyunda da gerçek hayatta da akıyor takım. kendimce zayıf halka parlour, dixon, keown, adams falan diyorum. arsenalle yaptığım ilk icraat sağ bek ve sağ açık almak olduğu için. 17 mayıs yaklaştıkça, üç günlük mizah, spor, magazin tüm malzemeyi tüketiyoruz ama daha günü yeni yarılamışız. ana gündemimiz tabi arsenal. abi final de büyük başarı falan goy goyu dönse de eminim herkesin kafada o kupanın kaldırıldığı anı ölümsüzleştirme isteği var. o hazzı yaşama isteği diğer bütün duygulara baskın geliyor ve endişelenmene fırsat vermiyor. arada diyarbakır’da türkiye kupası maçı oynuyoruz. bizim gibi futbolcuların da pek umrunda değil. ama fatih hoca durumunda farkında. maç gününe kadar nasıl geldik, nasıl sabredebildik inanın bilmiyorum. maç saatine kadar ne yaptık onu da bilmiyorum. bir tek ilk düdükle birlikte içimi inanılmaz bir korku kapladığını hatırlıyorum. kupayı kazanma hazzı falan dedim ya, yalanmış. bildiğin kendimizi kandırıyomuşuz. topu her kaybettiğimizde şimdi yicez işte hissi üstesinden gelmesi çok zor bir his ve bütün maç devam etti. üstüne maç uzadı, hagi atıldı iyice yay gibi olduk. maç oynanırken kimseden çıt çıkmıyor. mahallede sıfır gürültü. bence herkes benim gibi ha yedik ha yiyoruz diye izliyor maçı. taa ki tafi’nin henry’nin altı pastan kafa vuruşunu çıkarana kadar. ve o an gelen bir rahatlama hissi. düşününce aşırı saçma ama insan tutunacak bir dal, uzanacak bir el ararken, o el 55 ekran televizyondan geliveriyor. 55 inç değil yanlış olmasın. neyse hakem fazla riske girmeyip maçı bitirdi.
bir sonraki rahatlama item’ı olarak yazı-turayı kazanmak ve bizimkilerin olduğu kaleyi seçmek var. bu da tamam. penaltı atışları başlayacak ve topun başına ilk kemik ergün geliyor. aldığım bütün rahatlama item’larını buyur kardeşim diyerek iade ediyorum ve sol ayaklı adama penaltı mı attırılır diyorum içimden. kesin kaçırdı totemleri arasında sakince gereğini yapıyor buz adam. bi bakıyorum suker hareketleniyor ergün’den sonra. arka planda iki solağın peş peşe iki penaltıyı gole çevirme olasılığını hesaplamaya çalışırken, sağolsun direğe nişanlayıveriyor suker abimiz. biz gerginiz ama penaltıcılarımız rahat. topun çizgiyi geçtiğine emin olduğum ana kadar hep ya kaçırırsak korkusu...arsenal’in üçüncü penaltıcısı vieira. o gün öyle çirkef top oynamıştı ki kamera açısına girdiği gibi çirkef herif kaçıracaksın diye bağırmaya başlıyorum. vieira’nın penaltıyı kaçıracağına tafi dahil herkesten daha çok inanmış olabilirim. yine de sevinmek için direkten dönen topun sahada en azından bir kez olsun sekmesini bekliyorum. son penaltı, popescu. bir kez daha neden hagi diyorum içimden. şimdi sen olsan...o ara, yıllar önceki bir sohbette stoperler risk almaz, iyi penaltı atar konuşmaları geliyor aklıma. belki o sohbet hiç olmadı bilmiyorum. ama benle birlikte eminim milyonlarca insanın böylesine umut kırıntılarına ihtiyacı vardı o seri penaltı atışlarında. popescu’nun da dediği gibi küçücük bir kale ve kocaman bir kaleci. sonrasında sahaya koşan bizimkilerle birlikte yere yığılıp kalan ben. tüm sokakta yankılanan cim bom bom sesleri ve darbukacı abi. senden de razıyız kral. kendimi dışarı atıp kalabalığa karışmak için yalvarıyorum resmen. “hadi” diye bir ses duyuyorum ama kimden geldiği zerre umurumda değil. tek bir kelimenin bir insanı nasıl sevinçten uçurabildiğine halen şaşırıyorum o anı her hatırladığımda. abartısız her yer düğün evi gibi, karnaval yeri gibi. cumhuriyet meydanı’na gitmeye imkan yok ama can bu çekiyor.
ertesi gün okul var malumunuz. bir de ders öncesi törende açtığımız galatasaray bayrağı. mikrofondaki her kimse artık, açılan bayrağa kayıtsız kalamayıp, uefa kupası şampiyonu galatasaray’ı tebrik ediyor ve sınıfa gidiyoruz, rererere rararara eşliğinde...
sanıyorum uyumadan geçirdiğim ilk gecem, 2000 yılında 17 mayısı 18 mayısa bağlayan gece. büyük birşey başardığımızın farkındaydık ama bu başarının ne denli büyük olduğunu yıllar geçtikçe idrak edebildik. sanki o gece daha çok sevinmeliydik, ne yaptıysak çok daha fazlasını yapmalıydık. eksik kaldık. aynı eksikliği yaşadığını düşündüğüm erden timur neyse ki bunu kapatmak için var gücüyle çalışıyor.
sözü fazla uzattık, son olarak diyeceğim odur ki; çocukluk aşkımsın...