8516
takımın bir parçası gibi mi yoksa sahibi gibi mi davranması gerektiğine karar vermesi gereken çok kalabalık topluluk. aslında bu kararı vermesi gereken grup, bu topluluğun tamamını kapsamıyor. çünkü galatasaray sözlük gibi platformların dışında kalan taraftarların çok çok azı takım hakkında bizler kadar kafa yoruyor. bu taraftar grubunun pek çoğu için haftalık skorlar, takımın golcüsü ya da takımın efsanelerinin ne yaptığı önemli sadece.
bizler buradaki fanusumuzda pek farkında değiliz belki ama, arda turan çok büyük bir kitle tarafından efsanemiz olarak görülmeye ve sevilmeye devam ediyor mesela. yaklaşık 30 milyonluk bir kalabalıktan bahsediyoruz, ve bu 30 milyonun %10'luk kesimi, bu sözlüktekiler kadar kafa yoruyorsa olan biten her olaya bu bile iyi bir orandır gerçekten.
bu noktada galatasaray sözlük, sosyal medyada galatasaraylı taraftarların birleşmesi adına ve fikirlerini beyan edip, söz konusu fikirleri yöneticilere ya da yönetime yakın kişilere duyurabilmesi adına muazzam bir platform. ama bu güç, yeterince kullanılıyor mu? bu da cevaplanması gereken bir diğer soru. ve buna dair belki başka bir entry hazırlarım.
burada cevabını aradığım soru, bu ekip olma ya da patronluk taslama ile ilgili olan ayrımla ilgili olan soru. uzun süredir görüyorum ki, sözlüğü aktif olarak kullanan yazarların pek çoğu, takımın sahibi olma güdüsüne daha yatkın hareket ediyorlar. öyle ki, en son beğendiği yönetim 10 yıl önceye ait, en son beğendiği teknik direktör keza benzer yıllara ait, en son beğendiği oyuncu hiç gelmemiş olan, en son beğendiği yardımcı antrenör henüz çalışmamış olan... *
asıl sorun daha farklı ama, takımın sahibi olmakta bir sorun yok çünkü. taraftar grubunun bir kısmı, pek tabii bu takımın kendisi olmadan var olamayacağını ve bu sebeple asıl önemli olan parçanın kendisi olduğunu, bu sebeple de bu takımın patronu olduğunu düşünebilir. ancak, söz konusu patron, mobbing yapıyor renktaşlarım. evet, bizler mobbing yapıyoruz. hem de öyle belli etmeden ya da farkında olmadan değil, alenen, küfürle, hakaretle mobbing yapıyoruz.
futbol takımımız, 30 futbolcudan ve çeşitli alanlarda profesyonel olarak bu işi yapan teknik kadrodan oluşuyor. onlara yardımcı olan kulüp çalışanları da var elbette. yani her sezon başlarken yaklaşık 100 kişilik bir ekip, bir takımın şampiyon olması için bir araya geliyor, gününün büyük bir kısmını antrenmanlarda vs. geçiriyor. ve haftada 1 ya da 2 maça çıkıp performans sergiliyor. bizler de, takımın sahibi olarak, o performansı izleyip, geride kalan 3-4 gün boyunca, haftada 1 maç varsa da 6 gün boyunca, o performansı ne kadar beğenmediğimizi kusuyoruz. bakın eleştiriyoruz ya da gelişim için öneride bulunuyoruz demiyorum, anlamlı harf bütünlüklerini bir araya getirip, kusuyoruz.
futbol, insanla oynanan bir oyun. bugün dünya'nın en yetenekli kulüplerinden biri olan manchester city bile, şampiyonluğu kendi elleriyle rakibine vermek üzere. yani onlar bile hata yapıyorlar. çünkü insan, doğası gereği hata yapar. bu iş, pek çok iş gibi bilinen bir şeyin benzer değişkenlerle sürekli tekrarına dayanan bir iş değil ki, inanılmaz bilinmeyenlerin bir araya gelmesi sonucu oluşan fırsatlarda yeteneğinizi gösterebilmeye bağlı bir iş. peki, sevgili patronlar, hepimize soruyorum:
"iş yerinizde önemli bir sunum yapmadan önce patronunuz ve sizi izleyen başka iş arkadaşlarınız tarafından her hafta, her gün küfür ve hakaretle karışık bir yetersizlikle suçlanıyor olsanız, dünyanın en iyi sunum yapan bireylerinden biri olsanız bile ne kadar performans verebilirsiniz?"
ya da;
"halı saha ya da büyük bir çim sahada sahaya çıkmadan önce, yeni bir takımla ya da arkadaş grubuyla oynuyorken, sahada ne kadar rahat kendi yeteneklerinizi gösterebilirsiniz? kendi potansiyelinizin üzerine çıkmanız, ancak ve ancak sahiplenici bir ekip ve kendinizi ait hissettiğiniz bir ortamda mümkün olmaz mı?"
bunlara pek çok eleştiri de getirilebilir elbette. hepsine de karşı argüman sunabilirim. ancak yeterince uzattım; bağlamak istediğim yer şurası:
ilk yarısı 2-0 geride kapanan bir maçı, kendi evimizde 3-2 çevirince o galibiyette pek tabi büyük payı olan taraftarın, bugün gelinen noktada da az da olsa sorumluluğu elbette vardır. patronu da olsak, ekibin bir parçası da olsak, bu takım ayağa kalktıktan sonra değil, düşerken de arkasında olmak, olduğumuz yerin ve büyüklüğümüzün borcudur. yok öyle kazanırken "taraftar sayesinde", kaybederken "taraftara rağmen" gibi sığ bir bakış açısı.
batıyorsak da çıkıyorsak da beraber olacak her şey. yönetim kötü olabilir, teknik direktör yetersiz olabilir. sahaya çıkan oyuncular, yetenekleri dahilinde ellerinden geleni yapıyorlar. biz arkalarında olursak, daha da fazlasını yaparlar. sezon biter, sonra yönetimi eleştiririz, teknik direktörü eleştiririz, kendimizi eleştiririz. ama sezon devam ederken, değişemeyecek tek şey oyuncularımızken, şu gençleri bir rahat bırakalım artık. tepkiyi dile getirmenin yaratıcı yüzlerce yolu var; futbolda gelişim isterken, yönetim zihniyetinde yenilik isterken, biraz da taraftar zihniyetini sorgulayalım;
son 30 yılda, tribünlerde, sloganlarda, tepki çeşitlerinde ne değişmiş?
bizler buradaki fanusumuzda pek farkında değiliz belki ama, arda turan çok büyük bir kitle tarafından efsanemiz olarak görülmeye ve sevilmeye devam ediyor mesela. yaklaşık 30 milyonluk bir kalabalıktan bahsediyoruz, ve bu 30 milyonun %10'luk kesimi, bu sözlüktekiler kadar kafa yoruyorsa olan biten her olaya bu bile iyi bir orandır gerçekten.
bu noktada galatasaray sözlük, sosyal medyada galatasaraylı taraftarların birleşmesi adına ve fikirlerini beyan edip, söz konusu fikirleri yöneticilere ya da yönetime yakın kişilere duyurabilmesi adına muazzam bir platform. ama bu güç, yeterince kullanılıyor mu? bu da cevaplanması gereken bir diğer soru. ve buna dair belki başka bir entry hazırlarım.
burada cevabını aradığım soru, bu ekip olma ya da patronluk taslama ile ilgili olan ayrımla ilgili olan soru. uzun süredir görüyorum ki, sözlüğü aktif olarak kullanan yazarların pek çoğu, takımın sahibi olma güdüsüne daha yatkın hareket ediyorlar. öyle ki, en son beğendiği yönetim 10 yıl önceye ait, en son beğendiği teknik direktör keza benzer yıllara ait, en son beğendiği oyuncu hiç gelmemiş olan, en son beğendiği yardımcı antrenör henüz çalışmamış olan... *
asıl sorun daha farklı ama, takımın sahibi olmakta bir sorun yok çünkü. taraftar grubunun bir kısmı, pek tabii bu takımın kendisi olmadan var olamayacağını ve bu sebeple asıl önemli olan parçanın kendisi olduğunu, bu sebeple de bu takımın patronu olduğunu düşünebilir. ancak, söz konusu patron, mobbing yapıyor renktaşlarım. evet, bizler mobbing yapıyoruz. hem de öyle belli etmeden ya da farkında olmadan değil, alenen, küfürle, hakaretle mobbing yapıyoruz.
futbol takımımız, 30 futbolcudan ve çeşitli alanlarda profesyonel olarak bu işi yapan teknik kadrodan oluşuyor. onlara yardımcı olan kulüp çalışanları da var elbette. yani her sezon başlarken yaklaşık 100 kişilik bir ekip, bir takımın şampiyon olması için bir araya geliyor, gününün büyük bir kısmını antrenmanlarda vs. geçiriyor. ve haftada 1 ya da 2 maça çıkıp performans sergiliyor. bizler de, takımın sahibi olarak, o performansı izleyip, geride kalan 3-4 gün boyunca, haftada 1 maç varsa da 6 gün boyunca, o performansı ne kadar beğenmediğimizi kusuyoruz. bakın eleştiriyoruz ya da gelişim için öneride bulunuyoruz demiyorum, anlamlı harf bütünlüklerini bir araya getirip, kusuyoruz.
futbol, insanla oynanan bir oyun. bugün dünya'nın en yetenekli kulüplerinden biri olan manchester city bile, şampiyonluğu kendi elleriyle rakibine vermek üzere. yani onlar bile hata yapıyorlar. çünkü insan, doğası gereği hata yapar. bu iş, pek çok iş gibi bilinen bir şeyin benzer değişkenlerle sürekli tekrarına dayanan bir iş değil ki, inanılmaz bilinmeyenlerin bir araya gelmesi sonucu oluşan fırsatlarda yeteneğinizi gösterebilmeye bağlı bir iş. peki, sevgili patronlar, hepimize soruyorum:
"iş yerinizde önemli bir sunum yapmadan önce patronunuz ve sizi izleyen başka iş arkadaşlarınız tarafından her hafta, her gün küfür ve hakaretle karışık bir yetersizlikle suçlanıyor olsanız, dünyanın en iyi sunum yapan bireylerinden biri olsanız bile ne kadar performans verebilirsiniz?"
ya da;
"halı saha ya da büyük bir çim sahada sahaya çıkmadan önce, yeni bir takımla ya da arkadaş grubuyla oynuyorken, sahada ne kadar rahat kendi yeteneklerinizi gösterebilirsiniz? kendi potansiyelinizin üzerine çıkmanız, ancak ve ancak sahiplenici bir ekip ve kendinizi ait hissettiğiniz bir ortamda mümkün olmaz mı?"
bunlara pek çok eleştiri de getirilebilir elbette. hepsine de karşı argüman sunabilirim. ancak yeterince uzattım; bağlamak istediğim yer şurası:
ilk yarısı 2-0 geride kapanan bir maçı, kendi evimizde 3-2 çevirince o galibiyette pek tabi büyük payı olan taraftarın, bugün gelinen noktada da az da olsa sorumluluğu elbette vardır. patronu da olsak, ekibin bir parçası da olsak, bu takım ayağa kalktıktan sonra değil, düşerken de arkasında olmak, olduğumuz yerin ve büyüklüğümüzün borcudur. yok öyle kazanırken "taraftar sayesinde", kaybederken "taraftara rağmen" gibi sığ bir bakış açısı.
batıyorsak da çıkıyorsak da beraber olacak her şey. yönetim kötü olabilir, teknik direktör yetersiz olabilir. sahaya çıkan oyuncular, yetenekleri dahilinde ellerinden geleni yapıyorlar. biz arkalarında olursak, daha da fazlasını yaparlar. sezon biter, sonra yönetimi eleştiririz, teknik direktörü eleştiririz, kendimizi eleştiririz. ama sezon devam ederken, değişemeyecek tek şey oyuncularımızken, şu gençleri bir rahat bırakalım artık. tepkiyi dile getirmenin yaratıcı yüzlerce yolu var; futbolda gelişim isterken, yönetim zihniyetinde yenilik isterken, biraz da taraftar zihniyetini sorgulayalım;
son 30 yılda, tribünlerde, sloganlarda, tepki çeşitlerinde ne değişmiş?