47
--- alıntı ---
ben mi bu konuya taktım, onlar mı abarttı bilemiyorum.. üzerinden birkaç gün geçti ama hala aklımda hakan ünsal’ın milan baros için söylediği “türk olsaydı ameliyat olmazdı” sözleri. yani bir yandan türk olsaydı fedakarlığından ameliyat olmazdı diyor, bir yandan da türk olsaydı ameliyat oldurtmazlardı demek istiyor. anlaşılan zamanında futbolcu olan şimdinin gazetecileri, yorumcuları çok çekmişler yabancı meslektaşlarından. daha çok para almalarından, deplasmana gitmemelerinden, ayrıcalıklı muamele görmelerinden. neye göre ayrıcalıklı? kendilerine göre. yemeklerde onlara kuru fasulye pilav, berikilere portakallı ördek mi çıkıyor acaba, insan merak etmeden duramıyor.
aslında derdimiz aynı: çifte standart. mesela hakan şükür, futbol hayatına devam etmek için katar’a gidecekse, daha fazla para isteyebiliyor. çünkü orası katar. oysa burası dünyanın en güzel ülkesi, en iyi mutfak bizde, en iyi oteller, restoranlar, doğal güzellikler... peru’yu hiç görmemiş, dubai’de 7 yıldızlı bir otelde kalmamış, atina’da gece çıkmamış, 3 yıldızlı bir michelin restoranında yemek yememiş kişiler anlatıyorlar da anlatıyorlar; “dünyanın en güzel mutfağı bizde, en güzel doğal güzellikler, en iyi oteller, gece hayatı...” katar’da doğmuş olsalardı, dünyanın en güzel ülkesi katar olacaktı muhakkak, onların çöldeki vahasına gelmeyen hakan şükür de bir yabancı! ayıp değil mi bu devirde ‘doğum milliyetçiliği’ yapmak? sanki herhangi birimiz doğmadan seçebilmişiz gibi milliyetimizi? bu ülkede giderek artan bir orand insanlar fırsatını bulsa kapağı yurtdışına atmak istemiyormuş gibi?
ki hakan ünsal’ın kendisi de ‘yabancı’ statüsünde oynadı yurtdışında. pek de oynayamadı ya, neyse... belki orada çok çektiği için ‘yabancı düşmanlığından’, kendi kendine söz vermiştir, “ben ülkeme dönünce size yapacağımı bilirim” diye. doğruya doğru, benzer şeyler söylediğimiz oluyor bizim de, diyelim vize kuyruğunda beklerken, pasaport polisi tarafından aşağılanırken, yurtdışında hiç haketmediğimiz kötü muamelelere maruz kalırken. kendi kendimize diyoruz ki “keşke biz de yapsak aynısını; vizeyse vize, kuyruksa kuyruk, kötü muameleyse kötü muamele”. o sinirle. ama o sinirle!... sonra geçiyor. çünkü, ‘o muamele kötü’ ve aynısını biz yapınca birdenbire iyi olmuyor. iki yanlış, bir doğru etmiyor. kötü insanlar her yerde var. bizde de, orada da... iyiler de öyle...
bir zamanlar “kademeye girmeyi reinhard stumpf’tan öğrendim” demek ayıp değildi bu ülkede, hagi’den profesyonelliği, popescu’dan düzgün yaşamayı, derwall’den futbolun doğrularını öğrenebiliyorduk. ama devir değişti, şimdi öğrenmek değil, öğretmek moda... bildiğini öğretmek, yanlış bildiklerini de, bildiğin kadar...
‘kariyerime avrupa’da bir takımda’
kariyerine avrupa’da bir takımda devam etmek istemeyen bir futbolcumuz yok ama hangi avrupa belli değil. portekiz mi? belçika mı? fransa mı? hadi be futboldan anlamaz kadın, tabii ki ingiltere! e, blackburn ya da middlesborough kesmezken kimseyi, ailesini, arkadaşlarını, sevgililerini, yaşam standartlarını, kapılarda karşılanıp, hesap alınmadan uğurlanmaları bırakıp sıfırdan başlamak kolay değil tabii. gerçekten çok cazip bir kontrat olmadığı sürece kimsenin gittiği de yok zaten. neden gitsin ki?
ama birisi bizimkilere yabancı futbolcuların çocuk esirgeme kurumlarından alınmadığını çıtlatmalı; onların da aileleri, arkadaşları, iyi kötü bir yaşam standartları ve kafalarında da hiç tanımadıkları türkiye’ye gelmenin bir bedeli var. kendileriyle aynı ‘kariyer planını’ yaptı diye kızılmaz ki birine? yabancılar daha pahalıymış türklerden... e aslında, bunu söyleyenlern kazakları armani, arabaları maserati, ayakkabıları gucci, saatleri ıwc... öyle diyorlarsa vardır bir bildikleri...
--- alıntı ---
banu k. yelkovan - radikal
ben mi bu konuya taktım, onlar mı abarttı bilemiyorum.. üzerinden birkaç gün geçti ama hala aklımda hakan ünsal’ın milan baros için söylediği “türk olsaydı ameliyat olmazdı” sözleri. yani bir yandan türk olsaydı fedakarlığından ameliyat olmazdı diyor, bir yandan da türk olsaydı ameliyat oldurtmazlardı demek istiyor. anlaşılan zamanında futbolcu olan şimdinin gazetecileri, yorumcuları çok çekmişler yabancı meslektaşlarından. daha çok para almalarından, deplasmana gitmemelerinden, ayrıcalıklı muamele görmelerinden. neye göre ayrıcalıklı? kendilerine göre. yemeklerde onlara kuru fasulye pilav, berikilere portakallı ördek mi çıkıyor acaba, insan merak etmeden duramıyor.
aslında derdimiz aynı: çifte standart. mesela hakan şükür, futbol hayatına devam etmek için katar’a gidecekse, daha fazla para isteyebiliyor. çünkü orası katar. oysa burası dünyanın en güzel ülkesi, en iyi mutfak bizde, en iyi oteller, restoranlar, doğal güzellikler... peru’yu hiç görmemiş, dubai’de 7 yıldızlı bir otelde kalmamış, atina’da gece çıkmamış, 3 yıldızlı bir michelin restoranında yemek yememiş kişiler anlatıyorlar da anlatıyorlar; “dünyanın en güzel mutfağı bizde, en güzel doğal güzellikler, en iyi oteller, gece hayatı...” katar’da doğmuş olsalardı, dünyanın en güzel ülkesi katar olacaktı muhakkak, onların çöldeki vahasına gelmeyen hakan şükür de bir yabancı! ayıp değil mi bu devirde ‘doğum milliyetçiliği’ yapmak? sanki herhangi birimiz doğmadan seçebilmişiz gibi milliyetimizi? bu ülkede giderek artan bir orand insanlar fırsatını bulsa kapağı yurtdışına atmak istemiyormuş gibi?
ki hakan ünsal’ın kendisi de ‘yabancı’ statüsünde oynadı yurtdışında. pek de oynayamadı ya, neyse... belki orada çok çektiği için ‘yabancı düşmanlığından’, kendi kendine söz vermiştir, “ben ülkeme dönünce size yapacağımı bilirim” diye. doğruya doğru, benzer şeyler söylediğimiz oluyor bizim de, diyelim vize kuyruğunda beklerken, pasaport polisi tarafından aşağılanırken, yurtdışında hiç haketmediğimiz kötü muamelelere maruz kalırken. kendi kendimize diyoruz ki “keşke biz de yapsak aynısını; vizeyse vize, kuyruksa kuyruk, kötü muameleyse kötü muamele”. o sinirle. ama o sinirle!... sonra geçiyor. çünkü, ‘o muamele kötü’ ve aynısını biz yapınca birdenbire iyi olmuyor. iki yanlış, bir doğru etmiyor. kötü insanlar her yerde var. bizde de, orada da... iyiler de öyle...
bir zamanlar “kademeye girmeyi reinhard stumpf’tan öğrendim” demek ayıp değildi bu ülkede, hagi’den profesyonelliği, popescu’dan düzgün yaşamayı, derwall’den futbolun doğrularını öğrenebiliyorduk. ama devir değişti, şimdi öğrenmek değil, öğretmek moda... bildiğini öğretmek, yanlış bildiklerini de, bildiğin kadar...
‘kariyerime avrupa’da bir takımda’
kariyerine avrupa’da bir takımda devam etmek istemeyen bir futbolcumuz yok ama hangi avrupa belli değil. portekiz mi? belçika mı? fransa mı? hadi be futboldan anlamaz kadın, tabii ki ingiltere! e, blackburn ya da middlesborough kesmezken kimseyi, ailesini, arkadaşlarını, sevgililerini, yaşam standartlarını, kapılarda karşılanıp, hesap alınmadan uğurlanmaları bırakıp sıfırdan başlamak kolay değil tabii. gerçekten çok cazip bir kontrat olmadığı sürece kimsenin gittiği de yok zaten. neden gitsin ki?
ama birisi bizimkilere yabancı futbolcuların çocuk esirgeme kurumlarından alınmadığını çıtlatmalı; onların da aileleri, arkadaşları, iyi kötü bir yaşam standartları ve kafalarında da hiç tanımadıkları türkiye’ye gelmenin bir bedeli var. kendileriyle aynı ‘kariyer planını’ yaptı diye kızılmaz ki birine? yabancılar daha pahalıymış türklerden... e aslında, bunu söyleyenlern kazakları armani, arabaları maserati, ayakkabıları gucci, saatleri ıwc... öyle diyorlarsa vardır bir bildikleri...
--- alıntı ---
banu k. yelkovan - radikal