71
üzerinden iki sene geçmiş olan süpersonik maç.
saha içine dönersek allie quigley ve riquna williams arasındaki düello olarak hatırlanır ama esas farkı koyan gintare petronyte'nin 25 sayı - 12 ribaundluk performansıydı. hoş quigley 14 isabetle 37 sayı çıkarırken williams sadece 5 isabet bulabilmişti ama özellikle üçüncü çeyreğe kadar maçın kafa kafa gitmesinden ötürü attığı 5 tane üçlük 15 tane gibi gelmiştir maçı izleyenlere... petronyte-petronyte-kobryn üçlüsü pota altını canhıraş şekilde savunmuştu. rakibin sayılarının yarıdan çoğu dış atışlardan gelmişti. pota altına giremedikleri için cayır cayır dış şut atmışlardı. kaptanın da 12 asistini de ekleyince bizim takımda geriye bir istatistik kalmıyor zaten maça dair.
sabah havaalanında başlamıştı yine maç. daha doğrusu hatay'ın 20 sayı geriden turu vermesinden sonra finalin ikinci ayağının hatay yerine venedik'e taşınmasıyla. venedik'te maçı izleyecek kadar galatasaraylı olamadığımız için final serisinin ilk maçına gidebilecektik. karşılaşmanın gece saatlerinde olması sabahın kör karanlığı uçuşların yerine tatlı bir öğleden önce uçuşuna sevketmişti. havanın pırıl pırıl oluşu, gidiş geliş uçağın star alliance olması ve de check-in'deki görevlinin tanıdık olup iki uçuşa da kapı yanından yer vermesi günün güzel geçeceğine dair ilk emarelerdi. ortalama bir boyun üzerinde olup sürekli uçak kullanan herkes kapı yanının anlam ve önemine hakimdir bu arada...
istanbul'da da hafif sis hariç gayet güzel bir hava vardı. otobüste hippi ile şarapçı arasında giden bir vatandaşın "bir maç için gelinir mi ya manyak mısın" lafı... şimdilerde pilot olmuş eski bir sözlük yazarıyla "bir tatlı huzur almaya geldik kalamıştan" diye başlayan denize nazır oturmalı yolculuğumuz moda'nın ara sokaklarındaki kaybolmacalı bir parkurun ardından malum stadın ordaki metrobüs durağında bitmişti. kendisi işe gitmek için metrobüsten indiğinde salonla aramızda birkaç durak kalmıştı.
salon önüne gelip birkaç arkadaşla selamlaştıktan sonra içeri girdiğimizde maçın başlamasına yarım saatten fazla vardı. kikiri kokoro derken maç vakti geldi. dolu bir salon beklemiyorduk ama neredeyse 10 bin insan vardı. ahmet cömert'e 10 bin insan hiçbir kombinasyonla sığmazdı, abdi ipekçi cehennem olurd, ayhan şahenk falan alev alırdı ama sinan erdem olunca "kalabalık ama" olmuştu. yine de pota arkası tıklım tıkıştı, bench karşısı tribün yükünü almıştı. sezonu iç sahada 50 kişi ortalamayla oynayan takım için inanılmaz bir kitleydi. ama hem kupanın ikinci maça kalması, hem futbol takımının da şampiyonluk şansının devam etmesinden dolayı 2009 eurocup finalindeki kadar yakan bir tribün yoktu.
ilk yarı başa baş gitmişti aslında. quigley ve petronyte ile sayılar buluyorduk, rakip de potaya çok yanaşamasa da dış şutlarla oyunda kalmaya devam ediyordu. üçüncü çeyreğin ortalarına doğru bir yerde vites yükseldi, tribünde de sahada da... fark çift haneye çıkınca başlayan teker teker geçiyoruz turlarıyı hatırlıyorum en son... kendime geldiğimde maçın son topunda quigley 40 yapar mı diye bekliyordu herkes. maçtan sonra kutlamalar, pota arkasıyla takımın yaptığı sarı-kırmızı-şampiyon-cimbom'u... sürü halinde metroya yürüyüş ve ömrüm boyunca unutamayacağım bir sahne...
metroda şehre geri dönmek için bekleyen bir salon dolusu insan ve karşı peronda havaalanı yönüne gitmek için tek başına bekleyen ben...
metroda tek tük pilotlar, uçuş görevlileri, havaalanı çalışanları... üzerimdeki anı tshirtüne bakıp "nerden çıktı lan bu gecenin yarısı" şeklinde bazen iç bazen dıştan söylenmeler... havaalanının kapısındayım, check-in önceden yapılmış ama kapıda salondakilerden daha kalabalık bir kitle. ırkçılık gibi olmasın ama saç ektirme seansından dönmüş arap kardeşlerimiz. istanbula ara sıra gidip gelmeden kaynaklı reflekslerin sonucu kıvrak hareketlerle ilk kontrollerden hızlıca sıyrıldım. pasaport kontrolünde bir görevli, kuyruğu düzenlemeye çalışıyor. beni görünce oo galatasaray diyerek birazcık torpil yapıyor. uçağa giriyoruz yine ev konforunda bir koltuk, dedim ya o gün hep beklediğimiz gün olmasa da en çok yaklaştığımız gündü diye. yanımda iki eleman, ellerinde bir şişe. galibiyet primimiz de o şişeymiş işte, güle oynaya iniyoruz. sabahın 7 buçuğunda çıktığım eve gecenin 2 buçuğunda iniyorum. sabah 7de iş başı yapaken kulağımda hala salonun uğultusu çınlıyordu...
(bkz: tarihte bugün)
o değil de quigley ne topçuydu be. deplasmana gitmezdi, sevdiceğine rakip olmazdı ama çok büyük topçuydu çok...
saha içine dönersek allie quigley ve riquna williams arasındaki düello olarak hatırlanır ama esas farkı koyan gintare petronyte'nin 25 sayı - 12 ribaundluk performansıydı. hoş quigley 14 isabetle 37 sayı çıkarırken williams sadece 5 isabet bulabilmişti ama özellikle üçüncü çeyreğe kadar maçın kafa kafa gitmesinden ötürü attığı 5 tane üçlük 15 tane gibi gelmiştir maçı izleyenlere... petronyte-petronyte-kobryn üçlüsü pota altını canhıraş şekilde savunmuştu. rakibin sayılarının yarıdan çoğu dış atışlardan gelmişti. pota altına giremedikleri için cayır cayır dış şut atmışlardı. kaptanın da 12 asistini de ekleyince bizim takımda geriye bir istatistik kalmıyor zaten maça dair.
sabah havaalanında başlamıştı yine maç. daha doğrusu hatay'ın 20 sayı geriden turu vermesinden sonra finalin ikinci ayağının hatay yerine venedik'e taşınmasıyla. venedik'te maçı izleyecek kadar galatasaraylı olamadığımız için final serisinin ilk maçına gidebilecektik. karşılaşmanın gece saatlerinde olması sabahın kör karanlığı uçuşların yerine tatlı bir öğleden önce uçuşuna sevketmişti. havanın pırıl pırıl oluşu, gidiş geliş uçağın star alliance olması ve de check-in'deki görevlinin tanıdık olup iki uçuşa da kapı yanından yer vermesi günün güzel geçeceğine dair ilk emarelerdi. ortalama bir boyun üzerinde olup sürekli uçak kullanan herkes kapı yanının anlam ve önemine hakimdir bu arada...
istanbul'da da hafif sis hariç gayet güzel bir hava vardı. otobüste hippi ile şarapçı arasında giden bir vatandaşın "bir maç için gelinir mi ya manyak mısın" lafı... şimdilerde pilot olmuş eski bir sözlük yazarıyla "bir tatlı huzur almaya geldik kalamıştan" diye başlayan denize nazır oturmalı yolculuğumuz moda'nın ara sokaklarındaki kaybolmacalı bir parkurun ardından malum stadın ordaki metrobüs durağında bitmişti. kendisi işe gitmek için metrobüsten indiğinde salonla aramızda birkaç durak kalmıştı.
salon önüne gelip birkaç arkadaşla selamlaştıktan sonra içeri girdiğimizde maçın başlamasına yarım saatten fazla vardı. kikiri kokoro derken maç vakti geldi. dolu bir salon beklemiyorduk ama neredeyse 10 bin insan vardı. ahmet cömert'e 10 bin insan hiçbir kombinasyonla sığmazdı, abdi ipekçi cehennem olurd, ayhan şahenk falan alev alırdı ama sinan erdem olunca "kalabalık ama" olmuştu. yine de pota arkası tıklım tıkıştı, bench karşısı tribün yükünü almıştı. sezonu iç sahada 50 kişi ortalamayla oynayan takım için inanılmaz bir kitleydi. ama hem kupanın ikinci maça kalması, hem futbol takımının da şampiyonluk şansının devam etmesinden dolayı 2009 eurocup finalindeki kadar yakan bir tribün yoktu.
ilk yarı başa baş gitmişti aslında. quigley ve petronyte ile sayılar buluyorduk, rakip de potaya çok yanaşamasa da dış şutlarla oyunda kalmaya devam ediyordu. üçüncü çeyreğin ortalarına doğru bir yerde vites yükseldi, tribünde de sahada da... fark çift haneye çıkınca başlayan teker teker geçiyoruz turlarıyı hatırlıyorum en son... kendime geldiğimde maçın son topunda quigley 40 yapar mı diye bekliyordu herkes. maçtan sonra kutlamalar, pota arkasıyla takımın yaptığı sarı-kırmızı-şampiyon-cimbom'u... sürü halinde metroya yürüyüş ve ömrüm boyunca unutamayacağım bir sahne...
metroda şehre geri dönmek için bekleyen bir salon dolusu insan ve karşı peronda havaalanı yönüne gitmek için tek başına bekleyen ben...
metroda tek tük pilotlar, uçuş görevlileri, havaalanı çalışanları... üzerimdeki anı tshirtüne bakıp "nerden çıktı lan bu gecenin yarısı" şeklinde bazen iç bazen dıştan söylenmeler... havaalanının kapısındayım, check-in önceden yapılmış ama kapıda salondakilerden daha kalabalık bir kitle. ırkçılık gibi olmasın ama saç ektirme seansından dönmüş arap kardeşlerimiz. istanbula ara sıra gidip gelmeden kaynaklı reflekslerin sonucu kıvrak hareketlerle ilk kontrollerden hızlıca sıyrıldım. pasaport kontrolünde bir görevli, kuyruğu düzenlemeye çalışıyor. beni görünce oo galatasaray diyerek birazcık torpil yapıyor. uçağa giriyoruz yine ev konforunda bir koltuk, dedim ya o gün hep beklediğimiz gün olmasa da en çok yaklaştığımız gündü diye. yanımda iki eleman, ellerinde bir şişe. galibiyet primimiz de o şişeymiş işte, güle oynaya iniyoruz. sabahın 7 buçuğunda çıktığım eve gecenin 2 buçuğunda iniyorum. sabah 7de iş başı yapaken kulağımda hala salonun uğultusu çınlıyordu...
(bkz: tarihte bugün)
o değil de quigley ne topçuydu be. deplasmana gitmezdi, sevdiceğine rakip olmazdı ama çok büyük topçuydu çok...