30
hem bu sözlükte, hem de bu ülkede neden sıkıntı yarattığını kendimce anlatmaya çalışacağım şey.
1- üslupta sıkıntı.
ülkemiz maalesef beden eğitimi, din kültürü ve ahlak bilgisi, edebiyat, coğrafya hatta felsefe gibi derslerin çok da sallanmadığı bir ülke. bana kalırsa bunlar mühim mevzular. kişiye bir taban, bir dünya görüşü katacak şeyler. bugün sokakta bir yabancıyla tanışsanız ülkesi nerededir, kimlerle komşudur, tarihsel süreçte kabaca neler yaşamıştır bilseniz fena mı olur mesela? ya da yaşadığınız bir durumu antik yunan felsefesinden bir meseleyle birleştirerek düşünseniz? bir de bu bahsettiğim derslerin bir kısmı okutan, yazdıran şeyler. bu dili, üslubu, anlamayı geliştirir.
ülkemiz maalesef üslubun sıkıntılı olduğu bir ülke. ben bunu evimde yaşıyorum. babamın halama, halamın babama daha lütfen dediğini görmedim. ya siz arası iyi olan, günün büyük bölümünü keyifle geçiren insanlarsınız. birbirinize mutfaktan çekil demek yerine "canım işim var, mutfağa biraz ben girebilir miyim" falan deseniz ne olur? ama yok, ben bunu anlatamıyorum. yaşlılar diye mi, karakterlerinde mi yok bilmiyorum ama yok. bakın iki cümle de mutfağın boş bırakılmasını talep ediyor. ama biri nasıl kibar, diğeri nasıl ortamı gerecek şekilde kuruluyor.
2- ülke insanının ruh hali.
evet, o cümle: burası türkiye.
arkadaşlar ülkemiz %50'nin çok zor şartlar altında çalıştığı, %45'inde zor şartlar altında çalıştığı, üç kuruş kazandığı, üç kuruşun ertesi sabah iki kuruş değerine düşebildiği, dengesiz, tuhaf bir ülke. sokakta yürürken maganda kurşunu yeme ihtimaliniz var, araç sağlayan bir motorcunun bin bir emek aldığınız arabayı mahvetme ihtimali var, siz şeridinizde motosikletle giderken manyak bir araç sürücüsü tarafından katledilme ihtimaliniz var.
sığlığa gerek yok, bunlar dünyanın her yerinde oluyor. ama durkheim ne der anomali-normal meselesinde? örneğin her yerde cinayet işlenir. cinayet işlenmesi normaldir. anormal olan, bunun belirli değer üzerinde gerçekleşmesidir. bu saydıklarım bir ülkede haftada 10 kişinin başına geliyorsa bizde 1000 kişinin başına geliyor.
şöyle bir ülkede insanların tatlış, gelişime açık, eleştiriyi kendi süzgecinden geçirecek yapıda olmasını beklemek sanki biraz fazla şey beklemek oluyor. bir de ben etrafımda gerçekten bir eleştirinin ciddiye alındığını, bireyin kendi süzgecinden geçirip mantıklı bulduğu şeyleri değiştirdiğini toplasanız iki kere falan görmüşümdür.
3- okunanın anlaşılamaması.
şöyle örnekleyelim bunu.
yazılan: bence ziya doğan hoca'nın ayman'ı her gittiği yere transfer etmesi yanlış.
anlaşılan: seninananıavradınıteamspeakkavgası.
bu ülkede en çok duyduğum şey "sen beni yanlış anladın".
dil üç aşağı beş yukarı bir çeviri işidir. ben anlaşılamamayı anlıyorum bu arada. farklı kültürel referans çerçevelerinde yetişen insanlar aynı şeye farklı anlamlar yükleyebilir. x ülkesindeki kıza "çok güzelsin" dersen teşekkür eder. y ülkesindeki "uff snne be slk." der. güzelliğe ve güzelliğin ifade edilişine iki ülke de farklı anlamlar yüklemiştir. bir ülkede bu nezakettir, öbür ülkede "seks amaçlı iltifat"tır.
şimdi ben "a" dedim. bunu veli'ye söyledim. veli "a"yı anlamaz. "a"nın kendi kültürel çerçevesindeki anlamını anlar. ve bu çok normal.
ama arkadaşlar biz burada en azından tematik sözlükte bu temanın dilini ortak konuşabilelim. tamam hepimiz siyasette ters düşebiliriz, kültürde düşebiliriz, bu yüzden birbirimizi sevmeyebiliriz ki ben bu yüzden insanları sevmediğimi bu sözlükte de net şekilde dile getiriyorum, ama lütfen futbol konusunda anlaşabilelim.
fatih terim'i eleştiriyorsa biri, güzel okuyun. anlamaya çalışın. her eleştiri nefretten yapılmaz ki. nefret dolayısıyla eleştiri de yapılmaz zaten, olsa olsa bok atmak olur o. sizin yüzeyiniz parlak ve kaygan olsun bok yine atanın üzerine kayar düşer.
böyle işte. bunlar daha sosyolojik, antropolojik, felsefi, tarihsel sürece yönelik meseleler. kısaca toparlamaya çalıştım ama yine oldukça eksik ve dağınık oldu. yine de bir nebze anlaşılabilmiş olmayı umuyorum.
1- üslupta sıkıntı.
ülkemiz maalesef beden eğitimi, din kültürü ve ahlak bilgisi, edebiyat, coğrafya hatta felsefe gibi derslerin çok da sallanmadığı bir ülke. bana kalırsa bunlar mühim mevzular. kişiye bir taban, bir dünya görüşü katacak şeyler. bugün sokakta bir yabancıyla tanışsanız ülkesi nerededir, kimlerle komşudur, tarihsel süreçte kabaca neler yaşamıştır bilseniz fena mı olur mesela? ya da yaşadığınız bir durumu antik yunan felsefesinden bir meseleyle birleştirerek düşünseniz? bir de bu bahsettiğim derslerin bir kısmı okutan, yazdıran şeyler. bu dili, üslubu, anlamayı geliştirir.
ülkemiz maalesef üslubun sıkıntılı olduğu bir ülke. ben bunu evimde yaşıyorum. babamın halama, halamın babama daha lütfen dediğini görmedim. ya siz arası iyi olan, günün büyük bölümünü keyifle geçiren insanlarsınız. birbirinize mutfaktan çekil demek yerine "canım işim var, mutfağa biraz ben girebilir miyim" falan deseniz ne olur? ama yok, ben bunu anlatamıyorum. yaşlılar diye mi, karakterlerinde mi yok bilmiyorum ama yok. bakın iki cümle de mutfağın boş bırakılmasını talep ediyor. ama biri nasıl kibar, diğeri nasıl ortamı gerecek şekilde kuruluyor.
2- ülke insanının ruh hali.
evet, o cümle: burası türkiye.
arkadaşlar ülkemiz %50'nin çok zor şartlar altında çalıştığı, %45'inde zor şartlar altında çalıştığı, üç kuruş kazandığı, üç kuruşun ertesi sabah iki kuruş değerine düşebildiği, dengesiz, tuhaf bir ülke. sokakta yürürken maganda kurşunu yeme ihtimaliniz var, araç sağlayan bir motorcunun bin bir emek aldığınız arabayı mahvetme ihtimali var, siz şeridinizde motosikletle giderken manyak bir araç sürücüsü tarafından katledilme ihtimaliniz var.
sığlığa gerek yok, bunlar dünyanın her yerinde oluyor. ama durkheim ne der anomali-normal meselesinde? örneğin her yerde cinayet işlenir. cinayet işlenmesi normaldir. anormal olan, bunun belirli değer üzerinde gerçekleşmesidir. bu saydıklarım bir ülkede haftada 10 kişinin başına geliyorsa bizde 1000 kişinin başına geliyor.
şöyle bir ülkede insanların tatlış, gelişime açık, eleştiriyi kendi süzgecinden geçirecek yapıda olmasını beklemek sanki biraz fazla şey beklemek oluyor. bir de ben etrafımda gerçekten bir eleştirinin ciddiye alındığını, bireyin kendi süzgecinden geçirip mantıklı bulduğu şeyleri değiştirdiğini toplasanız iki kere falan görmüşümdür.
3- okunanın anlaşılamaması.
şöyle örnekleyelim bunu.
yazılan: bence ziya doğan hoca'nın ayman'ı her gittiği yere transfer etmesi yanlış.
anlaşılan: seninananıavradınıteamspeakkavgası.
bu ülkede en çok duyduğum şey "sen beni yanlış anladın".
dil üç aşağı beş yukarı bir çeviri işidir. ben anlaşılamamayı anlıyorum bu arada. farklı kültürel referans çerçevelerinde yetişen insanlar aynı şeye farklı anlamlar yükleyebilir. x ülkesindeki kıza "çok güzelsin" dersen teşekkür eder. y ülkesindeki "uff snne be slk." der. güzelliğe ve güzelliğin ifade edilişine iki ülke de farklı anlamlar yüklemiştir. bir ülkede bu nezakettir, öbür ülkede "seks amaçlı iltifat"tır.
şimdi ben "a" dedim. bunu veli'ye söyledim. veli "a"yı anlamaz. "a"nın kendi kültürel çerçevesindeki anlamını anlar. ve bu çok normal.
ama arkadaşlar biz burada en azından tematik sözlükte bu temanın dilini ortak konuşabilelim. tamam hepimiz siyasette ters düşebiliriz, kültürde düşebiliriz, bu yüzden birbirimizi sevmeyebiliriz ki ben bu yüzden insanları sevmediğimi bu sözlükte de net şekilde dile getiriyorum, ama lütfen futbol konusunda anlaşabilelim.
fatih terim'i eleştiriyorsa biri, güzel okuyun. anlamaya çalışın. her eleştiri nefretten yapılmaz ki. nefret dolayısıyla eleştiri de yapılmaz zaten, olsa olsa bok atmak olur o. sizin yüzeyiniz parlak ve kaygan olsun bok yine atanın üzerine kayar düşer.
böyle işte. bunlar daha sosyolojik, antropolojik, felsefi, tarihsel sürece yönelik meseleler. kısaca toparlamaya çalıştım ama yine oldukça eksik ve dağınık oldu. yine de bir nebze anlaşılabilmiş olmayı umuyorum.