• 1
    --- alinti ---

    galatasaray'da futbolcusunuz. soyunma odası tünelinden çıkıp sahaya adımınızı atıyorsunuz. bakıyorsunuz tribünler büyük ölçüde dolmuş. (tamamen dolmuyorsa, bu yazıda sözü edileceklerin -ve edemeyeceklerimin- rolü yadsınamaz.) görüyorsunuz ki yalnız değilsiniz. kendinize daha bir güveniyorsunuz, arkanızda o kuvveti hissediyorsunuz. dört bir yanınızda sizi desteklemeye gelen, sizden olan insanlar. fakat, her ne hikmetse ilk duyduğunuz tezahürat, "kapalı n'oluyo, sesin niye çıkmıyo!?" oluyor. meâli, "kapalı n'oluyor, oran buran oynuyor." açığı kapalısı değil de, önce siz bir "n'oluyor yahu?" demez misiniz? sizden saydığınız adamlar birbirine sataşıyor. yarın bir gün siz sahada kendi takım arkadaşınızla tartışsanız, aynı tribünlerden tepki göreceksiniz; ama bir tribün toplu hâlde diğerine dikleniyor. ne hissedersiniz? aynı güç, aynı kuvvet sürer mi; yoksa kendinizi daha mı yalnız hissedersiniz?

    burada standart bir durum değerlendirme kabiliyetine sahip bir futbolcuyu ele alıyorum; ama türkiye'deki eğitim sorunu düşünülünce çok az futbolcu için geçerlilik sağlıyor aslında. bizim de şanssızlığımız bu zaten, türkiye'de futbolla ilgilenmek. stad sorumlusunu tribüne karşı tutumu için eleştirirsin ama tribün de en iyisini hak etmez. tribünü futbolcuya karşı davranışı için eleştirirsin ama futbolcu da en iyisini hak etmez. futbolcuyu kulübüne karşı davranışı için eleştirirsin ama kulüpler zaten pislik içinde, futbolcusuna da hak ettiği değeri vermez. kulübü hakemlere ve federasyona karşı tutumu için eleştirirsin ama tüm bu batmışlığın mümessibi gelmiş geçmiş tüm federasyonlardır zaten. hepsine karşı sergilediği kötü niyet için medyayı eleştirirsin ama hiçbiri diğerinden daha az suçlu değildir. içlerinde bir tane masum olsa, her şey düzelmeye oradan başlar aslında. böyle olduğunda herkes suçu birbirine atarak temizlendiği inancına kapılıyor. hep bir kaçak nokta oluyor. "ama"lar oluyor.

    bursaspor başkanı, erhan telli'yi darp ettiğinde hangisi haklı, hangisi haksız? aziz yıldırım hakemleri tehdit ettiğinde hangisi haklı, hangisi haksız? nedim karakaş, "sahaya girip oyuncumuza saldırdılar, yıllardır basketbolun içindeyim böyle bir şey görmedim!" derken haklı mı? ergun gürsoy, "teşvik primi olsa biz verirdik." derken haklı mı? ya da seçim kazandırdıktan, bir dönem boyunca onunla birlikte çalıştıktan sonra işi bitince özhan canaydın'a savaş açarken? yıldırım demirören ona küçük ahmet'le oynamasını söylerken büyük ahmet mi haklı? biz iki kişi çirkiniz, bir adam öldürüyoruz; birimiz daha çirkiniz, o adamın cebindeki parayı paylaşma konusunda da sahtekârlık yapıyoruz. hangimiz daha çirkiniz? "ama o benim hakkımı yedi." "ama sen de adam öldürdün!" sporu, spor ahlakını öldürenlerin, bunu yapabilenlerin kendi aralarında anlaşması mümkün mü? içlerinden biri de çirkin değil, güzel olsa; suçlu değil, masum olsa; o kadar çok şey değişir ki. ama kişi değil, kurum olacak güzel olan. bir takım, bir yönetim, bir tribün, bir federasyon, bir gazete... hepsi bir anda vahiy transferiyle düzelmeyeceğinden, bir gün muhakkak bir yerden başlamak gerekecek. niyet varsa, hani yok da, ortaya çıkarsa. biz hep galatasaray'ı bu rolde görmek istiyoruz. geçmişten bugüne getirdiği öncü olma özelliğini tüm kirliliklerden arınma konusunda da göstersin istiyoruz.

    şimdi de başlanacak yerin galatasaray tribünleri olduğunu farzedelim bir yazı süresince. her şey herkes güzelmiş gibi değil; yalnızca galatasaray tribünleri neden daha iyi değil üzerinde düşünelim. "neden daha iyi değil" biraz yanlış bir tabir aslında, çünkü daha iyi olmak için önce iyi olmak gerekir; ki bugün galatasaray tribünü türkiye'nin en etkili on tribünü arasında kendisine ancak yer bulur. (güzelim eskişehir tribünü de ilk sıradadır - deplasmandaki değil ama.) oysa ali sami yen, bundan 7-8 sene öncesine kadar değil türkiye'nin, dünyanın zirvesine oynardı. bugün gelinen nokta buysa; başta tribünleri kontrol altına almak isteyen (çünkü tarihin en başarısızı olan, tepkiden korkan) yönetimler, bilet sağlayıcı kuruluş, polis ve gördüklerine göz yuman herkes suçludur. başbakan'a kadar uzanır bu zincir, ki tribünler -maalesef ki- ülkedeki tek toplu hareket alanıdır, pisliklerden en önce arınması gereken platformlardır bu bağlamda.

    işin suç, rant, iktidar, karaborsa, tribün transferleri, iş ortaklıkları, çaylarına çorbalarına bakanları kısmını bir kenara bırakalım. ve en başa, sahadaki futbolcu hâlimize dönelim. en son bir tribünün diğerine "giderini" görmüştük. öncelikle gider yapılan tribüne, kapalı'ya bakalım.

    burada iki grup faydasızın hakimiyeti göze çarpıyor: hiçbir tezahürata katılmadan maç izleyenler ve her pas hatasında homurdananlar. ilkine sözüm yok, herkesin hakkıdır sessiz sakin maç izlemek. yorgun olursun, hasta olursun, moralsiz olursun ya da ne bileyim hiçbir gerekçen yoktur da sadece tezahürat yapmak istemezsin, maça odaklanırsın. normaldir. benim de zaman zaman yaptığım olmuştur, herkesin de olmuştur; tribün bir bayrak yarışıdır zaten, senin bıraktığın noktadan başkası devralır. ama homurdananlar? galatasaray tribünlerine, galatasaray'a destek olmak için gelinir. sana orada insan muamelesi yapılmasa da, gişelerden binbir eziyetle geçsen, otuz sekiz polis kontrolünden geçsen, stadın müdürü en zayıf anında ışıkları kapatıp seni karanlıkta bıraksa da arma için oradasındır. görevin, desteği de geçtim, en kötü köstek olmamaktır.

    galatasaray futbolcusuna kimse küfür edemez, diyemem, herkes istediği gibi davranmakta özgür. ama galatasaray tribününde galatasaray futbolcusuna, değil küfür, yüksek sesle homurdanılamaz. git kardeşim evinde izle, istediğin kadar küfür et; tribünleri destek verenlere bırak. tribünde çok mu destek var? yok. ama işte bir yerden başlamak için tribünü seçtiğimiz gibi, tribünde de bir yerden başlamak gerek. tabii bir ayrımı da iyi yapmak: bu homurdananlar uyarılmalı, evet, ben de uyarıyorum her seferinde. ama bunu bir misyon edinip maçtan çok bu seslere odaklanan kişiler de yok değil. uyarılarının tonu da değişik oluyor hâliyle. aradaki çizgi kaçarsa da, "bağırsana ulan!"cılarla arada pek fark kalmıyor.

    "bağırsana ulan!" demişken, geçelim eski açık'a. kapalı'ya peşinen geçirdikten sonra, maç başlıyor; bir üçlü, ardından tribünde sözü geçen biri sevdiceğini hatırlıyor: "seviyorum seni, ekmeği tuza banıp banıp yer gibi..." şarkı da aynen söyleniyor ha, bir değişiklik yok. sanırsın konser var eski açık'ta; onur akın gelmiş, ısrarları kıramayıp bir şarkı patlatıyor. her tribünde söylenen tezahüratın galatasaray'a ne faydası var? yok. sadece anlıyoruz ki, birileri bizimle fena hâlde dalga geçiyor. şükür, en azından bizimkinin sonunda takımın adı geçiyor. 40 dakika da kâh bu şarkıyla, kâh repertuardaki diğer hüzünlü parçalarla geçiyor, sakin sakin. son 5 dakika bir anda hareketlilik... devre bitiyor, takım soyunma odasında, coşkun tezahüratlar devam ediyor... maç oynanırken bağırıp devre arasında güç toplaması gereken tribünler, maç oynanırken mırıldanıp devre arasında coşuyor.

    ikinci yarılar klasik... 1-0 öndeyiz, paslarda oley çekmeye yelteniliyor, maçın sonu zor geliyor. başka bir maç, skor aynı, kalemiz önemli tehlikeleri bir bir atlatıyor; "gideeeen her sevgiiliiiniiin ardııııııııııındaaaaaaaaaan... şşşşşt!" tak: 1-1. kapak oluyor. başka bir maç, skor yine 1-0, rakip geldikçe geliyor... tribünlerde arabesk modası: "seeen, var ya seeen! deplasman yolunda, elimde sigaraaa!" aferin! 1-1 oluyor, çek sigarandan kederli bir nefes daha, deplasman taraftarından da farkın yok zaten.

    sen var ya sen.
    takımına faydan yok.
    haberin yok.

    --- alinti ---

    http://mayislar.blogspot.com/
App Store'dan indirin Google Play'den alın