1912
milyonlardık anadolu’da vaktiyle,
bugün ki kadar olmasa da.
köydeydik çoğumuz, kara sabana mahkum,
doyacak kadar üreterek,
ekmeği bölüşür,
ama çare üretemezdik cehalet ile sarmaş dolaş halimize.
kadınlarımız vardı,
yârimiz, anamız, hemşiremiz olan,
lakin, sofradaki yeri ...
yenilmiştik,
yeni dünyadan gelen gümüşe,
indirdik kepenkleri,
ucuz hammaddemiz,
bir de zenginleşen ayrıcalıklılarımız vardı.
biz ise hamallıktan terfi alamamıştık,
sırtımızdaydı tüm yükü bazen de sopası,
ölüm hep bizi çağırırdı,
bürokraside ise yasaklıydık zaten,
yönetmek bize fazlaydı, hali hazırda.
matbaada ilk kitabı bastığımızda
binlercesini hatmetmişti bati.
sanatı uzaktan,
bilimi ise kaygıyla seyrediyorduk.
adım adım içinden çıkıp geldiğimiz aydınlıktan uzaklaşıp,
gömüldüğü karanlıktan
kurtulup gelenlerden boşalan yeri dolduruyorduk kararlılıkla.
bir james watt ımız yoktu
buhar ile rakseden,
olması da ihtimal dahilinde değildi zaten.
ama
hergün artan borçlarımız,
borçları idare ediyormuş gibi yapıp
bizi kemiren duyuni umumiyelerimiz vardı bizim.
çareler bir şark ezgisi misali
kederli sonları biriktiriyordu.
ve viyana’dan sonra sakarya’ya değin hep geri giden,
etrak-ı bi idrak diye anılan bizler,
nihayetinde önderimiz ile birlikte
istikameti akdeniz olarak belirlemiş,
bu defa yaşamak için ölüm emrini almıştık.
bir eylül günü gönderdeki al bayrak ile gururlanan çocuktuk artık…
hemen ardından yokluklar ülkesinde bir güneş misali açtı cumhuriyet,
senden benden bizi var eden o büyük kudret...
hayatta en hakiki mürşid ilimdir sözünün izinde yüceldik ve yükseldik,
alın karanlık sizin olsun diyerek
gülümsedik aydınlığa.
lakin gördük gaflet, dalalet ve ihaneti
düne dair özlemleri tükenmeyenlerin gölgesinde
örselendik,
ama tıpkı dün gibi bugün de vazgeçmedik.
vazgeçmeyeceğiz…
yaşasın cumhuriyet…
bugün ki kadar olmasa da.
köydeydik çoğumuz, kara sabana mahkum,
doyacak kadar üreterek,
ekmeği bölüşür,
ama çare üretemezdik cehalet ile sarmaş dolaş halimize.
kadınlarımız vardı,
yârimiz, anamız, hemşiremiz olan,
lakin, sofradaki yeri ...
yenilmiştik,
yeni dünyadan gelen gümüşe,
indirdik kepenkleri,
ucuz hammaddemiz,
bir de zenginleşen ayrıcalıklılarımız vardı.
biz ise hamallıktan terfi alamamıştık,
sırtımızdaydı tüm yükü bazen de sopası,
ölüm hep bizi çağırırdı,
bürokraside ise yasaklıydık zaten,
yönetmek bize fazlaydı, hali hazırda.
matbaada ilk kitabı bastığımızda
binlercesini hatmetmişti bati.
sanatı uzaktan,
bilimi ise kaygıyla seyrediyorduk.
adım adım içinden çıkıp geldiğimiz aydınlıktan uzaklaşıp,
gömüldüğü karanlıktan
kurtulup gelenlerden boşalan yeri dolduruyorduk kararlılıkla.
bir james watt ımız yoktu
buhar ile rakseden,
olması da ihtimal dahilinde değildi zaten.
ama
hergün artan borçlarımız,
borçları idare ediyormuş gibi yapıp
bizi kemiren duyuni umumiyelerimiz vardı bizim.
çareler bir şark ezgisi misali
kederli sonları biriktiriyordu.
ve viyana’dan sonra sakarya’ya değin hep geri giden,
etrak-ı bi idrak diye anılan bizler,
nihayetinde önderimiz ile birlikte
istikameti akdeniz olarak belirlemiş,
bu defa yaşamak için ölüm emrini almıştık.
bir eylül günü gönderdeki al bayrak ile gururlanan çocuktuk artık…
hemen ardından yokluklar ülkesinde bir güneş misali açtı cumhuriyet,
senden benden bizi var eden o büyük kudret...
hayatta en hakiki mürşid ilimdir sözünün izinde yüceldik ve yükseldik,
alın karanlık sizin olsun diyerek
gülümsedik aydınlığa.
lakin gördük gaflet, dalalet ve ihaneti
düne dair özlemleri tükenmeyenlerin gölgesinde
örselendik,
ama tıpkı dün gibi bugün de vazgeçmedik.
vazgeçmeyeceğiz…
yaşasın cumhuriyet…