• 166
    üstteki entry'nin devamıdır (bkz: galatasaray sözlük kitap kulübü/#2142579)

    64 - brennendes geheimnis- stefan zweig - yakıcı sır
    konusu:

    çocuk ve annesi, bir kış merkezindeki otelde kış tatili geçirmek isteyerek otele yerleşirler. ama otelde tam bir süzme piç diyeceğimiz biri ikamet etmektedir. ve çocuğu araç yaparak annesini tavlamak amacıyla kullanmak ister. bu baron denen dallama o kadar alagavat biridir ki, sırf çocuğun annesini tavlamak için çocuğa şirin gözükür, arkadaş olur. gerçi çocuğun annesi de sanki biraz kaşar gibi. o da bu aldatma işine meyilli.

    ama bizim ufaklık olayı anlar ve bu ikisinin bütün planlarını suya düşürür.

    - "baron, yakışıklılığı sayesinde şansı yaver giden, her an yeni bir tanışıklığa, yeni bir gönül oyununa açık, sürekli bir maceraya atılma heyecanı içinde yaşayan, her şeyi inceden inceye hesapladıkları için sürprizlerle karşılaşmayan ve kapıyı açanın arkadaşlarının karısı mı, yoksa hizmetçi kız mı olduğunun ayrımını yapmadan her kadına ilk gördükleri anda şehvetle baktıklarından erotik bir şeyi asla atlamayan genç adamlardan biriydi."

    - "son bir kez daha kendini bir kadın gibi gözyaşlarının hazzına bıraktı."

    65 - phantastische nacht- stefan zweig - olağanüstü bir gece

    kitabı okuduktan sonra tek dileğim "umarım bu kodumun zengin , sosyetik, burjuva, asil, kodamanlar ordusu bir gün bu romanı okur ve bu romandan etkilenir" oldu.

    - "insanları sevindirmenin bu kadar iyi ve kolay olduğunu niçin daha önce hiç anlamamıştım!"

    jet sosyetenin bir ferdi olan roman kahramanı bir gün sevgilisi tarafından terkedilir ama "n'oolur, gitme nalan, beni sensiz bırakma nalan" diyerek gözyaşı dökmez. fark eder ki, bu terkediliş onun ruhunda gram etki etmez. bu kadar hissiz oluşunun nedenini sorgulamaya başlar.
    stefan zweig bu kitabında, cemiyet hayatının ünlü bir siması olan bu adamın artık zenginlerden, lordlardan, konteslerden, havyardan, operadan, portakallı ördekten illallah demesi, hayattan bıkması, beklentisinin kalmaması üzerine psikolojik tahlil gibi bir işe soyunmuş.

    - "bugün sosyetik insanlarla konuşmak hiç ilgimi çekmiyordu, bir ayna gibi bana kendimi yansıtmalarından sıkılıyordum."

    66 - sobachye serdtse- mihail bulgakov - köpek kalbi
    yazar kitabı 1925 yılında yazar ama ölümünden tam 47 yıl sonra yani 1987 yılında rusya'da yayımlanmasına izin verilir. dönemim rusya'sına ait bir dolu hiciv içeren fantastik, bilim kurgu ve kara mizah diyebileceğimiz bir kitaptır.

    şerefsiz bir aşçı çöpleri eşeleyen bu sokak köpeğinin üzerine kaynar su döker, köpek bir yandan soğukla, bir yandan bu yanıkla, diğer yandan da açlıkla mücadele ederken, ünlü bir doktorun iyi niyetinden (!) nasiplenir.
    profesör, sokakta bulduğu bu sokak köpeğine yakın zamanda ölmüş bir insanın hipofiz ve erbezlerini nakleder ve olaylar gelişir.

    - "bunca işin arasında nasıl yetişebiliyorsunuz, filip filipoviç?
    - "acele etmeyen her yere yetişir."

    67 - brief einer unbekannten- stefan zweig - bilinmeyen bir kadının mektubu

    romandaki kadın platonik aşkı bay r. 'ye, henüz 13 yaşındayken aşık olduğu kapı komşusu bay r.'ye, kendisinin kim olduğunu afişe eden isimsiz bir imzayla bir mektup kaleme alır. ve işin evveliyatından beri yaşadıklarını, karşılaşmalarını, isimsiz bir imzayla gelen çiçeklerin sahibi olduğunu vs. hep anlatır.

    kitabı okurken kendinizi "karşı tarafın haberi olmayan bir platonik aşk, bu kadar tutkuyla yaşanır mı acaba?" diye sorgulatır.

    68 - işkenceci- alev alatlı
    türkiye yazarlar birliği tarafından 1987 roman ödülü'ne layık görülen alev alatlı romanı.

    - "anne , baba, biri kız biri erkek, iki çocuklu türk ailesinin mutlaka oğlan olan ilk çocuklarıydı "onlar". isimleri yedinci sayfada murat, yirmi birinci sayfada orhan, doksan üçüncü sayfada oğuz olurdu. kız kardeşlerinin adı ayşegül ya da dilek'ti. kimsenin abdurrahman adından bir babası yoktu; sultan, şükriye, rukiye, adile diye ablaları hiç olmazdı."

    - "işkenceciler, devleti değnekten ibaret görüyorlar"a gelince; türkiye'de değneksiz baba var mıydı?

    - "benim sırtımı keskin bir cisimle yardılar ve tuz bastılar. istanbul harbiye diye adlandırılan merkez komutanlığı'nda kulak memelerimden ve dilimden, parmaklarımdan, afedersiniz, erkeklik organımdan günlerce elektrik verildi cereyan verdiler. hatta ve hatta, beni affedin, (sanık burada ağlamaya başladı) sen erkekliğinden oldun ama seni zevkten mahrum etmeyeceğiz diye cop soktular (sanık hıçkırarak ağlamaya devam etti). bunu tekrarladılar, efendim."

    69 - kodin- panait istrati - kodin
    kitaba adını veren kodin adlı öyküden başka iki öykü daha içeriyor. bataklıkta bir gece ve kör nikola.
    ve her sayfada öykü olmasına bakmayın, küçük adrian her sayfada birileriyle tanışıyor. tanıştığı bu üç kişi de iyi insanlar ama diğer insanlar bu kişilerin iyi yönlerini göremiyor.

    hikâyelerde çok güzel sözler bulunuyor. adrian'ın annesi de ayrı bir güzel. ne zaman oturduğu yerde bir haksızlık ya da uygunsuz bir şey görse hemen o mahalleden taşınıyor.
    oğluna söylediği söz:
    - "her ulus, allah'a türlü türlü dua eder, ama hepsi o'nu aynı şekilde çiğnerler."

    kodin, iriyarı bir mahalle kabadayısı. ailesi tarafından sevilmiyor, hatta annesi ile birbirilerinden nefret ediyorlar. kız arkadaşı boynuzluyor. bu kadar kötülük içindeki dünyada, adrian, onun sığındığı liman oluyor.

    70 - zinde be-gür- sâdık hidâyet - diri gömülen

    diri gömülen
    hacı murad
    fransız esir
    kambur davud
    madeleine
    ateşperest
    abacı hanım
    ölü yiyenler
    hayat suyu
    adlı toplam dokuz öyküden oluşan bu kitap sadık hidayet külliyatına başlayacaklar için iyi bir seçim olabilir.

    kendisi de intihar etmiş olan sadık hidayet özellikle kitaba adını veren ilk öykü "diri gömülen"de intihar izlerinden kesitler sunmuş.

    - her taraftan çıkmaza düşen kimseye "al başını ve git geber" derler. ancak, ölüm insanı istemediği zaman, ölüm de insana sırt çevirdiği zaman, gelmeyen ve gelmek istemeyen ölüm!..
    herkes ölümden korktuğu halde, ben yaşadığım için kendimden utanıyorum. ölümün insanı istemeyip, geri durması ne korkunçtur!

    hayır, hiç kimse intihar kararına varamaz. intihar bazılarında birlikte bulunur. onların yaradılışında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar.

    cennet ve cehennem kişilerin içindedir diyenler haklıdır. kimileri dünyaya mutlu olarak gelir, kimileri de mutsuz.

    bir sahnede chicago'lu ünlü şarkıcı "where is my silvia?" şarkısını okuyordu. o kadar hoşuma gitmişti ki, gözlerimi kapayıp kulak verdim. onun güçlü ve çekici sesi hala kulaklarımdadır. sinema salonu çınlıyordu. onun hiçbir zaman ölmemesi gerektiği aklıma geliyordu. bu sesin bir gün susacağına inanamıyordum. onun yanık sesinden hüzünlenmiştim.

    71 - sırça köşk - sabahattin ali
    kısa kısa öykülerden oluşuyor. hepsi birbirinden güzeldi.

    öykünün birinde şu meşhur şirince köyünü anlatıyor.
    - "biz harabı tahripte bile üstadız, mamuru tahripte neyiz? kıyas buyurun!"

    bir aşk masalı adlı öyküsü beni en çok etkileyen öyküydü:
    - "asıl bahtiyâr, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktasında 'ah!' diyerek düşüp ölebilendir."

    hakkımızı yedirmeyiz öyküsünde hem bitirim dili edebiyatını resmetmiş, hem de "sakın bir insana sırf, sadece namaz kılıp oruç tuttuğu için güvenmeyin" konusunu işlemiş.

    kurtla kuzu öyküsünde, rifat'ın polisten yediği tokadı gözümün önüne getirdim ve üzüldüm.
    - "başka bir insanın zayıf olduğu yerde kendimizin kuvvetli kaldığımızı bilmek gurur verici bir şey."

    çilli adlı öyküde bir pavyon gecesini anlattığı bir bölüm var, ki kırk yıllık pavyoncular bile böyle bir tasvir yapamaz.

    72 - se katre hun - sâdık hidâyet - üç damla kan

    ali şeriati kitapları şöyle bir kısa söz ile başlar:
    - "sizi rahatsız etmeye geldim!"

    sadık hidayet kitapları da aynı şekilde okuyanı ziyadesiyle rahatsız ediyor, cin, ruh, intihar, büyü vb. gibi öğeler sayesinde okurken "bari bu öykü karamsar bir tablo çizmese" diye okuyorsunuz.

    bu karamsarlıklar silsilesi içinde güldürdüğü yerler de oluyor:

    - "bir haftaya kalmaz, hatice ölür diye söz verdi bana. ama gel gör ki, bir ay geçti, hatice günden güne uhud dağı gibi şişti."

    - "çocuk oğlan olmasın diye yüreğim hop hop ediyordu. falcıya gittim; ilaç karaç yaptırdım. hatice domuz eti yemişti sanki. büyü müyü tesir etmiyor, günden güne irileşiyordu."

    maskeler öyküsündeki şu bölüm ise aşk hakkında bir çıkarım yapıyor:

    - "sen benim başka birinin mazharıydın. biliyor musun, kendi varlığımızın dışında başka bir gerçek yoktur. bu konu aşkta daha iyi anlaşılıyor. çünkü herkes kendi tasavvur gücü ölçüsünde bir başkasını sever. bu kendi tasavvur gücünden kaynaklanır. haz duyar bundan ama gözünün önündeki kadından değil. onu sevdiğini sanır. o kadın kendi gizli tasavvurumuzdur; gerçekten çok farklı bir mevhumdur."

    af talebi, lale, nefsini öldüren adam ve daş akil adlı öyküleri benim beğendiklerim idi.

    73 - kambur - şule gürbüz
    şule gürbüz'ün henüz 18 yaşındayken yazdığı kitabı.

    şimdilerde 25 yaşındaki kişilere bile "daha çocuk yavv" dediğimizi düşünürsek, 18 yaşında bir kitap yazmak ve her ele alışınızda kendinizi, başka bir satırın altını çizerken bulmak.

    kitap değil sanki bana mücevher.

    - "benden, bana kayıtsız kalınması ile benden nefret edilmesi arasında bir seçim yapmam istense, tereddütsüz, nefreti seçerim."

    - "bir günü daha bitirmenin sevincini, yarına başlıyor olmam yarıda bırakıyor."

    inanç ile şüphe etmenin dışındaki yol nedir ki...
    - "inanç, bilmediği halde şüphe etmemek; ötekiyse, bilmediği halde şüphe etmektir."

    74 - -jan potocki-hafız'ın yolculuğu`
    içinde çok güzel cümleler bulunuyor.

    - "benim yolumu seçmiş insanlar, bir şeyleri çok büyük çabalarla elde etmektense, bunlara sahip olmaktan vazgeçmeyi yeğ tutar."

    ekmek ve tuz
    - " ekmek ve tuz, araplarda ittifakın ve korumanın simgesidir. bir arap size ekmek ve tuz sunarsa ya da sizinle birlikte ekmek ve tuz yerse, onun yanında güvendesiniz demektir."

    75 - l'art et la manière d'aborder son chef de service pour lui demander une augmentation - georges perec - ücret artışı talebinde bulunmak için servis şefine yanaşma sanatı ve biçimi
    58 sayfa boyunca hiçbir noktalama işaretine rastlamadan bitireceğiniz perec acayipliği.

    kitabın özeti şu fotoğraftır:
    http://i.hizliresim.com/9g1gMr.jpg

    76 - şinel - nikolay vasilyeviç gogol - palto
    eduardo galeano'nun patas arriba la escuela del mundo al reves adlı kitabındaki şu kısa anekdotu akla getiriyor.

    cardona köyün' deki komşularının bakış açısına göre, yaz kış aynı elbiseyle dolaşan toto zaugg müthiş bir insandı:
    - toto asla soğuk almaz, diyorlardı.
    toto bir şey demiyordu. soğuk alıyordu. alamadığı şey paltoydu.

    gogol, bu kitabındaki akaki akakiyeviç karakterinin bir palto alabilmek için neler nelerden feragatte bulunduğunu göstererek bizi sikilmiş sıpa gibi ortada bırakır.

    77 - cinque scritti morali - umberto eco - beş ahlak yazısı
    - "savaşı düşünmek"
    - "ebedi faşizm"
    - "basın hakkında"
    - "öteki sahneye girdiğinde"
    - "göçler, hoşgörü ve hoşgörülemezlik"

    adlı beş bölümden oluşur.

    savaşı düşünmek adlı bölümde:
    eski zamanlarda savaşın amacı neydi, şimdiki modern zamanlarda savaş nasıl oluyor ve savaşın amacı ne gibi konulara değiniyor.

    basın hakkında adlı bölümden:

    achille campanile:
    - "bir zamanlar gazeteler önce bir haber verir, sonra başka yayınlar devreye girerek konuyu derinleştirilerdi; gazete, 'mektup geliyor' sözüyle biten bir telgraftı. artık 1962'de telgraf haberi akşam saat sekizde televizyon veriyordu. ertesi gün gazete aynı haberleri veriyordu; dolayısıyla, gazete 'telgraf geliyor, daha doğrusu geldi,' sözüyle biten bir mektuptu."

    ebedi faşizm adlı bölümden bir şiir:

    köprünün korkuluğunda
    asılmışların başı
    akıp giden sularda
    asılmışların salyası

    pazarın parke taşında
    kurşuna dizilmişlerin tırnakları
    çayırdaki kuru otlarda
    kurşuna dizilmişlerin dişleri

    havayı, taşları ısırırız
    insan eti değil artık etimiz
    havayı, taşları ısırırız
    insan yüreği değil artık yüreğimiz

    ölülerin gözlerinden okuduk
    özgürlüğü getireceğiz yeryüzüne
    ölülerin sımsıkı avuçlarında
    yatıyor kuracağımız adalet

    78 - skvernyj anekdot - fyodor mihailoviç dostoyevski - tatsız bir olay
    yüksek rütbeli üç general içki masasında "n'oolacak bu ülkenin hali?" diye konuşurlarken bu içki masasındaki iki general "acıma yetime koyar götüne" mottosunu benimseyenlerdendir, diğer general ise "yok arkadaş, insanlık henüz ölmedi, astlarımız da insan, onları anlamalıyız, onlarla olan münasebetlerimizi fildişi kulelerimizde otururarak değil, onların yanına inerek onlarla etkileşimde bulunarak geliştirmeliyiz" mottosunu şiar edinmiştir.

    işte "halka inelim" diyen generalimiz ivan ilyiç, kendisinin hizmetinde olan alt rütbeli bir askerinin düğün gününde evinin önünden geçerken "dur şunların evine gireyim de şunları şereflendireyim" der ve eve dalar.
    olaylar istediği gibi gerçekleşmez mal batıya kayar. bir çuval incirin anasını gebertir.

    dostoyevski baba,
    bize bu generalin yaşadığı düşünceleri,
    evdeki alt rütbeli askerin yaşadığı korku-gerilim arası yaşadıklarını,
    düğündeki diğer ahalinin neler düşündüğünü,
    pseldonimov'un annesinin fedakârlığını tek tek gösterir.

    79 - sokakta - bahaeddin özkişi
    cini, büyüsü bol olan bahaeddin özkişi kitabı.

    yabancı polisiyelerdeki ruh ve hayalet ögeli romanlara nazaran içindeki cinli, şeytanlı, büyülü yerleriyle daha bir bizden olan polisiye roman.

    - "açıkça söylenmemiş olanlar, müphem'in ürküntü veren burukluğunda, bir saz telinin uzaklarda tınlamasının yankılarında, insan belirli bir şekil çizmeyen seslerde ifade bulurdu. o an türlü gizlilikler ve belli belirsiz haram zevkler yüklüymüş gibi gelirdi bana."

    80 - vukuf mütekerrir - muhammed salih el-azab - kötü geçmişler
    mısır edebiyatının yeni yazarlarından olan muhammed salah el-azab'ın mısır'da sadece piramitlerin olmadığını anlattığı romanı.

    iki genç arkadaş, şehir merkezinde iş bulmanın daha kolay olacağını bahane ederek iş bulma adı altında, garsoniyer olarak kullanmak için bir ev kiralarlar. işler umdukları gitmez ve olaylar gelişir.
    ben o kadar da beğenmedim ama mısır gençliğinin de böyle dertlerden muzdarip olduğunu anlamış oldum.

    81 - bartleby the scrivener - herman melville - katip bartleby
    bir pasif direniş kitabı. öyle bir pasif direniş ki insanı harbiden çaresiz bırakıyor.

    - "samimi bir insanı pasif bir direnişten daha çok hiçbir şey çileden çıkaramaz."

    wall street'te çalışan bir avukat, bir gün işleri çoğalınca hali hazırdaki üç katibinin yanına bir katip daha katmak ister. ve bürosuna bir katip daha almaya karar verir. ilk zamanlar büro sahibi bartleby'den ziyadesiyle memnundur. ama bir zaman sonra artık sözünün geçmediğini fark eder. bartleby'e ne zaman bir iş buyursa aldığı cevap "yapmamayı tercih ederim" olur. bir zaman sonra sadece kendisine buyurulan işleri değil hiçbir işi yapmamayı tercih ederek yapmamaya başlar. avukat o kadar zor duruma düşer ki, sonunda işten çıkarmaya çalışır ama onda da başarılı olamaz, bu sefer "madem bunu işyerinden çıkaramıyorum o zaman ben büroyu değiştireyim" diyerek bürosunu değiştirmeye karar verir. sonuç olarak ne yaparsa yapsın bir türlü bartleby'den kurtulamaz.

    bartleby'nin düzeni bozmasından sonra eminim ki kitabı okuyan herkesin aklına "sokarım onun direnişine, kulağından tutup geçmişini siker atarım"düşüncesi gelmiştir.

    82 - fifteen dogs - andre alexis - tanrılar zar attığında
    apollo ve hermes durduk yere iddiaya tutuşurlar. iddia konusu ise "insan beynini hayvanlara adapte etsek, insan beynine sahip olan hayvanlar mutlu mu olur yoksa mutsuz mu olur?" şeklindedir. iddiayı kazanan diğerine 1 sene kölelik yapacaktır.

    83 - nine short stories - j. d. salinger - dokuz öykü

    "babalar, öğretmenler, hep düşünüyorum: 'acaba cehennem nedir?' ve iddia ediyorum, cehennem, sevememekten ötürü acı çekmektir."

    kitaptaki öykülerin adları:

    1 - muz balığı için mükemmel bir gün :a perfect day for bananafish
    2 - sarsak dayı connecticut'ta :uncle wiggily in connecticut
    3 - eskimolarla savaştan hemen önce :just before the war with the eskimos
    4 - gülen adam :the laughing man
    5 - teknede :down at the dinghy
    6 - esme için - sevgi ve sefaletle :for esme with love and squalor
    7 - yeşil gözlüm al dudaklım :pretty mouth and green my eyes
    8 - de daumier-smith'in mavi dönemi :de daumier-smith's blue period
    9 - teddy :teddy

    84 - yalnız seni arıyorum - orhan veli
    bir aşk bu kadar mı sefalet içinde olur diye sorgulamanızı sağlayan orhan veli kitabı.
    orhan veli kısacık hayatındaki, hayatının aşkı olan nahit fıratlı'ya olan aşkını bu mektuplar aracılığıyla bize duyurur.
    normalde nahit hanım bu mektupların yayınlanmasını istemez ama ömer koç bu hazinenin artık okurla buluşması gerektiğini düşünerek orhan veli'nin kızkardeşi füruzan yolyapan'dan gerekli muvafakatnameyi koparır.

    o kadar aşk cümlesi duydum ama bunun kadarı beni etkilemediydi:
    - "bütün yokluğuna rağmen hayatımdaki tek kadın sensin."

    - "istanbul muhakkak ki güzel şehir. ama benim için güzel şehir, çirkin şehir diye bir şey yok. sadece senin bulunduğun şehir, senin bulunmadığın şehir diye bir şey var."

    85 - le premier siecle apres beatrice - amin maalouf - betarcie'ten sonra birinci yüzyıl
    amin maalof'un, kız çocuk yerine erkek çocuk isteyen geniş halk kitlelerini ele alan ince bir bilim-kurgu ya da distopya romanı.

    bilim adamları sadece erkek çocuk doğumunu sağlayan bir ilaç bulurlar ve bazı yerlerde bu ilaçlar el altından kullanılır.
    yani bilim adamından bilim adamına fark var, birisi gidip ne buluyor, diğeri gidip nelerle uğraşıyor.

    kitaptan bazı bölümler:

    - "sudan'ın bir köyünde doğmuş bir kız çocuğunu ele alalım, diyordu. çocuk ölümleri ve ileride yapacağı doğumlardan kaynaklanacak rizikolar göz önünde bulundurulursa, ortalama ömrü kırk yıl kadar olacaktır; oysa aynı kız avrupa'da seksen yıl yaşayacaktır. ömrünün yarısını ondan almaya soğukkanlılıkla kim karar verebilir?"
    - "yoksulluk ülkesine gidip bir çocukla karşılaşmak, gözlerinin içine bakıp kendi kendine şu soruyu sormak söz konusu: bu çocuğu kurtaracak mıyım yoksa burada ölmeye mi bırakacağım?"

    teknolojik aygıtlar ve iletişim araçları ile söyledikleri de dikkate değer:
    - "biliyoruz ki, ışık nasıl gölgeyi büyütürse, iletişim araçları da bilinçsizliği öyle yaygınlaştırıyor; ışıldak ne kadar güçlüyse, gölge de o kadar koyu oluyor."

    - "bu kadar çok gazete, radyo ve televizyon varken insan sonsuz sayıda farklı düşünce duyacağını sanıyor. sonra tam tersi olduğunu fark ediyor: bu sözcülerin gücü, o an egemen olan düşünceyi, başka sesleri duyulmaz hale getirecek kadar abartmaktan başka işe yaramıyor."

    - "mademki hiçbir öğreti kini yok edemedi, belki de korku en iyi danışman olur."

    86 - anayurt oteli - yusuf atılgan
    tahtadan valizler ve yenice sigarasının olduğu zamanlarda geçen psikolojik bir romandır.
    babasından kalan oteli işletirken bir otel müşterisine aşık olup onu özlemle bekleyen zebercet'in psikolojik hallerini yansıtır yusuf atılgan.
    o kadar yansıtır ki zebercet denen adamdan nefret eder "senin ben kalıbını sikeyim" derken bulursunuz kendinizi.
    zebercet denen herif sosyopatın sözlük anlamıdır bana kalırsa.

    - "kağıtları katlayıp banyoya bıraktı; uzun uzun işedi."

    - "bıyığı kesmişsin sen."
    - "ağırlık veriyordu da, dedi gülerek."

    87 - the catcher in the rye - j. d. salinger - çavdar tarlasında çocuklar
    çoğu kişinin "çok abartılmış bir kitap, o kadar da bir numarası yok" demesine bakmadan okunması gereken kitaplardandır.

    j.d. salinger'in yer yer mübalağa sanatı yaptığı bölümler:

    - "ortalık elli milyon puro izmariti atılmış gibi kokuyordu."

    - "sonra d.b.'nin masasında, milyonlarca çekmeceyi açıp kapadığını, içlerini eliyle yokladığını duydum."

    - "zırva bir konusu vardı ama. ihtiyar bir karı kocanın beş yüz bin yıllık geçmişleri anlatılıyordu."

    bunun haricinde kitaptan birkaç güzel bölüm:

    - "bacak bacak üstüne atmış kızlar, bacak bacak üstüne atmamış kızlar, felaket bacaklı kızlar, rezalet bacaklı kızlar, harika görünen kızlar, bir tanısanız ne orospu olduğunu bileceğiniz kızlar. gerçekten güzel bir manzaraydı, beni anlıyorsanız eğer. bir bakıma, biraz da moral bozucuydu, çünkü durmadan hepsinin başına ne rezillikler gelecek diye meraka düşüyordunuz. yani liseden veya üniversiteden sonra. herhalde çoğu, sersem heriflerle evlenecek diyordunuz. hep o lanet arabalarının mil başına kaç litre benzin yaktığından bahseden herifler. golfte ya da pingpong gibi salak bir oyunda size yenildikleri için çocuk gibi kızan herifler. çok ters herifler. çok sıkıcı herifler. hiç kitap okumayan herifler."

    - "olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir. olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir."

    - "pencey'de cumartesi akşamları hep aynı yemek çıkardı. çok önemli bir şeymiş gibi. neymiş, biftek çıkarıyorlarmış size. bin kâğıdına bahse girerim ki, bunu yapmalarının nedeni, çoğu ailelerin pazar günleri okula çocuklarını ziyarete gelmesi ve bizim thurmer'in hesabına göre sevgili oğulcuklarına akşam ne yediniz diye soracak olmasıydı, o da 'biftek' diyecekti. iyi tezgâh, değil mi?. ki kimse ağzına sürmezdi., daha iyisinden hiç haberi olmayan orta kısımdakicküçük çocuklar dışında tabii."

    88 - franny and zooey - j. d. salinger - franny ve zooey

    dört büyük ant:

    "varlıklar sayılmayacak kadar küçük olsa da, onları korumaya and içerim;
    tutkular tükenmeyecek kadar çok olsa da, onları bastırmaya and içerim;
    dharma'lar ölçülemeyecek kadar çok olsa da, onların ustası olacağıma and içerim; buda gerçeği benzersiz olsa da, ona ulaşacağıma and içerim"

    walt bir keresinde waker'a, bu ailede herkes, eski hayatında yığınla kötü 'karma' biriktirmiş olmalı, diye bir laf etmişti. walt'un bir teorisi vardı: diyordu ki, dinsel hayat ve onun getirdiği bütün o acılar, çirkin bir dünya yarattığı için tanrı' yı suçlama küstahlığını gösteren insanlara tanrı' nın musallat ettiği bir şeydir.

    89 - aylak adam - yusuf atılgan
    - "öperken gözlerini görebilsem! yalnızca saçlarını görüyorum."

    dilenci için yaptığı tespit:

    - "üçüncü gün otomobil gidince dilenciye baktı. sigara içiyordu; ama acayip bir içişti bu. avcunda saklı sigarayı ağzına götürüp çekiyor, bakınıyor, dumanı yere yere üflüyordu. 'vay kerata, saklıyor! yoksa sigara içen dilenciye para vermezler mi?'

    geçenler avucuna para bırakıyordu. birden anladı. dilencinin niye beş gün gelip iki gün gelmediğini, niye hep bu vakit burada olduğunu artık biliyordu. güldü. yaman adamdı bu dilenci. insanların işten dönerken ucuza huzur aldıklarını biliyordu. cumartesileri, pazarları gelmiyordu."

    berberler için yaptığı tespit:

    - "nerede tıraş olursunuz beyim?"

    tümü de bu dümeni kullanırdı. hiçbiri ondan öncekini beğenmezdi. bir kere salt konuşmaktan kurtulmak için ingilizce bir şeyler geveleyince, herif yarı türkçe yarı el işareti acayip bir şaklabanlığa başlamış, sonunda fazladan iki buçuk lirasını almıştı. pantolon cebinden bir lira çıkarıp masanın ucuna koydu.
    - "tıraş bitinceye kadar konuşmazsan bu teklik senin olur; konuşursan geri alırım, dedi."
    öteki koltuktaki adamın gülerken dudağı kesildi. berberin neşesi kaçtı ama o rahattı.

    aşk için yaptığı tespit:

    temmuz 23'ün yanına yalnız iki kelime yazılmıştı:
    - "onu seviyorum."
    buna da inanmadı
    - "yalan! beni sevseydin o günün 23 temmuz olduğunu bilmezdin."

    evlilik için yaptığı tespit:

    - "yakında evleniyorum."
    sadık:
    - "beter ol, dedi. dilerim çocukların da olsun."

    ben kitabın kahramanı olan, hayatının aşkını arayan, kadınların hayali olan, erkeklerin öykündüğü bu c. denen adamı sevemedim. kitap güzeldir, tespitler iyidir, ayrı konu.

    90 - herkes herkesle dostmuş gibi - barış bıçakçı
    2000 yılında ilk baskısını yapmış. şimdi okunduğunda etkisi daha da artıyor, özellikle nostaljik öğelere değer verenler için muazzam bir kitap.

    - "bir daha yaşanmayacak. sadece hatırlanacak."

    - "umudun bittiği anlarda yanlış kararlar hiç verilmese."

    sonra göğsüne bastırıp bir güzel öpmüştü nazlı'yı alnından, koklamıştı alnını burnuna bastırarak, içine çekerek. "çiçek tarlası." demişti. "sen bir çiçek tarlasısın. üzerinde dolaşıp çiçeklerini eziyorum senin."

    her durduğunda yüzü kırış kırış bir adam kamyondan aşağı atlıyor, bir koşu dükkânın camına asılı yazıyı akıyordu: "süt 3 yoğurt 1"

    - "manav halden yüklemiş kamyonetini geliyor, kasaları ne güzel yanar."

    91 - la vie devant soi - emile ajar - onca yoksulluk varken
    romain gary bu kitabı emile ajar takma adı ile yazar. ve bu takma ad kendisine fransa'nın prestijli bir edebiyat ödülü olan goncourt ödülü'nü kazandırır. bu kazanım bir istisnadır. çünkü ödül her yazara sadece bir kere verilmektedir. yazar bu romandan önce ödülü zaten kazanmıştır ve bu romanla ödülü ikinci kez alır.

    kitap, fahişelerin çalışırken küçük çocuklarını emanet ettikleri eskiden kendiside fahişe olan yaşlı madam rosa'yı ve küçük momo'yu ele alır. kitap, momo'nun yaşadıklarını, madam rosa'nın başından geçenleri tatlı bir dille anlatır.

    momo'nun ağzından bazı güzellemeler:

    - "onu o kadar çok seviyordum ki, bir başkasına verdim. öylesine üzüntülüydü ki, çirkin olduğu görülmüyordu. o kadar ağlıyordu ki çişim geldi."

    - "bunlar nadine'in çocuklarıydı, okuldan dönüyorlardı ya da ona benzer bir şey. saçları o kadar sarı, giysileri o kadar güzeldi ki, düş gördüğünüzü sanırdınız. bunlar mağazanın önünde değil de içerde olduklarından çalamayacağınız cinste lüks giysilerdi, onlara kadar varmak için satıcı kızları aşmak gerekir. hemen bok gibi baktılar bana."

    - "madam rosa gördüğün en çirkin, en yalnız ve en mutsuz kadındır, iyi ki ben varım, yoksa kimse onu almazdı. neden bazı insanların her şeyi vardır? hem çirkin, hem yoksul, hem hastadırlar da birtakım insanların hiçbir şeyi yoktur, anlamıyorum."

    92 - a modest proposal - jonathan swift - alçakgönüllü bir öneri

    jonathan swift abimizin çok güzel noktalara parmak bastığı güzel bir hiciv kitabı.

    momus, "eleştiri" adındaki kötücül tanrıçanın oturduğu yerin yolunu tuttu. eleştiri, nova zembla'da karlı bir dağın doruğunda oturuyordu; momus onu mağarasında, midesine indirdiği sayısız kitaptan arta kalanların üzerine kurulmuş bir halde buldu. eleştiri'nin sağında, babası ve kocası olan, ihtiyarlığı nedeniyle artık gözleri görmeyen "cehalet", solundaysa yırttığı kitap sayfalarıyla onu süslemeye çalışan annesi "gurur" vardı. hareketli, göz boyayıcı, kendine güveni tam ama hoppa, olduğu yerde dönüp duran kız kardeşi "fikir" de oradaydı. fikir'in çevresinde eleştiri'nin çocukları gürültü ve küstahlık, ahmaklık ve kendini beğenmişlik, olumluluk, bilgiçlik ve görgüsüzlük oynuyorlardı.

    - "insanlar da toprak gibidir, bazen yüzeyin altında sahibinin frakında olmadığı bir altın damarı bulunur."

    - "üstün erdemleri olan birini hakkınca övmek zordur, üstün kötülükleri olan birini de hakkınca yermek zordur. ılımlı, vasat karaktere sahip insanlar söz konusu olduğundaysa her ikisini de yapmak oldukça kolaydır."

    - "yaşlandığımızda arkadaşlarımızı bizi memnun etmede gittikçe daha zorlanırlar, ama aynı zamanda memnun olup olmadığımız da onları gittikçe daha az ilgilendirir. hiçbir bilge adam genç olmayı dilemez."

    - "bazı insanlar bilgeliklerini saklamaya, aptallıklarını saklamaktan daha fazla özen gösterir.

    93 - dias y noches de amor y de guerra - eduardo galeano - aşkın ve savaşın gündüz ve geceleri

    eduardo galeano, insanın midesini düğümleyecek, insanın kendisine "ulan! biz nasıl bir ırkız amk?" diye sordurtturacak bir kitap yazar ve ortaya bu çıkar.

    - "o yıl guatemala'da resmi olarak 'barış yılı' ilan edilmişti. ancak artık hiç kimse gualan bölgesinde balık avlamıyordu, çünkü ağlara insan bedenleri takılıyordu."

    - "bir başka seferindeyse kötü kaderliler şampiyonası düzenlendi. sekiz yaşından beri fahişelik yapanlar, çocukları tarafından sokağa atılan kötürümler, açlık ya da dayak yüzünden kör kalanlar, cüzamlılar, frengililer, işlemedikleri suçlar yüzünden ömürleri hapishanede geçenler, kulağı bir fare tarafından kemirilmiş çocuklar, yıllarca bir yatağın ayağına bağlı halde yaşayan kadınlardan oluşan kortej, sokağı mucizeler avlusuna çevirdi. kötü kaderliler içindeki en kötü kaderliye uyduruk bir ödül vaat ediyorlardı."

    - "bolivya madenlerinde bir sürü çocuk var, ama yaşlı kimse yok. onlar, silis tozu yüzünden kartona dönüşmüş ciğerlerle otuz beş yaşına gelmeden ölmeye mahkûm insanlar. tanrı tek başına hepsine yetişemiyor."

    - "brezilya'da ilk işkence sonucu ölüm vakası 1964'te yaşandı ve bu ulusal çapta bir skandala yol açtı. onuncu işkence sonucu ölüm vakasıysa kendine gazetelerde zorlukla yer buldu. ellinci vakaysa 'normal' bir durum olarak karşılandı.
    kışın soğuk nasıl kabulleniliyorsa, makine de korkuyu kabullenmeyi öğreniyor."

    94 - the picture of dorian gray - oscar wilde - dorian gray'in portresi

    eğer oscar wilde türk olsaydı eserin adı ajda pekkan'ın portresi olurdu. bu kitabı okurken ajda adlı hanım kızımızı akla getirmeden okumak sanki olanaksız. çünkü elimizde bu dorian gray'leşme için yegane örnek kendisi.

    formosus: lat. heykel gibi güzel.

    - "kendi hayatının seyircisi olmak hayatın acılarından kurtulmak demektir."

    - "kendi kendini suçlamak tadına doyulmaz bir şeydir. kendi kendimizi suçladığımız zaman başkalarının bizi suçlama haklarını ellerinden aldığımızı düşünürüz. günahlarımız papaz sayesinde değil, itiraflarımız sayesinde bağışlanır."

    - "sevmediğimiz insanların acılarında size her zaman gülünç gelen bir yan vardır. "

    - "dostlarımı yakışıklılıklarına göre seçerim, tanıdıklarımı kişiliklerine göre, düşmanlarımıysa zekâlarına göre."

    95 - sult - knut hamsun - açlık
    açlık konusunun bu kadar ince ayrıntılarla anlatıldığı başka bir roman herhalde yoktur.

    açlıktan, elindeki son battaniyeyi satmak, gömleğinin düğmelerini satıp bir ekmek parçası almayı düşünmek, hatta tek yapabildiğiniz gazetelere köşe yazısı yazmak iken gözlüğünüzü satmaya çalışıp ekmek almak istemek.
    elinize geçen az bir para ile, "kurşun kalem mi yoksa ekmek mi alsam?" diye düşünmek.

    ve bütün bu olumsuzluklar içinde bile borcunuza sadık olmak, gururunuzdan başka yollara sapmamak.

    - "insanın birazcık ekmeği olsa! sokaklarda ısıra ısıra gidebileceği, bir küçük nefis çavdar ekmeği! hem yürüyor, hem de bu çavdar ekmeğini hayal ediyordum; şimdi yemesi ne hoş olurdu! açlık iflahımı kesiyordu; ölmeyi, yok olmayı özledim, duygudan ağladım. sefaletim bitip tükenmek bilmiyordu!

    - "gözlerimi açtım. uyuyamadıktan sonra neden kapalı tutayım? aynı karanlık, pusudaydı çevremde; düşüncelerimin tırmanmak isteyip de kavrayamadıkları , kavranmaz o siyah sonsuzluk! neye benzetilebilirdi acaba? bu karanlığı ifade edebilecek siyahlıkta bir sözcük bulmaya zorladım kendimi; fakat faydasız! söyledim mi ağzımı kapkara edecek şiddette siyah bir sözcük arıyordum."

    96 - hikayem paramparça - emrah serbes
    emrah serbes'in güzel kitaplarından biri. kitap içinde galip işhanı adlı bir hikaye var ki şahsım adına keşke kitabın adı o olsaymış.
    parça parça çok güzel tespitler barındırıyor. ve dünyaca bilinen bazı kitaplardan yaptığı alıntılar ile "vay anasına yavv" dedirttiriyor.

    kazancakis'in zorba'sının en sevdiğim cümlesi, "insanız affet." madam ortans ölüm döşeğindeyken girit'in ileri gelenlerinden biri geliyor, "bugüne kadar senin hakkında ileri geri konuştuysam kusura bakma, insanız affet," diyor. ölüm döşeğindeki ihtiyar bir fahişeye söylüyor bunu. onun affetmesi mühim çünkü. tanrı zaten affeder, konsepti bu, bağışlayıcı olmak. ama en güçsüz olanın konsepti bu değil, onun elinde tek silah var, affetmemek.

    mesela sırf kendisi gibi düşünmüyor diye sevdiği yazarı/sanatçıyı hemen yerin dibine sokanlar için:

    - "şunu çok sık duydum. 'falanca yazarı çok seviyordum, ama son yaptıklarından sonra onu bir daha okumayı düşünmüyorum.' demek ki dostoyevski'nin zamanında yaşasaydın, kumarbaz diye onu da okumayacaktın. yazarların özel hayatını unutmak lazım. yazarların söylediklerini fazla ciddiye almamak lazım. edebiyat tarihi şahane şeyler yazmış berbat adamlarla dolu."

    - "haberler doğru olsaydı onları güzel kadınlara sundurmak zorunda kalmazlardı. televizyon yalanın kalesidir."

    - "maddi bir kayıp olmadan manevi bir yükselişin imkânı yok. yoga kurslarının aylık ücretlerine bakın en basitinden."

    ungeduld des herzens :merhamet adlı eserinde, stefan zweig, "vicdan hatırladıkça hiçbir suç unutulmaz" der.
    aynı buna benzer bir köşeden yaklaşır emrah serbes dostoyevski'nin suç ve cezasına:

    en ücra karakterlerine bile ruhsal derinlik katan dostoyevski, lizaveta'yı niye derinleştirmiyor? bu iyi kalpli kıza niye replikli figüran gibi davranıyor? raskolnikov, sonya'ya suçunu itiraf ettiğinde anlıyoruz niye öyle yaptığını. çünkü sonya cinayet itirafını duyunca, "sen o insanlara ne yaptın böyle?" demiyor. "sen kendine ne yaptın böyle?" diyor. raskolnikov ne yaptıysa kendine yapmıştır. kurduğu dünyanın azabını çekmektedir. bu vurguyu arttırmak için lizaveta'nın acısı görünmez romanda. lizaveta'nın ölümü hukukun konusudur. dostoyevski ise bize daha yüksek bir hukuktan bahseder. suçun cezasından kaçabilirsin, ama vicdanın azabından kaçamazsın diyen bir hukuktan.

    - "maddi durumun kötüyse kendini sevdirmek zorundasındır."

    97 - uzak - oruç aruoba
    kitabın başında tavşan beslemek ile ilgili bir 15 sayfalık bölüm var ki, insana "ulan, felsefeciler demek ki böyle böyle felsefe yapıyor" dedirttiriyor. normal insan için tavşan tavşandır. havuç yer, hızlı ürer, korkar, donnie darko, gözüne ışık tutulursa olduğu yerde donup kalır, bugs bunny.

    ama bu tavşanı bir felsefeci ele alırsa işte neler olur neler.

    bu bölümden sonra; özlem, özlemek, özlenmek, özlenen, özleyen gibi kelimeleri daha dikkatli bir düşünmenizi sağlayan bir bölüm var, işte orası insanı derin düşüncelere salıyor.

    - "beklenen daha gelmemiştir; özlenen artık gitmiştir."

    - "özlemek, göremediğini 'düşünmek' değil, görmektir."

    - "özlemin koşulu ayrılmaktır, ayrılıştır."

    - "özlem, görememenin yoğunluğudur."

    özlem, şimdi burada, senin bulunduğun yere yağan yağmurun, o'nun bulunduğu yere de yağması konusundaki ikircikliğindir:
    "keşke, burada, yanımda olsa da, yağmur birlikte yağsa üzerimize."
    "keşke, orada, yağmur yağmasa üzerine de, ıslanmasa..."

    özlem, şimdi gidip uyuman konusunda da ikircikliğindir:
    - "o, şimdi uyuyor mu? uyuyor olsa da, yarın yorulmasa..."
    - "o, şimdi uyumuyor mu? uyumuyorsa, beni düşünüyor olsa, ben de gidip uyumasam."
    işte, diğerkâmlık ile hodkâmlık arası bir şeydir özlem. özlenenden yola çıksa, özleyene; özleyenden yola çıksa, özlenene, yönelen...

    098 - ein hungerkünstler - franz kafka - açlık sanatçısı

    ilk acı
    küçük bir kadın
    açlık sanatçısı
    şarkıcı josephine ya da fare ırkı

    adlarında dört kısa öyküden oluşan franz kafka kitabı.

    açlık sanatçısı adlı öyküden:

    - "pekiyi, neden aç kalmak zorundasın?"
    - "çünkü, tadı hoşuma giden bir yemek yok. böyle bir yemek olsa, asla bu ünün peşinde koşmaz, sizin gibi, diğer insanlar gibi karnımı bir güzel doyururdum."

    rating kavramının başlangıçlarından biri olarak bunu gösterir m. kamil utku:

    - "açlık sanatçısının aç kalacağı süre, menajerinin dayatmasıyla, kırk gün olarak sınırlandırılmıştır. bu sınırlama, açlık sanatçısının sağlık koşullarını gözetmekten kaynaklanmaz. sorun, izleyici kitlenin ilgisinin kırk gün sonunda azalmaya başladığının tespit edilmesidir."

    099 - la casa de papel - carlos maria dominguez - kağıt ev
    - "kimse bir kitabı kaybetmek istemez. bir daha okumayacak olsak da başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, bir saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz."

    eğer bunu yeğleyen kişilerdenseniz bu kitap size çok satırın altını çizdirtecek.

    - "kitabı zarfın içine, zarfı çantama koydum ve çalışma masamın tozunu bir hırsızın itinasıyla temizledim."

    - "çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur."

    - "yelkenlilerin, eski tuğla tersanelerin, vinçlerin, gemilerin, denizcilerin ve martıların arasında dolanırdım. ne zaman oraya dönsem yapardım bunu; sanki bir şehrin sırtında ve önsözünde taşıdığı bir gençlik kitabının sayfalarına dönmek gibiydi. fakat burnu havada lokantalar, çatı katları, kafeteryalar ve kapıcılar buldum karşımda; hepsi öylesine değişmiş, gururla sunulmuş ve fena halde pahalı bir dünyaya aitti ki fırlatılmış bir taş gibi kaçtım oradan."

    - "çünkü bir koleksiyoncu için yangın sözcüğü düşlerin yanıp kül olmasıyla eş değerdir."

    100 - ein landarzt - franz kafka - bir köy hekimi

    01- yeni avukat
    02- ein landarzt :bir köy hekimi
    03- galeride
    04- eskiden bir yaprak
    05- kanun önünde
    06- çakallar ve araplar
    07- maden ocağını ziyaret
    08- en yakın köy
    09- imparatorun haberi
    10- evin beyinin tasası
    11- on bir oğul
    12- kardeş katili
    13- bir düş
    14- ein bericht für eine akademie :akademi için bir rapor

    adlı öykülerden oluşuyor.

    yine güzel betimlemeler mevcut, mesela çakallar ve araplar öyküsünden:
    - "bir çakal hemen leşin boynuna atıldı, usulca atardamarı bulup dişlerini geçirdi. denetimden çıkmış bir yangını umutsuzca söndürmeye çabalayan küçük bir pompa gibi çalışıyordu.

    101 - über die dummheit - robert musil - ahmaklık üzerine
    öğle tatili arasında okuyup bitirebileceğiniz, cüzdanınızla beraber arka cebinize koyup gezdirebileceğiniz bir cep kitabı.
    ahmaklık ile ilgili ince tespitlere sahip, zaten hepi topu 69 sayfa.

    - "ahmaklığa karşı en önemli çare, 'alçakgönüllü olmaktır'. alçakgönüllülük ise, gücün ve iktidarın tadını aldıkça bazı kişilerin uzaklaştıkları bir erdem."

    görüşlerin zaman içinde ne kadar değiştiğine dair küçük bir örnek vereyim; eskiden iyi bilinen bir psikiyatri ders kitabında: "adalet nedir?" sorusuna verilen, "ötekinin cezalandırılması!"şeklindeki yanıt, embesillik örneği diye sunulmuştu; oysa günümüzde bu soru ve bu yanıt, üzerinde çok tartışılan bir hukuk anlayışının temelini oluşturur.
App Store'dan indirin Google Play'den alın