18
trabzonda 349. kısa dönem askerdim. internete giremediğim için sneijder ve drogba gibi transfleri bittiği an televizyondan gördüğüm zamanlardı. bu transferleri birden öğrenince nasıl bir paralize olmak duygusu yaşayabileceğimi tahmin edersiniz.
malum o sene şampiyonlar liginde çeyrek finale kadar çıkıp real madrid'le oynamıştık. ilk maçın da hikayesi ayrı, onu belki sonra yazarım ancak hayatımın en unutulmaz maçı rövanş maçıydı.
o gece komutan yat içtimasını aldı. ben de nöbetçi çavuştum. herkesin aklında akşamki maçı izleyip izleyemeyeceğimiz vardı. komutan şöyle dedi;
"arkadaşlar, umudumuz olan bir maç olsaydı izleyin derdim ama herkes yatsın zaten formalite maçı olacak, televizyonu açmak yasak kimseyi dışarıda görmeyeyim."
o an yıkıldım ancak o günkü nöbetçi subayın nöbetçi çavuşlara taburda devir atmalarını tavsiye ettiği aklıma geldi ve benim ortalıkta gezinmeme kimse bişey diyemezdi. risk alıp kantine gidip televizyonu açmak mı yoksa muhtelemen yenileceğimiz maç için hiç riske girmeden yatıp uyumak mı... bu kararsızlık içimi yedi bitirdi. en sonunda dayanamadım ve herkes uyuduktan sonra gizlice kantine geldim ve komutana yakalanmak pahasına televizyonu 21:40 gibi açtım. maç başladı, sonra benim gibi dayanamayıp kantine gizlice üzerinde pijamalarıyla gelen bir kaç arkadaş daha oldu. bir şey diyemedim, bu maçtan mahrum kalmak bir galatasaraylı için ızdırap niteliğindeydi.
içimde ilk maçın burukluğu ile birlikte engelleyemediğim bir ümidin yarattığı heyecan beni garip hislere sokuyordu. üstelik evimden uzak, gizli saklı soğuk ve karanlık bir kantinde galatasarayımla baş başa olmak unutulmaz bir his yaratmıştı.
maç başladı ilk golü yedik, sesimiz çıkmadı. ancak heyecanımızdan hiç bir şey kaybolmadı. gizli saklı bir iş yapmanın verdiği adrenalinle kalbimiz son hız atıyordu. dakikalar ilerlerken eboue'nin golü geldi. herkes bağıracak gibi oldu ancak kimse sesini çıkaramadı ve "oh be real'i boş geçmedik" anlamında gülümseyerek birbirimize baktık.
dakikalar ilerledi, bir gözümüz kapıda bir gözümüz televizyonda... derken o an geldi... sneijder 2.yi yazdı. işte o an o kantinde herkes hayatının en zor anını yaşadı. içimizden çığlıklar atmak geliyordu ancak sesimizi çıkaramıyorduk. sevinçten birbirimizin elini kolunu sıkıyor, omuzlarımızdan tutup birbirimizi sarsıyorduk. o andan itibaren yerimizde oturamadık. yumuşak adımlarla bir sağa bir sola koşuşturduk heyecandan.
derken...
drogba...
o an zaman büküldü, an ve mekan değersizleşti...
o an trabzon'un en tepesinde karanlık ve buz gibi bir kantinde üzerimizde pijamalar ve parkalarla değil arena'nın kale arkasında formalarımızla duruyorduk...
boynumuzda künye değil, sarı kırmızı atkımız vardı adeta...
hepimiz birden avazımız çıktığı kadar bağırdık. yaşadığımız büyük gerilimin sonundaki duygu patlamasıyla sevinçten ağlayanlar oldu... tüm çarşıların kitlenmesine razıydık o an... hayat durmuştu...
"4'ü atalım 5 ne olursa olsun gelir" diye sayıklamaya başladık, ağzımızdan tek çıkabilen buydu. ne gecenin ayazında tutacağımız nöbetler aklımızdaydı ne geçmesi gereken günler. hayattaki tek gayemiz o 4. golü görmekti. ve o malum ofsayt olan ancak bizim için maçı 3-2 değil de 4-1 gibi hatırlamamıza sebep olan gol geldi ve iptal edildi... tarifsiz bir duyguydu, zirveye kadar tırmanıp elinin kayması ve yuvarlanmak gibi bir şey...
neyseki kazasız belasız bir şekilde kimse duymadan maçı bitirdik ve yattık.
o gece askerde ilk kez sabaha kadar yüzümde bir gülümsemeyle uyumuştum.
o gün anladım ki, galatasaray zaman ve mekan bağımsız hayatımızın her anında, her koşulunda bizim ilk önceliklerimizden.
ve hep öyle olmaya devam edecek...
malum o sene şampiyonlar liginde çeyrek finale kadar çıkıp real madrid'le oynamıştık. ilk maçın da hikayesi ayrı, onu belki sonra yazarım ancak hayatımın en unutulmaz maçı rövanş maçıydı.
o gece komutan yat içtimasını aldı. ben de nöbetçi çavuştum. herkesin aklında akşamki maçı izleyip izleyemeyeceğimiz vardı. komutan şöyle dedi;
"arkadaşlar, umudumuz olan bir maç olsaydı izleyin derdim ama herkes yatsın zaten formalite maçı olacak, televizyonu açmak yasak kimseyi dışarıda görmeyeyim."
o an yıkıldım ancak o günkü nöbetçi subayın nöbetçi çavuşlara taburda devir atmalarını tavsiye ettiği aklıma geldi ve benim ortalıkta gezinmeme kimse bişey diyemezdi. risk alıp kantine gidip televizyonu açmak mı yoksa muhtelemen yenileceğimiz maç için hiç riske girmeden yatıp uyumak mı... bu kararsızlık içimi yedi bitirdi. en sonunda dayanamadım ve herkes uyuduktan sonra gizlice kantine geldim ve komutana yakalanmak pahasına televizyonu 21:40 gibi açtım. maç başladı, sonra benim gibi dayanamayıp kantine gizlice üzerinde pijamalarıyla gelen bir kaç arkadaş daha oldu. bir şey diyemedim, bu maçtan mahrum kalmak bir galatasaraylı için ızdırap niteliğindeydi.
içimde ilk maçın burukluğu ile birlikte engelleyemediğim bir ümidin yarattığı heyecan beni garip hislere sokuyordu. üstelik evimden uzak, gizli saklı soğuk ve karanlık bir kantinde galatasarayımla baş başa olmak unutulmaz bir his yaratmıştı.
maç başladı ilk golü yedik, sesimiz çıkmadı. ancak heyecanımızdan hiç bir şey kaybolmadı. gizli saklı bir iş yapmanın verdiği adrenalinle kalbimiz son hız atıyordu. dakikalar ilerlerken eboue'nin golü geldi. herkes bağıracak gibi oldu ancak kimse sesini çıkaramadı ve "oh be real'i boş geçmedik" anlamında gülümseyerek birbirimize baktık.
dakikalar ilerledi, bir gözümüz kapıda bir gözümüz televizyonda... derken o an geldi... sneijder 2.yi yazdı. işte o an o kantinde herkes hayatının en zor anını yaşadı. içimizden çığlıklar atmak geliyordu ancak sesimizi çıkaramıyorduk. sevinçten birbirimizin elini kolunu sıkıyor, omuzlarımızdan tutup birbirimizi sarsıyorduk. o andan itibaren yerimizde oturamadık. yumuşak adımlarla bir sağa bir sola koşuşturduk heyecandan.
derken...
drogba...
o an zaman büküldü, an ve mekan değersizleşti...
o an trabzon'un en tepesinde karanlık ve buz gibi bir kantinde üzerimizde pijamalar ve parkalarla değil arena'nın kale arkasında formalarımızla duruyorduk...
boynumuzda künye değil, sarı kırmızı atkımız vardı adeta...
hepimiz birden avazımız çıktığı kadar bağırdık. yaşadığımız büyük gerilimin sonundaki duygu patlamasıyla sevinçten ağlayanlar oldu... tüm çarşıların kitlenmesine razıydık o an... hayat durmuştu...
"4'ü atalım 5 ne olursa olsun gelir" diye sayıklamaya başladık, ağzımızdan tek çıkabilen buydu. ne gecenin ayazında tutacağımız nöbetler aklımızdaydı ne geçmesi gereken günler. hayattaki tek gayemiz o 4. golü görmekti. ve o malum ofsayt olan ancak bizim için maçı 3-2 değil de 4-1 gibi hatırlamamıza sebep olan gol geldi ve iptal edildi... tarifsiz bir duyguydu, zirveye kadar tırmanıp elinin kayması ve yuvarlanmak gibi bir şey...
neyseki kazasız belasız bir şekilde kimse duymadan maçı bitirdik ve yattık.
o gece askerde ilk kez sabaha kadar yüzümde bir gülümsemeyle uyumuştum.
o gün anladım ki, galatasaray zaman ve mekan bağımsız hayatımızın her anında, her koşulunda bizim ilk önceliklerimizden.
ve hep öyle olmaya devam edecek...