1311
ikinci dublesinden bir yudum alırken, henüz erimemiş buzlar dudağına değmişti.
kaç yaşındaydı, daha suyu adam gibi soğutup da buzsuz içmeyi öğrenememişti şu mereti...
açık olan televizyondan gelen haber sesleri, farklı yankılar uyandırıyordu zihninde. kobani neydi, neden bir anda patlamıştı? askerde olan kardeşi, başkalarının savaşında körpe kurşunlara hedef olur muydu birkaç hafta sonra?
anlamlandıramıyordu bir çok şeyi...
mesela, yıllardır devletle savaşan örgüt, ateşe düştüğünde, neden kızıyordu aynı devlete, "bizi neden kurtarmıyorsunuz" diye?
ya da şu adında ış geçen, id geçen yobazlar ordusu neydi? daha düne kadar, kendi ülkesi dahil, birçok ülkeden destek görmüyor muydu bunlar? şimdi aynı örgüt, neden düşman olmuştu?
kendi kendine, "siktir et" dedi...
zaten yalan dolan amına kodumun yeri...
rakı kadehini doldurmadan önce, aynada kendine bakmıştı koridorun hemen girişinde. zaten o bakış, ister istemez alkole ulaştırmıştı aslan parçasını.
babası böyle derdi o'na, formalarını giydirip, eski açıktaki yerlerinde maç izlerken.
"bağır bakalım aslan parçası"...
gözleri doldu, salonun ortasında oyun oynayan kızına ilişti gözü.
eski eşinden yadigardı, o'nun için güçlü olmalıydı...
ah, o trafik kazası...
haberlerde gördüğünde, sadece okuyup geçerdi önceden.
"tem otoyolunda zincirleme kaza, 2 ölü, 1'i ağır 3 yaralı..."
bu haberler pek bir anlam ifade etmezdi o'na. ama karısını kaybettiğinde, o kaza hiç haber olmamıştı...
ya da olsa bile, böyle bir acının üstüne, gazetelerde haber mi kovalayacaktı, insanlar duydu mu diye...
eliyle göz ucundaki nemi alırken kadehi ağzına götürdü, aynadaki silüeti tekrar geldi aklına.
henüz 30larında, çökmüş, gözleri kararmış bir adam.
kötü bir kaza, bir başına kalmış kızıyla,
ve kalp krizinden yitirdiği annesi, eşinin hasretine dayanamayıp göçen babası...
daha kötü bir hayata sahip olmak için uğraşmalıydı belki, çünkü daha kötüsü olamazdı.
en son ne zaman her şeyi bir kenara bırakarak gülebilmişti?
ne zaman sorumsuzca davranabilmişti en son?
üniversitedeyken, hayatı böyle mi hayal etmişti?
orta dereceli bir şirkette, üst düzey yöneticilik yapmak herkesin hayali iken, acaba o işini seviyor muydu?
canından çok sevdiği eşi hayatta olsa, belki de sevecek olabilir miydi?
istemsizce peynire uzandı yorgun ellerinin tuttuğu çatal ile. oldu olası, küçük çatalla bir şeyler yemeyi sevememişti. hayatı dolu dolu yaşamayı severdi, küçük bardaklardan su içmez; illa öküz doyuran büyüklüğündeki bardaklardan suyu kana kana içerdi.
ama kazadan sonra, tüm bu alışkanlıkları değişmişti.
akşamları telefonları çalmıyordu artık, arada sırada yakın bir iki arkadaşı arayıp sorardı. kontrol ederlerdi sanki, hala bu kadar acının üzerine yaşayabiliyor mu diye...
hissetmek, iyi ya da kötü, ne boktan bir duygu olmuştu.
elleri titremeye başladığında, kadehin sonuna geliyordu. televizyonda aynı arabesk laflar dönüyordu, "ülkenin geleceği, memleket meselesi, büyük güç olma yolunda..."
en son büyük ülke olma hayalini, nazım hikmet dizeleri okurken kurmuştu.
sonrası yoktu.
yitip giden hayalleri, hayatın içine çektiği acı monotonluk, tek düzelik,
sadece rakı kadehleri birbirlerinden farklıydı;
çünkü her kadeh, farklı acılar hatırlatırdı...
güzellikler de yok değildi elbet,
kızının gözüne her baktığında, annesini hatırlatırdı içten içe, mutluluk hissini böyle zamanlarda tadardı.
bir de, içini kıpırdatan galatasaray maçları,
o da babasından yadigardı.
iki hafta sonra oynanacak derbiyi düşündü,
almak zorunda kaldığı passikimsoniklig kartına küfretti,
bu icadı çıkartanların annelerinin kulaklarını çınlattı bir güzel,
ve son demi çekti el yapımı cam kadehten.
çünkü bir kızı vardı artık geride,
bir askerdeki ufak kardeşi,
bir de galatasaray'ı...
kaç yaşındaydı, daha suyu adam gibi soğutup da buzsuz içmeyi öğrenememişti şu mereti...
açık olan televizyondan gelen haber sesleri, farklı yankılar uyandırıyordu zihninde. kobani neydi, neden bir anda patlamıştı? askerde olan kardeşi, başkalarının savaşında körpe kurşunlara hedef olur muydu birkaç hafta sonra?
anlamlandıramıyordu bir çok şeyi...
mesela, yıllardır devletle savaşan örgüt, ateşe düştüğünde, neden kızıyordu aynı devlete, "bizi neden kurtarmıyorsunuz" diye?
ya da şu adında ış geçen, id geçen yobazlar ordusu neydi? daha düne kadar, kendi ülkesi dahil, birçok ülkeden destek görmüyor muydu bunlar? şimdi aynı örgüt, neden düşman olmuştu?
kendi kendine, "siktir et" dedi...
zaten yalan dolan amına kodumun yeri...
rakı kadehini doldurmadan önce, aynada kendine bakmıştı koridorun hemen girişinde. zaten o bakış, ister istemez alkole ulaştırmıştı aslan parçasını.
babası böyle derdi o'na, formalarını giydirip, eski açıktaki yerlerinde maç izlerken.
"bağır bakalım aslan parçası"...
gözleri doldu, salonun ortasında oyun oynayan kızına ilişti gözü.
eski eşinden yadigardı, o'nun için güçlü olmalıydı...
ah, o trafik kazası...
haberlerde gördüğünde, sadece okuyup geçerdi önceden.
"tem otoyolunda zincirleme kaza, 2 ölü, 1'i ağır 3 yaralı..."
bu haberler pek bir anlam ifade etmezdi o'na. ama karısını kaybettiğinde, o kaza hiç haber olmamıştı...
ya da olsa bile, böyle bir acının üstüne, gazetelerde haber mi kovalayacaktı, insanlar duydu mu diye...
eliyle göz ucundaki nemi alırken kadehi ağzına götürdü, aynadaki silüeti tekrar geldi aklına.
henüz 30larında, çökmüş, gözleri kararmış bir adam.
kötü bir kaza, bir başına kalmış kızıyla,
ve kalp krizinden yitirdiği annesi, eşinin hasretine dayanamayıp göçen babası...
daha kötü bir hayata sahip olmak için uğraşmalıydı belki, çünkü daha kötüsü olamazdı.
en son ne zaman her şeyi bir kenara bırakarak gülebilmişti?
ne zaman sorumsuzca davranabilmişti en son?
üniversitedeyken, hayatı böyle mi hayal etmişti?
orta dereceli bir şirkette, üst düzey yöneticilik yapmak herkesin hayali iken, acaba o işini seviyor muydu?
canından çok sevdiği eşi hayatta olsa, belki de sevecek olabilir miydi?
istemsizce peynire uzandı yorgun ellerinin tuttuğu çatal ile. oldu olası, küçük çatalla bir şeyler yemeyi sevememişti. hayatı dolu dolu yaşamayı severdi, küçük bardaklardan su içmez; illa öküz doyuran büyüklüğündeki bardaklardan suyu kana kana içerdi.
ama kazadan sonra, tüm bu alışkanlıkları değişmişti.
akşamları telefonları çalmıyordu artık, arada sırada yakın bir iki arkadaşı arayıp sorardı. kontrol ederlerdi sanki, hala bu kadar acının üzerine yaşayabiliyor mu diye...
hissetmek, iyi ya da kötü, ne boktan bir duygu olmuştu.
elleri titremeye başladığında, kadehin sonuna geliyordu. televizyonda aynı arabesk laflar dönüyordu, "ülkenin geleceği, memleket meselesi, büyük güç olma yolunda..."
en son büyük ülke olma hayalini, nazım hikmet dizeleri okurken kurmuştu.
sonrası yoktu.
yitip giden hayalleri, hayatın içine çektiği acı monotonluk, tek düzelik,
sadece rakı kadehleri birbirlerinden farklıydı;
çünkü her kadeh, farklı acılar hatırlatırdı...
güzellikler de yok değildi elbet,
kızının gözüne her baktığında, annesini hatırlatırdı içten içe, mutluluk hissini böyle zamanlarda tadardı.
bir de, içini kıpırdatan galatasaray maçları,
o da babasından yadigardı.
iki hafta sonra oynanacak derbiyi düşündü,
almak zorunda kaldığı passikimsoniklig kartına küfretti,
bu icadı çıkartanların annelerinin kulaklarını çınlattı bir güzel,
ve son demi çekti el yapımı cam kadehten.
çünkü bir kızı vardı artık geride,
bir askerdeki ufak kardeşi,
bir de galatasaray'ı...