23
sevgili sözlük yazarları...
sizlere "asker mektubu" temalı bu entryi her haftasonu evde olsam da yaklaşık bir ay sonra ilk defa, o da bu entryi rahatça yazabilmek için, açma gereksinimi duyduğum bilgisayarımdan; acemi birliğindeki psikolojik danışmanın "kendini iyi hissettirecek birşeyler yap" önerisi üzerine yazıyorum. bazılarınızın malumu olduğu üzere 11 ağustos tarihinden bu yana "mecburi hizmet" adı verilen bu zorlu mücadeleye başlamış bulunuyorum. haftasonları twitter'da orda burda görünüyor olsam da istisnalar harici buraya birşey yazmayacağımı beyan etmiştim. istisnası bir kenara, içimde biriken yığınları bir nebze boşaltabilmek adına klavyemin tuşlarıyla oynuyor halde buldum kendimi...
20 gündür, bu görevi yapmış olanların çok derinden bildiği, henüz başlamamış olanlarınsa kulaktan dolma bilgilerle tanımaya çalıştığı bambaşka bir alemin içindeyim; bir zamanlar güzel olan adanın her tarafından gelen 200 kadar "çavuş adayı" ile birlikte... gerek "askerlikten soğutma" diye bir suçun varlığı, gerekse resmi evrakta "personel" olarak anılacağımız bir yıl içinde "istihbarat kırıcı" faaliyetlere katılmayacağımızı taahüt ettiğimizden; en çok da bu iki "faaliyet"in tam kapsamını kestiremediğimden dolayı nelerden bahsedip bahsedemeyeceğimi tam olarak bilmiyorum. net olarak bildiğim tek şey bu 20 günün hayatımdaki en zor 20 gün olduğu ve bunun gibi 345 gün daha geçirmek zorunda olduğum.
ortalama bir günü 3-4 "sivil" güne bedel olsa da burayı anlatmak için birkaç kelime yeterli olur. kafaya yazılması gereken kelime ise mahrumiyet. 365 tane kocaman günden, o güne sığdırılabilecek iyi ya da kötü anılardan, duygularından, düşüncelerinden, herşeyden ve herkesten mahrum kalıyorsun. sabah 5 civarı başlayıp 9 buçuk civarı koğuşlarda yapılan sayımla biten günler boyunca ne yapacağından ne hissedeceğine, ayakkabının bağcıklarını nasıl bağlayacağından tuvaletin nasıl yapacağına kadar hiçbir şey hakkında en ufak bir hükmün yok. bu gerçekten korkunç ve 20 değil 20000 günlük asker olsam yine de kabullenemeyeceğim bir durum.
bir diğer kelime ise tezat. hayatının bir senesine sorgusuz sualsiz el koyan bir kurumu temsil eden kişinin 1 dakikalık gecikme için "kimsenin vaktini çalmaya hakkınız yok" diye insanları azarlayıp ceza vermeye çalışması, "kız gibi" olduğunu belgeleyebilen kişilerin muaf olduğu bu hizmet(!) sırasında verdiğiniz son derece insani bir refleks sonrası "kız gibisin lan" diye başlayan bir fırça ve hırpalamaya maruz kalmak gibi şeyler burada son derece sıradan. yüksek lisans seviyesine kadar okumuş adamların çok basit 2-3 cümlelik bir tanım her sorulduğunda korku ve stresten ağzını açamayışından, ya da nükleer serpintiden koşarak kaçmayı öğütleyen eğitimlerden falan bahsetmiyorum bile...
üçüncü ve son kelime ise kesinlikle avuntu. izin vakti nizamiye kapısına yapılan yürüyüş ve aile görüşleri dışında askerliğe dair en "somut" mutluluk avuntular. onun da ne kadar "somut" olabildiği, askerlikte mutluluğa dair derin ipuçları veriyordur sanırım. her eğitim arasında saate bakıp "biraz daha yedik" lafını etmek avutuların en büyüğü, kendi adıma kavuşursam yegane hayata tutunma sebebim. güneydoğuda falan boku bokuna ölüme gönderilen askerlerin varlığıyla, mükellef asteğmenin piyade okulu anılarıyla falan durumumuzun "kebap" olduğuna inanmaya ya da inandırılmaya çalışılıyoruz sürekli. inanmasan da inanmış olmalısın. çünkü başka alternatifin yok.
iyiye ya da pozitife dair söylenebilecek tek şey ise farkındalık. bir güne ne kadar çok iş sığdırılabileceğinin farkına varıyorsun mesela. yıllardır yaptığın için sıradan zannettiğin "kafana estiği vakit kafana esen şeyi yapabilmenin" aslında ne kadar değerli olduğunu, sabahın köründe sokakları süpürüp çöp toplayan adamın neler hissettiğini, tuvalet temizlemenin ne demek olduğunu, gerçek yorgunluğu, gerçek acıyı, gerçek hasreti falan. en çok da kendi kendine oluyor zannettiğin işlerin nasıl yürüdüğünü öğreniyorsun. hayatı ve insanları anlamaya dair büyük bir farkındalık yaratıyor bu. atıyorum eskiden restoranda sipariş verirken utandığın garson çocuğun neler hissettiğini anlayabiliyorsun mesela. bütün bu insanlık dışı ortam içinde, çok insani bir öğreti oluyor. tezat demiştik ya, bu da böyle bir tezatlık işte...
aslında günlerdir kafamın içinde birçok cümle geçti, bu entryi de defalarca kurguladım ama yine bambaşka bir yöne doğru kayıp gidiyor. bu da "içerideki" hayatın bir yansıması. düşünmek ve hissetmek için ne fazla şansın ne de fazla bir alternatifin olmasa da bir yere kadar kaçabiliyorsun. gün içinde duyguların çok defalar ve sık şekilde dalgalanıyor. buluta giren güneş hayata döndürürken iki dakika sonra tekrardan canından bezdirebiliyor. tam da "bugün iyi mi gidiyor" diye içinden geçerken kendini çalıların içinde sürünürken bulmak ağır bir darbe oluyor. ya da 14 saattir içinde şapır şapır terleyip toz toprağın çamur olduğu kamuflajı üzerinden güç bela çıkarıp kendini duşa atmak hayat öpücüğü kıvamında olabiliyor. bir anımız diğerini tutmuyor ama kaçmak için yırtınsam da negatif duygulardan sıyrılmak çok kolay olmuyor.
aslında yıllardır yılan hikayesine dönen, kangren olmanın kıyısına gelmiş bu problem bir şekilde çözüleceği için giderken umutlu ve moralliydim. gün geçtikçe o moralin de avuntudan ibaret olduğunu biraz daha iyi kavrıyorum. asker mektupları adettendir "iyiyim, merak etmeyin" temalı olur, asker ailelerine çocuklarınıza moral aşılayın, evdeki sorunları yansıtmayın falan denir ya. o havalardan uzaktayım malesef. günler zor geçiyor, bazı günler hiç geçmiyor. askerde olmak bile bir birey için yeterince zorlu bir olayken komutanların taşşak oğlanı, psikolojik danışmanlık merkezinin müdavimi, bölüğün en zayıf halkalarından biri haline gelmiş olmak bu olayı iyice zorlaştırıyor. tüm iyi niyetiyle bu sürecin yükünü paylaşmaya çalışan insanlara rağmen, dışarıda bırakılanlara olan özlem ağır basıyor. meğer ne çok şey paylaşıyormuşuz, ne kadar büyük ve farklı bir dünya yaratmışız kendimize. evli barklı, nişanlı ya da sevgilisi olan bir dolu insan var. hatta sanırım 90 küsur adamlık bölükte ben ve bir diğer kişiden başka sap yok. onların halini düşünüp kendimi avutmaya çalışsam da pek faydası olmuyor, avuntu demiştik ya bir kere daha karşımıza çıkıyor. millet ankesörlü telefon başında sıra beklerken ben çoktan koğuşta uykuya dalmış oluyorum falan; kazanca gel...
pazartesi günü 4. haftamız başlıyor. iki hafta sonra yapılacak kura çekimi kalan 11 ayda görev yapacağımız yeri belirleyecek. neresi çıkarsa çıksın oh çekebileceğimi sanmıyorum ama, olası bir kötü kuranın işleri daha da kötüye sürükleme ihtimali yüksek. ruh halim en az şafak kadar kadar, belki daha beter karanlık. o kadar ki arada bir gördüğüm ışıl ışıl(!) * rüyalar bile aydınlatamıyor, bütün gün iflahımızı kesen ağustos güneşi bile fayda etmiyor. en kötü anımızda bile aklımızdan hiç çıkmayan tek bir cümle var; bir gün gelecek bir gün kalacak.
kalacak da benden geriye ne kalacak, asıl merak konusu o...
hepiniz kendinize iyi bakın...
sizlere "asker mektubu" temalı bu entryi her haftasonu evde olsam da yaklaşık bir ay sonra ilk defa, o da bu entryi rahatça yazabilmek için, açma gereksinimi duyduğum bilgisayarımdan; acemi birliğindeki psikolojik danışmanın "kendini iyi hissettirecek birşeyler yap" önerisi üzerine yazıyorum. bazılarınızın malumu olduğu üzere 11 ağustos tarihinden bu yana "mecburi hizmet" adı verilen bu zorlu mücadeleye başlamış bulunuyorum. haftasonları twitter'da orda burda görünüyor olsam da istisnalar harici buraya birşey yazmayacağımı beyan etmiştim. istisnası bir kenara, içimde biriken yığınları bir nebze boşaltabilmek adına klavyemin tuşlarıyla oynuyor halde buldum kendimi...
20 gündür, bu görevi yapmış olanların çok derinden bildiği, henüz başlamamış olanlarınsa kulaktan dolma bilgilerle tanımaya çalıştığı bambaşka bir alemin içindeyim; bir zamanlar güzel olan adanın her tarafından gelen 200 kadar "çavuş adayı" ile birlikte... gerek "askerlikten soğutma" diye bir suçun varlığı, gerekse resmi evrakta "personel" olarak anılacağımız bir yıl içinde "istihbarat kırıcı" faaliyetlere katılmayacağımızı taahüt ettiğimizden; en çok da bu iki "faaliyet"in tam kapsamını kestiremediğimden dolayı nelerden bahsedip bahsedemeyeceğimi tam olarak bilmiyorum. net olarak bildiğim tek şey bu 20 günün hayatımdaki en zor 20 gün olduğu ve bunun gibi 345 gün daha geçirmek zorunda olduğum.
ortalama bir günü 3-4 "sivil" güne bedel olsa da burayı anlatmak için birkaç kelime yeterli olur. kafaya yazılması gereken kelime ise mahrumiyet. 365 tane kocaman günden, o güne sığdırılabilecek iyi ya da kötü anılardan, duygularından, düşüncelerinden, herşeyden ve herkesten mahrum kalıyorsun. sabah 5 civarı başlayıp 9 buçuk civarı koğuşlarda yapılan sayımla biten günler boyunca ne yapacağından ne hissedeceğine, ayakkabının bağcıklarını nasıl bağlayacağından tuvaletin nasıl yapacağına kadar hiçbir şey hakkında en ufak bir hükmün yok. bu gerçekten korkunç ve 20 değil 20000 günlük asker olsam yine de kabullenemeyeceğim bir durum.
bir diğer kelime ise tezat. hayatının bir senesine sorgusuz sualsiz el koyan bir kurumu temsil eden kişinin 1 dakikalık gecikme için "kimsenin vaktini çalmaya hakkınız yok" diye insanları azarlayıp ceza vermeye çalışması, "kız gibi" olduğunu belgeleyebilen kişilerin muaf olduğu bu hizmet(!) sırasında verdiğiniz son derece insani bir refleks sonrası "kız gibisin lan" diye başlayan bir fırça ve hırpalamaya maruz kalmak gibi şeyler burada son derece sıradan. yüksek lisans seviyesine kadar okumuş adamların çok basit 2-3 cümlelik bir tanım her sorulduğunda korku ve stresten ağzını açamayışından, ya da nükleer serpintiden koşarak kaçmayı öğütleyen eğitimlerden falan bahsetmiyorum bile...
üçüncü ve son kelime ise kesinlikle avuntu. izin vakti nizamiye kapısına yapılan yürüyüş ve aile görüşleri dışında askerliğe dair en "somut" mutluluk avuntular. onun da ne kadar "somut" olabildiği, askerlikte mutluluğa dair derin ipuçları veriyordur sanırım. her eğitim arasında saate bakıp "biraz daha yedik" lafını etmek avutuların en büyüğü, kendi adıma kavuşursam yegane hayata tutunma sebebim. güneydoğuda falan boku bokuna ölüme gönderilen askerlerin varlığıyla, mükellef asteğmenin piyade okulu anılarıyla falan durumumuzun "kebap" olduğuna inanmaya ya da inandırılmaya çalışılıyoruz sürekli. inanmasan da inanmış olmalısın. çünkü başka alternatifin yok.
iyiye ya da pozitife dair söylenebilecek tek şey ise farkındalık. bir güne ne kadar çok iş sığdırılabileceğinin farkına varıyorsun mesela. yıllardır yaptığın için sıradan zannettiğin "kafana estiği vakit kafana esen şeyi yapabilmenin" aslında ne kadar değerli olduğunu, sabahın köründe sokakları süpürüp çöp toplayan adamın neler hissettiğini, tuvalet temizlemenin ne demek olduğunu, gerçek yorgunluğu, gerçek acıyı, gerçek hasreti falan. en çok da kendi kendine oluyor zannettiğin işlerin nasıl yürüdüğünü öğreniyorsun. hayatı ve insanları anlamaya dair büyük bir farkındalık yaratıyor bu. atıyorum eskiden restoranda sipariş verirken utandığın garson çocuğun neler hissettiğini anlayabiliyorsun mesela. bütün bu insanlık dışı ortam içinde, çok insani bir öğreti oluyor. tezat demiştik ya, bu da böyle bir tezatlık işte...
aslında günlerdir kafamın içinde birçok cümle geçti, bu entryi de defalarca kurguladım ama yine bambaşka bir yöne doğru kayıp gidiyor. bu da "içerideki" hayatın bir yansıması. düşünmek ve hissetmek için ne fazla şansın ne de fazla bir alternatifin olmasa da bir yere kadar kaçabiliyorsun. gün içinde duyguların çok defalar ve sık şekilde dalgalanıyor. buluta giren güneş hayata döndürürken iki dakika sonra tekrardan canından bezdirebiliyor. tam da "bugün iyi mi gidiyor" diye içinden geçerken kendini çalıların içinde sürünürken bulmak ağır bir darbe oluyor. ya da 14 saattir içinde şapır şapır terleyip toz toprağın çamur olduğu kamuflajı üzerinden güç bela çıkarıp kendini duşa atmak hayat öpücüğü kıvamında olabiliyor. bir anımız diğerini tutmuyor ama kaçmak için yırtınsam da negatif duygulardan sıyrılmak çok kolay olmuyor.
aslında yıllardır yılan hikayesine dönen, kangren olmanın kıyısına gelmiş bu problem bir şekilde çözüleceği için giderken umutlu ve moralliydim. gün geçtikçe o moralin de avuntudan ibaret olduğunu biraz daha iyi kavrıyorum. asker mektupları adettendir "iyiyim, merak etmeyin" temalı olur, asker ailelerine çocuklarınıza moral aşılayın, evdeki sorunları yansıtmayın falan denir ya. o havalardan uzaktayım malesef. günler zor geçiyor, bazı günler hiç geçmiyor. askerde olmak bile bir birey için yeterince zorlu bir olayken komutanların taşşak oğlanı, psikolojik danışmanlık merkezinin müdavimi, bölüğün en zayıf halkalarından biri haline gelmiş olmak bu olayı iyice zorlaştırıyor. tüm iyi niyetiyle bu sürecin yükünü paylaşmaya çalışan insanlara rağmen, dışarıda bırakılanlara olan özlem ağır basıyor. meğer ne çok şey paylaşıyormuşuz, ne kadar büyük ve farklı bir dünya yaratmışız kendimize. evli barklı, nişanlı ya da sevgilisi olan bir dolu insan var. hatta sanırım 90 küsur adamlık bölükte ben ve bir diğer kişiden başka sap yok. onların halini düşünüp kendimi avutmaya çalışsam da pek faydası olmuyor, avuntu demiştik ya bir kere daha karşımıza çıkıyor. millet ankesörlü telefon başında sıra beklerken ben çoktan koğuşta uykuya dalmış oluyorum falan; kazanca gel...
pazartesi günü 4. haftamız başlıyor. iki hafta sonra yapılacak kura çekimi kalan 11 ayda görev yapacağımız yeri belirleyecek. neresi çıkarsa çıksın oh çekebileceğimi sanmıyorum ama, olası bir kötü kuranın işleri daha da kötüye sürükleme ihtimali yüksek. ruh halim en az şafak kadar kadar, belki daha beter karanlık. o kadar ki arada bir gördüğüm ışıl ışıl(!) * rüyalar bile aydınlatamıyor, bütün gün iflahımızı kesen ağustos güneşi bile fayda etmiyor. en kötü anımızda bile aklımızdan hiç çıkmayan tek bir cümle var; bir gün gelecek bir gün kalacak.
kalacak da benden geriye ne kalacak, asıl merak konusu o...
hepiniz kendinize iyi bakın...