2439
küçükken benim bir kuşum vardı. allah'ı var çok güzel ötüyordu. şimdi de var bir tane rahat olun, o da ötüyor ama hani o böyle küçücüktü, yavruydu, kimseye zararı yoktu. neyse....
babam nereden aklına esmişse gitmiş böyle ince demirden telleri olan, tahta bir kafes almış, içine de bir tane kuş koymuş. kuş dediğim, saka kuşu kırmızılı sarılı, o zamanlar fukaralık var tabi memlekette, böyle muhabbet kuşları, jako papağanlar filan hiçbir evde yok. zaten köprüde muhabbet kuşu yüklü kamyon kaza yapıp da kuşlar etrafa saçıldığında tanıştıydık, yoksa ki göreceğimiz yoktu muhabbet kuşu filan.
kuş gelince evin rengi değişti, böyle bir değişiklik, bir başka hava geldi hayatımıza. ya da ben öyle sanıyordum. hayvancağız yeni mi yakalanmış ne olmuş bilmiyorum ama kafesin içinde insan gibi durmuyordu hiç efendi efendi. sürekli çırpınışlar, daracık yerde kanat çırpmalar filan. ilk başlarda hoş geliyordu ama bir yerden sonra babamı ifrit etmeye başladı. ev zaten bir oda, bir salon, mevsim yine böyle soğuk, karlı bir mevsim, kafes salonda duruyor, dünyanın en bet sesli kuşu, alakalı alakasız zamanlarda böbreğini bıçaklamışız gibi bağrınıp duruyor. bir yerden sonra dayanamadı babam, o karda kışta dedi ki 'geceleri balkona koyalım, sesini duymayız'. 'baba kedi kapar, kuş donar' falan filan o kadar dil döktük ama faydasız. ötüp uyandırmasın diye gece koyduk balkona.
sabaha kalktığımızda tabi durum belli. canım kuşum donmuş, yapışmış kafesin dibine, sıpatulayla kazıdık hayvanı. gamsız adam, sabah işe giderken bakmamış bile, akşam geldiğinde bizi ağlarken görünce geldi yanımıza :
+ne oldu kaçmış mı kuş?
-ne kaçması baba ya, donmuş hayvan soğuktan.
+ soğuktan ne donacak, onların doğal ortamında evde mi yaşıyorlar, dışarıda yaşıyorlar, onun eceli gelmiş, hasta filandı herhalde, zaten bu kuşlar az yaşıyor.
- baba senin ben coğrafyanı s.keyim, ne doğal ortamı, dışarıdayken gidip bi yere sığınıyorlardır, böyle armut gibi açıkta mı duruyorlardır. ne biçim mantık lan bu?!? (diyemedi)
25 yıl oldu hala tartışılır evde soğuktan mı öldü, eceliyle mi öldü diye. sonuç itibariyle benim canım kuşum, gözümden sakındığım kuşum yitti, gitti.
şimdi bu hikayeyi niye anlattım bilmiyorum, şuraya bağlamak istiyorum belki:
burak yılmaz renkli, alacalı, göz alıcı bir kuştur abiler. dışarıdan bakan hayran kalır, herkesin gözü hep onun üzerindedir. ona sahip olmak isteyenler hasedinden çatır çatır çatlar. hele ki eskiden ona sahip olup da elinden kaçıranlar kudurur, kudurur. bu kuşun da bazı doğal özellikleri vardır, kusur olarak gözükür belki. bu adam kendini atmayı seviyor, varsayalım ki 'taklacı güvercin' olsun. ne zararı var?
adam futbolcu ve futbol oynuyor. futbol çok dürüst bir oyun değildir, futbolcuların da büyük çoğunluğü cennete gitmez, birbirimizi yemeyelim. saha içinde olan futboldan bahsediyorum, biraz katakulli gerektirir, biraz çirkeflik, biraz teatral yetenek. futbolun doğasında var bu, gülle atma ya da eskrim değil ki adil olsun her şey. platini neden kamera sistemi kurulsun istemiyor? tenis mi bu 'itiraz hakkı' olsun? messi el kaldırıyor düşünsenize, 'şahin gözü istiyorum bence çizgiyi geçti'. ya da basketbol gibi, fatih terim masa hakemlerinin yanına geliyor, ofsayt mı değil mi bir daha bakalım diye. olur mu hiç? futbolun doğasına aykırı. burak yılmaz'da da kendini yere atma içgüdüsü var, bunu kasten yapmıyor, emek çalmıyor yani. küçüklüğünden beri futbol oynayan herkesin yaptığı gibi oyun anlamında biraz çirkeflik, biraz bedavacılığa kaçıyor. büyük futbolcuların çoğunda vardır bu durum. bu yüzden bu adama sahip çıkalım, ele güne karşı da savunalım.
haa bunları derken saha içindeki futbolcuları kastediyorum, saha dışı olayları değil. haksız kazancı, şikeyi savunmuyoruz, apaçi değilim yani. allah sizi inandırsın sürekli hegel okuyorum, 24 saat aralıksız hem de. sabahleyin misal picasso'nun 9. senfonisini izledim, heyecandan kulaklarım yaşardı o derece içli dışlıyım sanatla. entelektüel ve hümanist kimliğimden ötürü istiyorum ki, kuşlar donarak ölmesin, şeker de yiyebilsinler. :s
babam nereden aklına esmişse gitmiş böyle ince demirden telleri olan, tahta bir kafes almış, içine de bir tane kuş koymuş. kuş dediğim, saka kuşu kırmızılı sarılı, o zamanlar fukaralık var tabi memlekette, böyle muhabbet kuşları, jako papağanlar filan hiçbir evde yok. zaten köprüde muhabbet kuşu yüklü kamyon kaza yapıp da kuşlar etrafa saçıldığında tanıştıydık, yoksa ki göreceğimiz yoktu muhabbet kuşu filan.
kuş gelince evin rengi değişti, böyle bir değişiklik, bir başka hava geldi hayatımıza. ya da ben öyle sanıyordum. hayvancağız yeni mi yakalanmış ne olmuş bilmiyorum ama kafesin içinde insan gibi durmuyordu hiç efendi efendi. sürekli çırpınışlar, daracık yerde kanat çırpmalar filan. ilk başlarda hoş geliyordu ama bir yerden sonra babamı ifrit etmeye başladı. ev zaten bir oda, bir salon, mevsim yine böyle soğuk, karlı bir mevsim, kafes salonda duruyor, dünyanın en bet sesli kuşu, alakalı alakasız zamanlarda böbreğini bıçaklamışız gibi bağrınıp duruyor. bir yerden sonra dayanamadı babam, o karda kışta dedi ki 'geceleri balkona koyalım, sesini duymayız'. 'baba kedi kapar, kuş donar' falan filan o kadar dil döktük ama faydasız. ötüp uyandırmasın diye gece koyduk balkona.
sabaha kalktığımızda tabi durum belli. canım kuşum donmuş, yapışmış kafesin dibine, sıpatulayla kazıdık hayvanı. gamsız adam, sabah işe giderken bakmamış bile, akşam geldiğinde bizi ağlarken görünce geldi yanımıza :
+ne oldu kaçmış mı kuş?
-ne kaçması baba ya, donmuş hayvan soğuktan.
+ soğuktan ne donacak, onların doğal ortamında evde mi yaşıyorlar, dışarıda yaşıyorlar, onun eceli gelmiş, hasta filandı herhalde, zaten bu kuşlar az yaşıyor.
- baba senin ben coğrafyanı s.keyim, ne doğal ortamı, dışarıdayken gidip bi yere sığınıyorlardır, böyle armut gibi açıkta mı duruyorlardır. ne biçim mantık lan bu?!? (diyemedi)
25 yıl oldu hala tartışılır evde soğuktan mı öldü, eceliyle mi öldü diye. sonuç itibariyle benim canım kuşum, gözümden sakındığım kuşum yitti, gitti.
şimdi bu hikayeyi niye anlattım bilmiyorum, şuraya bağlamak istiyorum belki:
burak yılmaz renkli, alacalı, göz alıcı bir kuştur abiler. dışarıdan bakan hayran kalır, herkesin gözü hep onun üzerindedir. ona sahip olmak isteyenler hasedinden çatır çatır çatlar. hele ki eskiden ona sahip olup da elinden kaçıranlar kudurur, kudurur. bu kuşun da bazı doğal özellikleri vardır, kusur olarak gözükür belki. bu adam kendini atmayı seviyor, varsayalım ki 'taklacı güvercin' olsun. ne zararı var?
adam futbolcu ve futbol oynuyor. futbol çok dürüst bir oyun değildir, futbolcuların da büyük çoğunluğü cennete gitmez, birbirimizi yemeyelim. saha içinde olan futboldan bahsediyorum, biraz katakulli gerektirir, biraz çirkeflik, biraz teatral yetenek. futbolun doğasında var bu, gülle atma ya da eskrim değil ki adil olsun her şey. platini neden kamera sistemi kurulsun istemiyor? tenis mi bu 'itiraz hakkı' olsun? messi el kaldırıyor düşünsenize, 'şahin gözü istiyorum bence çizgiyi geçti'. ya da basketbol gibi, fatih terim masa hakemlerinin yanına geliyor, ofsayt mı değil mi bir daha bakalım diye. olur mu hiç? futbolun doğasına aykırı. burak yılmaz'da da kendini yere atma içgüdüsü var, bunu kasten yapmıyor, emek çalmıyor yani. küçüklüğünden beri futbol oynayan herkesin yaptığı gibi oyun anlamında biraz çirkeflik, biraz bedavacılığa kaçıyor. büyük futbolcuların çoğunda vardır bu durum. bu yüzden bu adama sahip çıkalım, ele güne karşı da savunalım.
haa bunları derken saha içindeki futbolcuları kastediyorum, saha dışı olayları değil. haksız kazancı, şikeyi savunmuyoruz, apaçi değilim yani. allah sizi inandırsın sürekli hegel okuyorum, 24 saat aralıksız hem de. sabahleyin misal picasso'nun 9. senfonisini izledim, heyecandan kulaklarım yaşardı o derece içli dışlıyım sanatla. entelektüel ve hümanist kimliğimden ötürü istiyorum ki, kuşlar donarak ölmesin, şeker de yiyebilsinler. :s