98
elimizdeki oyuncu kadrosu ile uyumsuz bir şekilde oynamaya çalıştığımız bir başka maç daha oldu. yine rakibi analiz etme ve ona göre bir şeyler üretme zahmetine de girmedik.
topun bizde kalması gibi bir takıntımız var. bir boka yaramadıktan sonra bizde kalmasının ne anlamı var topun? ya da nasıl bir anlayış, nasıl bir futbol felsefesi ki bu, her maça, her rakibe, her şarta uygun?
sen, topun sende kalmasını bir istiyorsan, ersun yanal topun sende kalmasını beş istiyor. servet- diego ikilisi ile gol yememek için mümkün olduğunca kalesine yakın oynamak zorunda çünkü. top sendeyken, çekebildiği kadar çekiyor takımı geriye. önlerine önce hürriyet'i, sonra da orta dörtlüyü diziyor, kıpırdayacak alan bırakmıyor. kendi sahamızın son 20 metresi ile, rakip sahanın ilk 20 metresinde eveleyip geveliyoruz topu biz de. sonra da, topa sahip olduk, oyunu kontrol ettik, az pozisyon verdik diyoruz, iyi oynadık falan zannediyoruz.
top onlara geçtiği anda da, önde basmazsa ölecek hastalığımız tutuyor. belirli bir alanda oynanan oyunu iyice sıkıştırıyoruz, alan iyice daralıyor. rakibi iyice geriye doğru itiyoruz. pres, temelindeki amaçlardan uzaklaşıyor, bizden çok rakibin işine yarar hale geliyor.
alan daralıp, oyun sıkıştıkça, tamamına yakını geniş alan oyununa yatkın hücum oyuncularımız da zorlanıyorlar. çizgiye inip top çıkarabilen kanat oyuncusu istihdam etmemeye yeminli olduğumuzdan ya uzaktan şut deniyoruz, ki genelde dağa taşa vuruyoruz ya da ceza sahasına şişirmeye başlıyoruz ki o da zaten çoktan rakibin tuzağına düşmüş olduğumuz anlamına geliyor. duran toplardan da gol çıkaramayınca, işimiz allah'a kalıyor haliyle. cuper de, peseiro da, yanal da aynı şekilde bundan yararlanarak istediklerini aldılar. biz henüz duruma uyanamadık.
bu tip takımlara karşı, topa sahip olmak çok bir anlam ifade etmiyor. zira %80'e 20 bile oynansa maç kazanacağınız anlamına gelmiyor. aksine, topu paylaşmak gerekiyor bu maçlarda. rakibi ve haliyle savunma hattını mümkün olduğu kadar öne çekebilmek zaten pozisyon demek. servet'i yıllarca izledik. önde yakalanıp arkasına kaçan birileri olunca neler olduğunu bilmeyenimiz yok. adamı öne çekmek yerine, bastırabildiğimiz kadar geri itip, havadan top atıyoruz ne alakaysa.
saha içindeki yanlışlara tribünlerdeki megafonlu kazmalar da ortak olunca, rakibin istediğini elde etmesinin önünde pek bir engel kalmıyor. ateşlerden cehennemlerden bahsedenlerin yarattıkları etki, malesef ki babanemin davul fırını kadar, anca kendini ısıtıyor.
topun bizde kalması gibi bir takıntımız var. bir boka yaramadıktan sonra bizde kalmasının ne anlamı var topun? ya da nasıl bir anlayış, nasıl bir futbol felsefesi ki bu, her maça, her rakibe, her şarta uygun?
sen, topun sende kalmasını bir istiyorsan, ersun yanal topun sende kalmasını beş istiyor. servet- diego ikilisi ile gol yememek için mümkün olduğunca kalesine yakın oynamak zorunda çünkü. top sendeyken, çekebildiği kadar çekiyor takımı geriye. önlerine önce hürriyet'i, sonra da orta dörtlüyü diziyor, kıpırdayacak alan bırakmıyor. kendi sahamızın son 20 metresi ile, rakip sahanın ilk 20 metresinde eveleyip geveliyoruz topu biz de. sonra da, topa sahip olduk, oyunu kontrol ettik, az pozisyon verdik diyoruz, iyi oynadık falan zannediyoruz.
top onlara geçtiği anda da, önde basmazsa ölecek hastalığımız tutuyor. belirli bir alanda oynanan oyunu iyice sıkıştırıyoruz, alan iyice daralıyor. rakibi iyice geriye doğru itiyoruz. pres, temelindeki amaçlardan uzaklaşıyor, bizden çok rakibin işine yarar hale geliyor.
alan daralıp, oyun sıkıştıkça, tamamına yakını geniş alan oyununa yatkın hücum oyuncularımız da zorlanıyorlar. çizgiye inip top çıkarabilen kanat oyuncusu istihdam etmemeye yeminli olduğumuzdan ya uzaktan şut deniyoruz, ki genelde dağa taşa vuruyoruz ya da ceza sahasına şişirmeye başlıyoruz ki o da zaten çoktan rakibin tuzağına düşmüş olduğumuz anlamına geliyor. duran toplardan da gol çıkaramayınca, işimiz allah'a kalıyor haliyle. cuper de, peseiro da, yanal da aynı şekilde bundan yararlanarak istediklerini aldılar. biz henüz duruma uyanamadık.
bu tip takımlara karşı, topa sahip olmak çok bir anlam ifade etmiyor. zira %80'e 20 bile oynansa maç kazanacağınız anlamına gelmiyor. aksine, topu paylaşmak gerekiyor bu maçlarda. rakibi ve haliyle savunma hattını mümkün olduğu kadar öne çekebilmek zaten pozisyon demek. servet'i yıllarca izledik. önde yakalanıp arkasına kaçan birileri olunca neler olduğunu bilmeyenimiz yok. adamı öne çekmek yerine, bastırabildiğimiz kadar geri itip, havadan top atıyoruz ne alakaysa.
saha içindeki yanlışlara tribünlerdeki megafonlu kazmalar da ortak olunca, rakibin istediğini elde etmesinin önünde pek bir engel kalmıyor. ateşlerden cehennemlerden bahsedenlerin yarattıkları etki, malesef ki babanemin davul fırını kadar, anca kendini ısıtıyor.