1
--- alıntı ---
galatasaray kardeşliği
bülent-reha eken
en zor zamanlarıydı galatasaray’ın. verilen tüm görevleri yerine getirmek, o büyük bağlılığın gereğiydi. gün oldu milli takımları için çalıştılar, gün oldu türk futboluna antrenör olarak hizmet ettiler. sadece geçmişleriyle yaşayanlardan değiller. bugün bile zorda kalan eski arkadaşların izini sürüyorlar. işin gerçeği biz, seksenli yaşlarına gelmiş iki beyefendi göreceğimizi sanıyorduk, yanılmışız. çakı gibi, uzun boylu, mavi gözlü iki delikanlı ile karşılaştık. eken’lerden galatasaray kardeşliğini dinledik.
(röportaj: galatasaray dergisi, ağustos 2003, sayı: 13)
eken kardeşler için nasıl başladı galatasaray macerası?
bülent eken: annem bizi kayıt için galatasaray lisesi’ne götürmüştü. hiç unutmuyorum o günü. muslih peykoğlu’na çıkmıştık ama bizi alamadı galatasaray lisesi’ne. çünkü yer kalmamıştı. o sırada tam çıkarken annem, "muslih bey anlıyorum ama bir şey söylemek istiyorum. bu ikisi de danyal’dan daha iyi top oynuyor" deyince, muslih bey "tamam öyleyse bir dakika bekler misiniz?" dedi. bir dönem dışişleri bakanlığı yapmış olan ismail cem’in de babası olan ihsan ipekçi’yi aradıktan sonra bize, kardeş okul olan ışık lisesi'ne kayıt yaptırabileceğimizi söyledi. velhasıl ışık lisesi’nde okumaya başladık. ben altıncı, reha dördüncü sınıftayken o zaman salim şatıroğlu diye galatasaray’da takım kaptanı olan bir futbolcu da bizim mektepte okuyordu. bizim nasıl oynadığımızı görünce, tutup kolumuzdan galatasaray’a götürdü. tabii önce ben gittim, ardımdan reha geldi, derken galatasaray’da top oynamaya başladık.
reha eken: bülent, önce b takımına sonra a takımına geçti ama o zaman mektepliler, mektep zamanında birinci takımda oynayamazlar, tatil geldiğinde birinci takımda oynayabilirlerdi.
bülent e.: ne yaparlardı biliyor musun? tasdiknamemi alırlardı okuldan. dolayısıyla okullu olmazdım. böylece yaz boyunca milli kümede oynayabiliyordum.
beraber oynamaya ne zaman başladınız?
bülent e.: 1944’ten 1954’e kadar beraber oynayabildik ancak şimdi söyleyeceğim şeyi türkiye’de kimsenin yaşadığını sanmıyorum. ben galatasaray’ın 11 mevkiinde de oynayan tek topçuydum. tabii kalecilik meselesi var, o konu biraz düşündürebilir okuyucuyu. bizim oynamaya başladığımız ilk dönemde oyuncu değişikliği diye bir şey yoktu. bir galatasaray-fenerbahçe final maçıydı. necdet adında bir kalecimiz vardı ve oyun esnasında eli patladı. böylece 85 dakika boyunca kaleyi korumaya mecbur oldum. maç da berabere bitti. maç bittikten sonra fenerbahçe’nin milli kalecisi cihat, "ulan benim yerime de mi göz diktin be" deyip şakalaşmıştı.
takıma girişiniz nasıl olmuştu?
bülent e.: bir yaz ankara’ya babamın yanına gitmiştim. orada da demirspor’da oynuyordum. bir gün galatasaray geldi. galatasaray’da adnan ahıska takımın başında. benim için, "oynatın da bir göreyim" dedi. oynadık ve beraberinde beni istanbul’a getirdiler. süleymaniye ile maç var kadıköy stadında. ama oynayacağım diye kesin bir şey yok çünkü daha yeni gelmiştim. muslih peykoğlu beni çağırdı ve "sol açık oynayacaksın" dedi. hayda! dedim çünkü çok tersime giden bir mevkiydi ama çıkıp oynadım. tesadüf işte, iki tane de gol attım. diğer yandan üzülüyorum da bir daha oynatacaklar diye. sol açıkta böyle bir tesadüfle oynamış olduk. bunun haricinde her mevkide rahatlıkla oynadım. evvela forvetle başladım, sonra defansa döndüm ve santrahafta da uzun bir süre kaldım. bu herhalde benim bir niteliğimdi ki italya’da salernitana takımında da, içerde oynadığımızda ofansa, dışarıda oynadığımız zaman defansa çekerlerdi beni.
reha e.: bülent’in bahsettiği gibi ışık lisesi’nde oynarken galatasaray genç takımında da oynuyorduk. 1944 yılının lig maçları başladı. ilk maç galatasaray-beşiktaş arasında. maalesef 4-1 kaybettik. hafta arası idmana çıktık. süleymaniye-galatasaray maçı var. galatasaray o maçı 7-0 kazandı. üç tane gol attım. akabinde galatasaray-fenerbahçe maçı oynanacak. galatasaray’da büro ve lisans işlerini gören rafet isminde bir arkadaş vardı. onu derhal ankara’ya gönderip lisansımı çıkarttılar. ve ben süleymaniye maçını lisanssız oynadım. ama o zamanlar öyleydi. şikayet, itiraz yoksa sorun da yoktu. biliyorsunuz, bir galatasaraylı fenerbahçe’ye gol atmadıkça gerçek galatasaraylı sayılmaz. allah yardım etti ve bir gol attım. böylece profesyonel futbol hayatım başlamış oldu.
bir olaylı yunanistan maçı olacak, bildiğimiz kadarıyla biraz hırpalanmıştınız o maçta…
bülent e.: akdeniz kupası müsabakalarına gitmiştik atina’ya. turnuva, mısır, italya, türkiye ve yunanistan arasında olacaktı. ilk maçı yunan takımıyla oynadık ve 2-1 yendik. ardından mısır’ı 2-1 yendik. son final maçını italya ile oynayacağız ama italya birinci maçını oynuyor, olacak şey değil. bu arada stat ağzına kadar dolu. o sıra yunanistan’da büyük bir iç savaş vardı ve ortalık bir hayli karışıktı. sahaya girenler oldu ve ben sahadan kaçılacak yere en uzak topçuydum. sahadan çıkabileceğim tünele gelene kadar çok büyük bir dayak yedim. güçlü bir adam olmasam dayanmak mümkün değildi gibi geliyor bana.
nasıl kurtuldunuz peki?
tünele yaklaştığım sırada kaldığımız otelin kuaför salonunu işleten kadın şöyle bağırıyordu: "atina sokaklarında dolaşıyorlar ve onları sırtlıyorsunuz ama size açken ekmek, buğday yollayan türk takımını dövüyorsunuz". o anda kaçmak için fırsat buldum ama on dakika kadar aralıksız dayak yedim. bu dayağı yediğim yerin tam üstünde de şeref tribünü vardı ve oradaki türk hanımların çığlıklarını duyuyordum. akşam konsolosluğa davetli olarak gittik. konsolos reha bey beni karşıladı ve sefirin yanına götürdü. sefir, "bülentçiğim bütün dayağı gözümün önünde yedin, fakat ayağım sakat, gelip paylaşamadığım için üzüntü duyuyorum" dedi. türkiye’de ise bu olay üstüne infial oluşmuş, mitingler yapılmıştı. bir yanda bunlar olurken burhan felek, ben ve şükrü’yü suçlu buldu. zannedersem karısının rum oluşu etkili olmuştu tavrında. zira türkiye ve yunanistan’ın arası iyice açılmıştı bu olaydan ötürü. biz neredeyse ceza alacağız yediğimiz dayaktan dolayı ama bizim için çok önemli bir gelişme oldu, sefir sadece bu durum yüzünden kalkıp türkiye’ye geldi ve bizi savundu.
sizin de hafızalarda yer etmiş bir yunanistan maçınız var…
reha e.: evet. istanbul’da uzun seneler sonra türkiye-yunanistan milli maçı oynanacak. mithatpaşa stadı’nda maçı 2-1 türkiye kazandı ve iki golü de kafayla attım. tabii bu benim için çok büyük bir şeref oldu. devam eden zamanlarda yunanistan’a gidişlerim oldu. her gidişimizde yunan gazeteleri benden bahsediyordu. o iki golü hiç unutmadılar. sürekli ‘kefali rehas’ diye yazıyorlardı.
hırçın bir futbolcuydunuz; amatör ruhla hareket ediyordunuz; belki de en önemlisi bugünkü futbolcularda pek az rastladığımız bir aidiyetlik hissediyordunuz kulübünüze karşı.
evet, bir forvet için hırçın olmak çok doğal. yumuşak, her söylenene evet diyecek, baskı karşısında ses çıkarmayacak birinin forvet olması pek beklenemez. forvetler biraz da futbolun asi çocuklarıdır. bugün futbolcular çok büyük maddi olanaklara sahipler. bizim zamanımızda bu hırçınlığımız kulübümüze olan bağlılıktan doğardı. amatörlüğün bir ifadesiydi bu. bugünkü futbolcularla karşılaştıramayacağınız kadar bağlıydık kulübümüze. mesela kaleci osman incili evladını mezara bıraktı, mezardan döndü ve leblebi mehmet, osman’ı soyunmaya davet etti. osman tereddütsüz formasını giydi ve takımıyla beraber sahaya çıktı. şimdi soruyorum, hangi yabancı futbolcu böyle bir davranış içine girebilir, bugün kaç futbolcu böyle bir davranışı gerçekleştirebilir?
ağabey kardeş olmanın saha içine ve sonrasına yansımaları oluyordu herhalde…
reha e.: olmaz mı? bir yunan takımıyla şeref stadı'nda maç yapıyoruz. ayıp olacak söylemesi ama o zaman galatasaray’ın attığı gollerin yüzde yetmişbeşini ben atıyorum. bir tane attım, bir tane, bir tane daha; üç golüm oldu. bülent santrahaf oynuyordu, ben de santrfor. bir top aldı geliyor, ben de bağırıyorum "versene" diyorum, vermiyor, "versene" diyorum, vermiyor. geldi onsekize bir tane vurdu ve gol oldu. "niye vermedin" dedim, "ya ne olacaktı ki" dedi, "verseydim sen ne yapacaktın". doğru ya dedim gol olacaktı. "tamam işte, ben de attım, daha ne istiyorsun artık" dedi.
fakat en enteresanı ingiltere’de oldu. sunderland ile oynadık. o turda son maçımızı oynuyoruz. turgay şeren’in de ilk zamanları galatasaray’da. kaybediyoruz, hem de üçüncü küme takımına kaybediyoruz. bir pozisyonda bülent sakatlanır gibi oldu. ben de "burada bir numara yaparsan hakem bunu yutmaz" dedim. "öyle mi, sen görürsün şimdi" dedi ve iki dakika sonra bir top geldi onsekizin üstüne. bülent kendini öyle bir attı ki yere, hakem penaltı noktasını gösterdi. bir de kalkıp penaltıyı gol yaptı. sonra dönüp bana "gördün mü?" dedi.
bülent italya’ya gittikten sonra işimiz zorlaştı ama burada savaşmaya devam ettik. en talihsiz tarafımız galatasaray’ın çok güçsüz zamanlarının olmasıydı. öyle bir şeydi ki, o hafta galatasaray lisesi’nde grand cour’da kim iyi oynuyorsa gelir takıma girerdi. başka alternatif yoktu çünkü. ayıptır söylemesi, mesela bülent temel direğiydi takımın. defansta tek başına takımı ayakta tutardı. ancak 1949 senesi geldi. galatasaray eski futbolcularını da toparlayarak, bir takım kurdu. artık şampiyonluğa oynuyorduk.
bu arada, fenerbahçe ile rekabet nasıldı?
tabii şimdi söyleyeceğim şey çok enteresan. galatasaray o devre mano palas’ta kamp yapıyor. mano palas ise kadıköy’de moda burnunda. düşünebiliyor musunuz neredeyse iki ay boyunca orada kamp yapıldı. istanbul mahalli lig şampiyonu oluyoruz ama ne herhangi bir gece bir fenerbahçeli gelip otelin kapısında bağırdı, ne sokakta eşofmanla gezerken rahatsız edildik, olumsuz hiçbir şey yaşamadık. ve hiçbir zaman unutamayacağım bir şey oldu maç öncesi. önümüzde fenerbahçe maçı var. kazanırsak ardından oynayacağımız süleymaniye maçında yenilsek de şampiyon oluyoruz. fenerbahçe maçına çıkmadan evvel cuma gecesi mano palas’ın kapısı açıldı, içeriye dünyanın en güzel blazer ceketini, gri pantolonunu giymiş, şahane bir kravat takmış, bembeyaz saçlı bir adam, özür dilerim bir adam değil beyefendi girdi. bu kişi fenerbahçe kulübü başkanı zeki rıza sporel’di. "size bol şans dilemeye geldim" dedi. galatasaray bu maçı 1-0 kazandı ve hiçbir fenerbahçeli taraftar zeki rıza bey’e bu hareketinden dolayı serzenişte bulunmadı. bu anlattığım bugün yaşansa ne olur? zannımca kongre olur... (gülüşmeler)
karşı takımın oyuncularıyla nasıldı aranız?
güzeldi tabii. yine bu maçtan bir başka örnek vereyim. maçın 65. dakikasında bizim kalemize bir korner oldu. topu bülent musa’ya, musa da kafasıyla bana verdi. o anda da gündüz ağabey bana "yoruldum sağ içe geç" dedi. ben de geçtim ve bizim onsekizin biraz ilerisinde bekliyorum. o topu ben aldım, yavaş yavaş yürümeye başladım. önüme kamil çıktı. kamil’i geçtim. samim, gündüz ağabeyin başında, ahmet de isfendiyar’ın başında. bir isfendiyar’a dönüyorum, bir gündüz ağabeye dönüyorum. derken onsekizin çizgisini gördüğüm an, artık son gücümle vurdum. zira takatim de bitmişti, bileklerimize kadar çamura batmıştık çünkü. top sıçradı, cihat atladı ama gol oldu. ben de gittim cihat’ın başına "saat kaç kaptan?" dedim "hiç sorma" dedi. nur içinde yatsın. şimdi böyle bir şey olsa ortalık karışır.
bülent e.: reha’nın eksik anlattığı bir şey var. aynı hareketi muslih peykoğlu da yapmıştı. bu karşılıklı bir şeydi. o zamanlardaki rekabetin, bugünkü ile karşılaştırılması düşünülemez bile. futbolun endüstriyelleşmesi ile ilgili bir konu bu. kulüplerin yönetimlerine bakın bir kere, futbolun içinden gelen birini bulabilecek misiniz?
reha e.: düşünsenize, galatasaray ile fenerbahçe arasında her 17 nisan tarihinde bayram yapılıyor ve bu bayramda tüm branşlar karşı karşıya geliyorlardı. aklıma gelmişken söylemek isterim, yine böyle bir günde bülent’in elinde maskot olarak ihsan ipekçi’nin oğlu ismail cem, benim elimde de alp yalman vardı. bir tanesi türkiye’ye hariciye vekili oldu, diğeri galatasaray kulübüne başkan.
maçlara gidebiliyor musunuz?
reha e.: çok nadir gidebiliyorum maçlara ama antrenmanlara gidiyorum. bir 15-20 dakika kalıyorum. şimdilik alıyorlar, ses çıkarmıyorlar (gülüşmeler). bu arada şimdiki transferleri kasetleri izleyip yapıyorlar ve bu bana çok tuhaf geliyor. adam kötü oynadığı maçları kasete çeker mi hiç?!
son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı, özellikle genç topçulara?
reha e.: üzerlerine giydikleri formanın gücünü, kuvvetini, kudretini araştırıp bilsinler, galatasaraylılığı, bugünlere nasıl gelindiğini öğrensinler diyorum.
bülent e.: geçmişte emeği geçen insanların unutulmamasını diliyorum. biz bugün bunun için uğraşıyoruz. aşağı yukarı otuz otuzbeş sene evvel galatasaray’da böyle bir yardımlaşma teşkilatı kuruldu. biz galatasaraylılar bırakmayız birbirimizin peşini. kimin neye ihtiyacı var, atlar gider buluruz onu. bizim zamanımızda futbolculuktan şimdiki gibi paralar kazanmak mümkün değildi, zira amatörlük vardı. bu yüzden eski kuşağın içinde zor durumda olanlar bir hayli fazla. örneğin bir arkadaşımızı tespit ettik, şimdi ona ulaşmaya çalışıyoruz.
--- alıntı ---
http://www.galatasaray.org/...ajlar/haber/4059.php
galatasaray kardeşliği
bülent-reha eken
en zor zamanlarıydı galatasaray’ın. verilen tüm görevleri yerine getirmek, o büyük bağlılığın gereğiydi. gün oldu milli takımları için çalıştılar, gün oldu türk futboluna antrenör olarak hizmet ettiler. sadece geçmişleriyle yaşayanlardan değiller. bugün bile zorda kalan eski arkadaşların izini sürüyorlar. işin gerçeği biz, seksenli yaşlarına gelmiş iki beyefendi göreceğimizi sanıyorduk, yanılmışız. çakı gibi, uzun boylu, mavi gözlü iki delikanlı ile karşılaştık. eken’lerden galatasaray kardeşliğini dinledik.
(röportaj: galatasaray dergisi, ağustos 2003, sayı: 13)
eken kardeşler için nasıl başladı galatasaray macerası?
bülent eken: annem bizi kayıt için galatasaray lisesi’ne götürmüştü. hiç unutmuyorum o günü. muslih peykoğlu’na çıkmıştık ama bizi alamadı galatasaray lisesi’ne. çünkü yer kalmamıştı. o sırada tam çıkarken annem, "muslih bey anlıyorum ama bir şey söylemek istiyorum. bu ikisi de danyal’dan daha iyi top oynuyor" deyince, muslih bey "tamam öyleyse bir dakika bekler misiniz?" dedi. bir dönem dışişleri bakanlığı yapmış olan ismail cem’in de babası olan ihsan ipekçi’yi aradıktan sonra bize, kardeş okul olan ışık lisesi'ne kayıt yaptırabileceğimizi söyledi. velhasıl ışık lisesi’nde okumaya başladık. ben altıncı, reha dördüncü sınıftayken o zaman salim şatıroğlu diye galatasaray’da takım kaptanı olan bir futbolcu da bizim mektepte okuyordu. bizim nasıl oynadığımızı görünce, tutup kolumuzdan galatasaray’a götürdü. tabii önce ben gittim, ardımdan reha geldi, derken galatasaray’da top oynamaya başladık.
reha eken: bülent, önce b takımına sonra a takımına geçti ama o zaman mektepliler, mektep zamanında birinci takımda oynayamazlar, tatil geldiğinde birinci takımda oynayabilirlerdi.
bülent e.: ne yaparlardı biliyor musun? tasdiknamemi alırlardı okuldan. dolayısıyla okullu olmazdım. böylece yaz boyunca milli kümede oynayabiliyordum.
beraber oynamaya ne zaman başladınız?
bülent e.: 1944’ten 1954’e kadar beraber oynayabildik ancak şimdi söyleyeceğim şeyi türkiye’de kimsenin yaşadığını sanmıyorum. ben galatasaray’ın 11 mevkiinde de oynayan tek topçuydum. tabii kalecilik meselesi var, o konu biraz düşündürebilir okuyucuyu. bizim oynamaya başladığımız ilk dönemde oyuncu değişikliği diye bir şey yoktu. bir galatasaray-fenerbahçe final maçıydı. necdet adında bir kalecimiz vardı ve oyun esnasında eli patladı. böylece 85 dakika boyunca kaleyi korumaya mecbur oldum. maç da berabere bitti. maç bittikten sonra fenerbahçe’nin milli kalecisi cihat, "ulan benim yerime de mi göz diktin be" deyip şakalaşmıştı.
takıma girişiniz nasıl olmuştu?
bülent e.: bir yaz ankara’ya babamın yanına gitmiştim. orada da demirspor’da oynuyordum. bir gün galatasaray geldi. galatasaray’da adnan ahıska takımın başında. benim için, "oynatın da bir göreyim" dedi. oynadık ve beraberinde beni istanbul’a getirdiler. süleymaniye ile maç var kadıköy stadında. ama oynayacağım diye kesin bir şey yok çünkü daha yeni gelmiştim. muslih peykoğlu beni çağırdı ve "sol açık oynayacaksın" dedi. hayda! dedim çünkü çok tersime giden bir mevkiydi ama çıkıp oynadım. tesadüf işte, iki tane de gol attım. diğer yandan üzülüyorum da bir daha oynatacaklar diye. sol açıkta böyle bir tesadüfle oynamış olduk. bunun haricinde her mevkide rahatlıkla oynadım. evvela forvetle başladım, sonra defansa döndüm ve santrahafta da uzun bir süre kaldım. bu herhalde benim bir niteliğimdi ki italya’da salernitana takımında da, içerde oynadığımızda ofansa, dışarıda oynadığımız zaman defansa çekerlerdi beni.
reha e.: bülent’in bahsettiği gibi ışık lisesi’nde oynarken galatasaray genç takımında da oynuyorduk. 1944 yılının lig maçları başladı. ilk maç galatasaray-beşiktaş arasında. maalesef 4-1 kaybettik. hafta arası idmana çıktık. süleymaniye-galatasaray maçı var. galatasaray o maçı 7-0 kazandı. üç tane gol attım. akabinde galatasaray-fenerbahçe maçı oynanacak. galatasaray’da büro ve lisans işlerini gören rafet isminde bir arkadaş vardı. onu derhal ankara’ya gönderip lisansımı çıkarttılar. ve ben süleymaniye maçını lisanssız oynadım. ama o zamanlar öyleydi. şikayet, itiraz yoksa sorun da yoktu. biliyorsunuz, bir galatasaraylı fenerbahçe’ye gol atmadıkça gerçek galatasaraylı sayılmaz. allah yardım etti ve bir gol attım. böylece profesyonel futbol hayatım başlamış oldu.
bir olaylı yunanistan maçı olacak, bildiğimiz kadarıyla biraz hırpalanmıştınız o maçta…
bülent e.: akdeniz kupası müsabakalarına gitmiştik atina’ya. turnuva, mısır, italya, türkiye ve yunanistan arasında olacaktı. ilk maçı yunan takımıyla oynadık ve 2-1 yendik. ardından mısır’ı 2-1 yendik. son final maçını italya ile oynayacağız ama italya birinci maçını oynuyor, olacak şey değil. bu arada stat ağzına kadar dolu. o sıra yunanistan’da büyük bir iç savaş vardı ve ortalık bir hayli karışıktı. sahaya girenler oldu ve ben sahadan kaçılacak yere en uzak topçuydum. sahadan çıkabileceğim tünele gelene kadar çok büyük bir dayak yedim. güçlü bir adam olmasam dayanmak mümkün değildi gibi geliyor bana.
nasıl kurtuldunuz peki?
tünele yaklaştığım sırada kaldığımız otelin kuaför salonunu işleten kadın şöyle bağırıyordu: "atina sokaklarında dolaşıyorlar ve onları sırtlıyorsunuz ama size açken ekmek, buğday yollayan türk takımını dövüyorsunuz". o anda kaçmak için fırsat buldum ama on dakika kadar aralıksız dayak yedim. bu dayağı yediğim yerin tam üstünde de şeref tribünü vardı ve oradaki türk hanımların çığlıklarını duyuyordum. akşam konsolosluğa davetli olarak gittik. konsolos reha bey beni karşıladı ve sefirin yanına götürdü. sefir, "bülentçiğim bütün dayağı gözümün önünde yedin, fakat ayağım sakat, gelip paylaşamadığım için üzüntü duyuyorum" dedi. türkiye’de ise bu olay üstüne infial oluşmuş, mitingler yapılmıştı. bir yanda bunlar olurken burhan felek, ben ve şükrü’yü suçlu buldu. zannedersem karısının rum oluşu etkili olmuştu tavrında. zira türkiye ve yunanistan’ın arası iyice açılmıştı bu olaydan ötürü. biz neredeyse ceza alacağız yediğimiz dayaktan dolayı ama bizim için çok önemli bir gelişme oldu, sefir sadece bu durum yüzünden kalkıp türkiye’ye geldi ve bizi savundu.
sizin de hafızalarda yer etmiş bir yunanistan maçınız var…
reha e.: evet. istanbul’da uzun seneler sonra türkiye-yunanistan milli maçı oynanacak. mithatpaşa stadı’nda maçı 2-1 türkiye kazandı ve iki golü de kafayla attım. tabii bu benim için çok büyük bir şeref oldu. devam eden zamanlarda yunanistan’a gidişlerim oldu. her gidişimizde yunan gazeteleri benden bahsediyordu. o iki golü hiç unutmadılar. sürekli ‘kefali rehas’ diye yazıyorlardı.
hırçın bir futbolcuydunuz; amatör ruhla hareket ediyordunuz; belki de en önemlisi bugünkü futbolcularda pek az rastladığımız bir aidiyetlik hissediyordunuz kulübünüze karşı.
evet, bir forvet için hırçın olmak çok doğal. yumuşak, her söylenene evet diyecek, baskı karşısında ses çıkarmayacak birinin forvet olması pek beklenemez. forvetler biraz da futbolun asi çocuklarıdır. bugün futbolcular çok büyük maddi olanaklara sahipler. bizim zamanımızda bu hırçınlığımız kulübümüze olan bağlılıktan doğardı. amatörlüğün bir ifadesiydi bu. bugünkü futbolcularla karşılaştıramayacağınız kadar bağlıydık kulübümüze. mesela kaleci osman incili evladını mezara bıraktı, mezardan döndü ve leblebi mehmet, osman’ı soyunmaya davet etti. osman tereddütsüz formasını giydi ve takımıyla beraber sahaya çıktı. şimdi soruyorum, hangi yabancı futbolcu böyle bir davranış içine girebilir, bugün kaç futbolcu böyle bir davranışı gerçekleştirebilir?
ağabey kardeş olmanın saha içine ve sonrasına yansımaları oluyordu herhalde…
reha e.: olmaz mı? bir yunan takımıyla şeref stadı'nda maç yapıyoruz. ayıp olacak söylemesi ama o zaman galatasaray’ın attığı gollerin yüzde yetmişbeşini ben atıyorum. bir tane attım, bir tane, bir tane daha; üç golüm oldu. bülent santrahaf oynuyordu, ben de santrfor. bir top aldı geliyor, ben de bağırıyorum "versene" diyorum, vermiyor, "versene" diyorum, vermiyor. geldi onsekize bir tane vurdu ve gol oldu. "niye vermedin" dedim, "ya ne olacaktı ki" dedi, "verseydim sen ne yapacaktın". doğru ya dedim gol olacaktı. "tamam işte, ben de attım, daha ne istiyorsun artık" dedi.
fakat en enteresanı ingiltere’de oldu. sunderland ile oynadık. o turda son maçımızı oynuyoruz. turgay şeren’in de ilk zamanları galatasaray’da. kaybediyoruz, hem de üçüncü küme takımına kaybediyoruz. bir pozisyonda bülent sakatlanır gibi oldu. ben de "burada bir numara yaparsan hakem bunu yutmaz" dedim. "öyle mi, sen görürsün şimdi" dedi ve iki dakika sonra bir top geldi onsekizin üstüne. bülent kendini öyle bir attı ki yere, hakem penaltı noktasını gösterdi. bir de kalkıp penaltıyı gol yaptı. sonra dönüp bana "gördün mü?" dedi.
bülent italya’ya gittikten sonra işimiz zorlaştı ama burada savaşmaya devam ettik. en talihsiz tarafımız galatasaray’ın çok güçsüz zamanlarının olmasıydı. öyle bir şeydi ki, o hafta galatasaray lisesi’nde grand cour’da kim iyi oynuyorsa gelir takıma girerdi. başka alternatif yoktu çünkü. ayıptır söylemesi, mesela bülent temel direğiydi takımın. defansta tek başına takımı ayakta tutardı. ancak 1949 senesi geldi. galatasaray eski futbolcularını da toparlayarak, bir takım kurdu. artık şampiyonluğa oynuyorduk.
bu arada, fenerbahçe ile rekabet nasıldı?
tabii şimdi söyleyeceğim şey çok enteresan. galatasaray o devre mano palas’ta kamp yapıyor. mano palas ise kadıköy’de moda burnunda. düşünebiliyor musunuz neredeyse iki ay boyunca orada kamp yapıldı. istanbul mahalli lig şampiyonu oluyoruz ama ne herhangi bir gece bir fenerbahçeli gelip otelin kapısında bağırdı, ne sokakta eşofmanla gezerken rahatsız edildik, olumsuz hiçbir şey yaşamadık. ve hiçbir zaman unutamayacağım bir şey oldu maç öncesi. önümüzde fenerbahçe maçı var. kazanırsak ardından oynayacağımız süleymaniye maçında yenilsek de şampiyon oluyoruz. fenerbahçe maçına çıkmadan evvel cuma gecesi mano palas’ın kapısı açıldı, içeriye dünyanın en güzel blazer ceketini, gri pantolonunu giymiş, şahane bir kravat takmış, bembeyaz saçlı bir adam, özür dilerim bir adam değil beyefendi girdi. bu kişi fenerbahçe kulübü başkanı zeki rıza sporel’di. "size bol şans dilemeye geldim" dedi. galatasaray bu maçı 1-0 kazandı ve hiçbir fenerbahçeli taraftar zeki rıza bey’e bu hareketinden dolayı serzenişte bulunmadı. bu anlattığım bugün yaşansa ne olur? zannımca kongre olur... (gülüşmeler)
karşı takımın oyuncularıyla nasıldı aranız?
güzeldi tabii. yine bu maçtan bir başka örnek vereyim. maçın 65. dakikasında bizim kalemize bir korner oldu. topu bülent musa’ya, musa da kafasıyla bana verdi. o anda da gündüz ağabey bana "yoruldum sağ içe geç" dedi. ben de geçtim ve bizim onsekizin biraz ilerisinde bekliyorum. o topu ben aldım, yavaş yavaş yürümeye başladım. önüme kamil çıktı. kamil’i geçtim. samim, gündüz ağabeyin başında, ahmet de isfendiyar’ın başında. bir isfendiyar’a dönüyorum, bir gündüz ağabeye dönüyorum. derken onsekizin çizgisini gördüğüm an, artık son gücümle vurdum. zira takatim de bitmişti, bileklerimize kadar çamura batmıştık çünkü. top sıçradı, cihat atladı ama gol oldu. ben de gittim cihat’ın başına "saat kaç kaptan?" dedim "hiç sorma" dedi. nur içinde yatsın. şimdi böyle bir şey olsa ortalık karışır.
bülent e.: reha’nın eksik anlattığı bir şey var. aynı hareketi muslih peykoğlu da yapmıştı. bu karşılıklı bir şeydi. o zamanlardaki rekabetin, bugünkü ile karşılaştırılması düşünülemez bile. futbolun endüstriyelleşmesi ile ilgili bir konu bu. kulüplerin yönetimlerine bakın bir kere, futbolun içinden gelen birini bulabilecek misiniz?
reha e.: düşünsenize, galatasaray ile fenerbahçe arasında her 17 nisan tarihinde bayram yapılıyor ve bu bayramda tüm branşlar karşı karşıya geliyorlardı. aklıma gelmişken söylemek isterim, yine böyle bir günde bülent’in elinde maskot olarak ihsan ipekçi’nin oğlu ismail cem, benim elimde de alp yalman vardı. bir tanesi türkiye’ye hariciye vekili oldu, diğeri galatasaray kulübüne başkan.
maçlara gidebiliyor musunuz?
reha e.: çok nadir gidebiliyorum maçlara ama antrenmanlara gidiyorum. bir 15-20 dakika kalıyorum. şimdilik alıyorlar, ses çıkarmıyorlar (gülüşmeler). bu arada şimdiki transferleri kasetleri izleyip yapıyorlar ve bu bana çok tuhaf geliyor. adam kötü oynadığı maçları kasete çeker mi hiç?!
son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı, özellikle genç topçulara?
reha e.: üzerlerine giydikleri formanın gücünü, kuvvetini, kudretini araştırıp bilsinler, galatasaraylılığı, bugünlere nasıl gelindiğini öğrensinler diyorum.
bülent e.: geçmişte emeği geçen insanların unutulmamasını diliyorum. biz bugün bunun için uğraşıyoruz. aşağı yukarı otuz otuzbeş sene evvel galatasaray’da böyle bir yardımlaşma teşkilatı kuruldu. biz galatasaraylılar bırakmayız birbirimizin peşini. kimin neye ihtiyacı var, atlar gider buluruz onu. bizim zamanımızda futbolculuktan şimdiki gibi paralar kazanmak mümkün değildi, zira amatörlük vardı. bu yüzden eski kuşağın içinde zor durumda olanlar bir hayli fazla. örneğin bir arkadaşımızı tespit ettik, şimdi ona ulaşmaya çalışıyoruz.
--- alıntı ---
http://www.galatasaray.org/...ajlar/haber/4059.php