• 29
    sevgili günlük,

    22 mart 2009 galatasaray eskisehirspor maci'nda yenildik. * entrydeki bahsettiğim işaret döndü dolaştı içimizde patladı. * takım çok yorgundu. ayakta durmakta zorlanıyorlardı. yoruldular tabi. 3 gün arayla zorlu maçlar yaptılar. haksız değiller. canları sağolsun. sözlükte herkes yine lincoln-bülent kaptan tartışmasının içine girmiş birbirini yiyor. ne desek boş ne desek hikaye günlük. ama kimse anlamıyor. kapalı kapılar arkasında neler dönüyor acaba? kimse bilmiyor. offf sözlük üzgünüm. neyse kendine iyi bak günlük. sana birşey olmasın.
  • 30
    sevgili günlük,
    doğruyu söylemek gerekirse bayağı batırmış durumdayız. ligde 2. olmak için bile hesaplamalar gerekiyor, ki olması mucize gibi, şampiyonluk çoktan gitmiş. ağlaya ağlaya elendiğimiz hamburg maçından beri hiçbir şey yolunda gitmedi, stadımız kapandı, sakatlarımız arttı, futbolcularımız ceza aldı. sabırsızlık içimize işledi, "o gitsin, bu gitsin" muhabbetleri başladı. cimbom mayıs sevmiyor pek bu sene günlük.
    iyi şeyler de oldu elbette, kızlarımız eurocup women kupasını aldı, engelsiz aslanlarımız yine avrupa şampiyonu. erkek basketbol takımımız da yapmaya çalışıyor bir şeyler ama geçenlerde play off çeyrek finalinde beşiktaş'tan bir fark yedi, hala şoktayım.
    iyisi ile kötüsü ile bir sezon daha bitiyor gibi günlük. "başarılar gelir geçer, asaletin biz yeter" dediğimiz günlerdeyiz, kalbimizde hiç azalmayan sevgimiz.
  • 31
    sevgili günlük;
    bugün biraz geç uyandım geceleyin uefa kupası serüvenini izlerken anca dortmund maçına kadar uyanık kalmayı başarabildim sonra uyumuşum, zor da olsa uyandım saçlarım lucescu ve veninson'un saçlarının karışımı gibi olmuş, sanki monaco'ya 35 metreden gol atmış gibi sol bacağım ağrıyor, aynı ağrıyı halı sahada sahanın ortasına bayrak dikme taklidi yaparken de yaşamıştım, bakkala gittim ekmek almak için, isviçreli olan bakkala geçen günden kalan 3 liralık borcumu 5 lira olarak ödedim, adam bir poşet vermiş sanki metin oktay şut çekmiş poşete, delik deşik olmuş poşet, hagi'nin süper kupa maçında altın golü atan jardel'i kucaklaması gibi kucakladım ekmekleri eve geldim, show tv reklamlı formamızdaki kırmızı gibi kan kırmızı bir kuşburnu çayı içtim, güzel bir kahvaltı yaptım, enerji depolamıştım, milan maçında 90. dakikada pres yapan galatasaraylı oyuncular gibiydim, kaçan otobüsü juventus maçında suat kaya'yı kovalayan ümit davala gibi kovaladım, en sonunda okula geldim, suratı selçuk yula'ya benzeyen müdürü görmemle yolumu değiştirmem bir oldu, müdür öğrencilere hagi'nin şampiyon olduktan sonra yaptığı, saçları 3 numaraya vurdurma konusunda öğrencileri ikna etmeye çalışıyordu, sınıfa geldim, fizik hocasına bir topun en fazla kaç defa falso alabileceğini sordum daha sonra cep telefonumdan hagi'nin a.bilbao maçındaki golünü seyrettirdim inanmadı ve bunun bir bilgisayar hilesi olduğunu topun o kadar içe doğru falso alamayacağını söyledi, zaten beden eğitimi öğretmeni de hiçbir kalecinin arkası dönükken kurtarış yapamayacağını söylemişti, o'nu da inandırmamıştım, psikoloji hocama bazen yapılan sinerji ile olayları etkileyebildiğimi hatta bunu en son denizli'de yaptığımı söyledim bana pek inandı gibi gelmedi açıkçası, matematik dersinde 7>6 olduğunu bazı arkadaşlarıma anlatamadım anlamak istemediler, bazısı ise 12 gol attıkları takıma 8 gol atan başka bir takımı suçluyor ve jimlastik duruşundan filan bahsediyorlardı o duruş "şıpagat" filandır diye düşündüm, okula sivas'tan gelen şımarık çocuk ise sürekli öğretmene yalakalık yapıyor öğretmenin siyasi duruşunu kullanıyor diğer öğrencileri ispiyonluyordu sadece 7'nin 6 dan büyük olduğunu anlamayan çocuklarla görüşüyordu bu sivastan gelen arkadaş, derslerinin neden bu kadar iyi olduğunu ise dini inancına bağlıyor, reina'dan laila'dan örnekler veriyor çoğu zaman ise boş konuşuyordu, okul artık sıkıcı geliyordu bazı öğrenciler hürriyet gazetesinin yaptığı gibi saçmasapan şeylerden bahsediyor, acaba fenerbahçe'de messi ve ronaldinho yanyana oynar mı diye tartışıyorlardı, hatta yabancı dil bölümünden "r" leri söyleyemeyen birisi "how much ronaldinho" diye söyleniyordu, kalli disiplinindeki milli güvenlik öğretmeni sözlüye kaldırıyor sorduğu sorularla 16 dakikalık uzatmayı bekleyen gerets'in yaşadığı stresini yaşıyordum, 6'nın 7'den büyük olduğunu iddia eden arkadaşlar sırayla sözlüye kalkıyor ve 5 soruyu da bilemeyip 0(sıfır) çekiyorlardı sivastan gelen arkadaş bu duruma bozuluyor ve asker selamı verip ağlıyordu, okul gazetesinde görevli arkadaşlar sürekli benden bahsediyor başarılarım hariç tüm kusurlarımı acımasızca yazıyorlar hatta bu haberi yazan tweaty t-shirtlü çocuk daha sonra zengin bir adamın kızıyla evlenecek gazeteci değil de "damat" olarak anılacak bu gidişle, nihayet okul bitti, gömleğimi çıkarıp prekazi formamı giydim, mahallede ufak bir 5'te devre 10'da biter çevirdim ve maçı 6-2 kazandık, yalnız 6-1 olduktan sonra 2.golü atan rakip oyuncu tufan'ın sus işaretine çok güldük bi anlam veremedik, zaten tufan'a geçen sene hindiyle oynarken horoz saldırmıştı, 6-2'lik skoru gören mahalleli 1.turda elenen manchester'lılar gibi şaşkındı, bende yavaş yavaş eve gidiyordum yolda 26 senedir sınavlara giren ve kazanamayan azize ile karşılaştım, hala mahallenin en zengini bizim ailemiz diyordu, hatta birde "ben artık sınavların masa başında kazanıldığını öğrendim" gibi ilginç birşey de söyledi bi anlam veremedim. eve geldim girişte büyük metin oktay'ın posterini düzelttim, arda ile ışıl'ın düğün davetiyesi gelmiş onu gördüm mutlu oldum, çünkü birbirlerine çok yakışıyorlardı, televizyonu açtım galatasaray tekerlekli basketbol takımı 10. kıtalararası şampiyonluğunu kazanıyordu, gururla izledim sonra yatağıma uzandım duvarda metin oktay, prekazi, gheorghe hagi, arda turan, harry kewell posterini seyrettim bir süre, son olarak türk telekom arena stadına ait kombineme baktım ve dünyanın en şanslı taraftarı olduğumu bir kez daha anladım.
  • 32
    sevgili günlük,
    o kadar üzüntüye, bitse de gitsek nidalarına rağmen içime bir sıkıntı çöktü futbol takımımız olmayınca sahalarda. tek futbol takımı olsa iyi ne kızların maçı var ne de erkek basketbol takımımızın. hafta sonu bir bakuıyorum, hiç galatasaray'ın adı geçen maç yok, içim daralıyor. güzel bir sene geçmedi belki ama olsun. müzemizde bir eurocup women kupası, engelsiz aslanlarımızda avrupa şampiyonluğu kupası, ne olursa olsun mart ayına taşınmış bir uefa serüveni. kendi adıma ise ilk defa doya doya* tribünlerden seyredebildim futbolcularımızı bu sene, benim için rüya gibiydi.
    ha bir de bu aralar transfer değişim gündemde iken "o gitsin, o kalsın, onu asalım, diğerini keselim" edebiyatı aldı başını gidiyor. içim acıyor, evet duygusal davranıyorum bazen, hepimiz profesyonel düşünsek zaten tutup da "futbolcular değişiyor, teknik adam değişiyor, hatta formalar değişiyor, e biz neyi destekliyoruz o zaman?" demez miyiz? madem hepimizin cevabı ruhu, armayı, renkleri destekliyoruz gibi duygusal bir cevap, o halde galatasaray'ı galatasaray yapan şeylere çirkince dil uzatanlara karşı da duygusal olunur be günlük. hiçbir şey galatasaray'dan büyük değil, her şey konuşulabilir ama ağızdan çıkanları da kulaklar duymalı bazen günlük.
    işte böyle, özlemeye şimdiden başladık, diliyorum ki azıcık anlayış değişir, camiamız üzülmez artık. sıcak yaz günlerinde galatasaray'ı yine yaşatacağız elbette, tribünlerde olmasa da üzerimize giydiğimiz store'un muhteşem tshirtlerinde mesela.
  • 34
    sevgili günlük,
    sabah kalkıp işe gittikten sonra her fırsatta sözlüğü açıp acaba hoca belli oldu mu diye bakmaktan müşterilerle ilgilenemedim, çok merak ediyorum galatasarayımızın başına kim geçecek diye, şimdiden çok özledim galatasarayımı sözlük bir an önce hoca, transfer işleri bitse de şu hazırlık maçları başlasa, yeni formalarımız çıksa alsak hemen bir tane koşsak d-smart olan bir yere hazırlık maçı izlemeye.
  • 36
    güne kahveyle başladım, ağzım kuru zihnim açık. bir de sigarayı bıraksam kimse tutamaz beni artık.

    şarkının da dediği gibi, güne kahveyle başladım. yaklaşık 10 saatlik bir uykunun akabinde, gözlerimi zorla açarak uyuşuk uyuşuk yataktan kalktım. hani kendimi kötü hissetmesem, yatar uyurdum yine. 15 saati bulurdu bu uyku süresi. yüzümü yıkadım, yarı ayılmış halde mutfağa geçip ısıtıcıya biraz su koydum. üçü bir arada nescafé'yi de fincana döktüm. fakir insanım ben, öyle filtre kahve falan alacak param yok. üçü bir arada paklıyor beni. ayılmaya çalışırken, ısıtıcı suyun kaynadığını belirten bi sesle olayı sonlandırdı. suyu fincana döktüm, iyice karıştırıp mutfaktan odama doğru gelirken bir yudum hüplettim. "eeeaahh sıcakmış anasını satim" diye söylene söylene bilgisayarın başına geçtim. "ulan kesin transfer yaptık, şimdi açarım sözlüğü millet sevinçten havalara uçuyordur" düşüncesiyle sözlük sayfasını açtım. kahvemden bir yudum daha aldım, sıcaklık insani seviyelere düşmeye başlamıştı. kullanıcı adımı yazdım, şifremi girdim. yanlış kullanıcı adı ya da şifre ifadesi çıktı karşıma. hala uyanamamış bünye, şifresini girmeyi bile becerememişti. bir daha denedim, başardım. sol frame denen şeye çevirdim gözlerimi.

    kim kallström başlığını gördüm, ikinci sırada duruyordu. kim kallström (9) ifadesi öylece bekliyordu. aha, dedim; galiba yeni açıklanmış, akşama 3 haneli sayılara varan entryler döşenir oraya. sonra ilk sıradaki başlığa kaydı gözüm. abdul kader keita (73)... hayırdır inşallah düşüncesiyle açtım başlığı, ilk entryyi okudum. bi' daha okudum. bi' daha okudum. şaka yapıyorlar ehere mehere diyerek resmi siteyi açtım. girişteki reklamı geçerek son haberlere ulaştım. ulaşmaz olaydım. şaka yapmıyorlarmış lan düşüncesi oluştu önce, olayı idrak edemedim. idrak yolları enfeksiyonu bu olsa gerek.

    başlığa girdim, bütün entryleri okudum şuursuzca. ben entryleri okurken, kahve de masanın üzerinde soğuyordu. iki üç yudum içebilmiştim sadece. ağzım kuruydu, zihnimse hala kendini toparlayamamıştı. yavaş yavaş anladım olayı, keita gitmişti ciddi ciddi. katar'ın bilmem ne takıma, 8.150.000 euro + 200.000 euro alacağından vazgeçmesi karşılığında satılmıştı. başlıktaki 73 entryyi okuduktan sonra, birkaç saniye öylece bakakaldım. fincanı alıp ağız dolusu bir yudumu mideye indirdim. fincanı masanın üzerine bıraktım.

    oysa keita benim için bambaşka anlamlar ifade etmişsi sene boyunca. tamam, takım oyununa yatkın değildi; ama keita, keitaydı yine de. sağ kanattan yardırıp üç adamı peşine takmasını sevmiştim keita'nın. ne bileyim, at topu fink'e taktiği, at topu keita'ya demekti benim lisanımda. attığı gol sonrası taklalarını sevmiştim anasını satim. keita başkaydı be! topu bilmem kaç metre önüne atıp, ayrıl da gel oğlum diyerek at gibi koşmasına hayrandım ben onun. içime işlerken melodisini katlanılabilir kılıyordu bu adam. keitaydı işte lan, bambaşkaydı.

    fenerbahçe maçında, carlos'un maç boyunca kendisiyle uğraşmasına sinirlenip, düşerken yumruğu indirmekti keita. içimden geçenlere tercüman olmaktı o an. o, carlos'a yumruğu attığı an, maçı izleyen herkesin "ooouuuuvvv" tepkisi vermesiydi. ağır çekimlerde, attığı yumrukta "oley" çekmekti keita. yaptığı şey doğruydu demiyorum elbette; ama o an başkaydı be abi. o an keita binlerce galatasayaylının hislerine tercüman olmuştu işte. keita bizden biri gibiydi benim için.

    bu düşünceler içinde, iki yudum daha çektim fincandan, buz gibi kahveyi mideye indirdim.

    şimdi saçma duygular içerisinde bu entryyi yazıyorum. bombok bir haldeyim, güne boktan bir başlangıç yaptım. kirli fincan klavyenin yanında duruyor, arada bakışıyoruz. güne kahveyle başladım, ağzım kuru, zihnim kapalı. ben böyle işin içine edeyim kamuran. keita gitmiş lan! yerine kim gelir, ya da biri gelir mi düşünemiyorum. ama bu gönül keita'yı aslantepe'de görmek için yanıp tutuşuyordu. seyirci desteğiyle müthiş gaza gelen keita'yı, 52.000 kişi önünde döktürürken görmek istiyordu. her şeyi geçtim, en çok bu koydu işte.

    sahi, şimdi sabri ne olacak bir de bu var. adam keita'yla oynarken rahat hissediyordu kendini, daha iyi işler çıkarıyordu. sabri'yle yine öyle iyi anlaşacak biri daha gelir, değil mi? kendimi kandırmıyorum ben, öyle değil mi?

    ulan fenayım be, harbiden bak. üçü bir arada'nın allah cezasını versin.
  • 37
    sevgili günlük,

    biliyorum seni ihmal ettim. inan tek sebebi galatasaray sözlük. tutuklu kaldım sanki.

    bugün sabah kalktığımda, galatasaray'ın lauro isimli brezilyalı kaleciden vazgeçtiğini öğrendim. daha da ilginci bu kararı ünal aysal'ın almış olması. daha dün lauro transferi eleştirilirken, yıldız bir kaleci getireceğiz diye işe başlayan ünal aysal'ın lauro transferi için nasıl bir bahane bulacağını düşünüyordum. hayalkırıklığından o kadar emindim yani. şimdi ise ünal aysal yönetimi için tünelin ucundaki ışık göründü diyebiliyorum. bu saatten sonra yıldız bir kaleci getirmese bile, bahane üretmeden, bir karar almıştır. önemli olan da budur. karar alınması. zira hep olayları geçiştirerek, bahaneler üreterek bu günlere geldik. tünelin ucundaki ışık da budur.

    öte yandan, nabız yoklamak amaçlı yayılan türk telekom arena'nın beşiktaş ile ortaklaşa kullanılması haberlerine de gerekli cevabı verdik.

    gördüğün gibi, taraftarlar olarak iki önemli konuda takımdaki gelişmeleri olumlu etkilidiğimize inanıyorum.

    unutmadan günlük, sanırım ünal aysal galatasaray sözlüğü okuyor. ben de bu günlüğü kamuya açsam mı diye düşünmüyor değilim. haberin olsun.
App Store'dan indirin Google Play'den alın