• 133
    27 kasım 1994 tarihinde oynanan trabzonspor maçıdır.

    benim için enteresan bir hikayesi var, hem ilk maç olması hem de içimdeki galatasaray sevgisini bugün daha iyi anlayabilmek adına...

    henüz 7 yaşında bir çocuktum, babamla birlikte okmeydanı'na bir buluşmaya gitmiştik. evde akran 3 kardeştik ve babam bu tür bir buluşmaya gidecek olduğunda annem beni de götürmesini isterdi. kadıncağız için 3 çocukla kış günü uğraşmak kolay olmasa gerekti. bir yandan soba yanacak, yemek yapılacak, çocuklar yedirilecek falan derken en azından birimizin babayla olmasını istemesi çok normaldi.

    benim için ise kardeşlerimden uzak kalmak, oyundan, haytalıktan, eğlenmekten uzak kalmak demekti... tabi o günün akşamında neler yaşayacağımı kim bilebilir...

    okmeydanı'ndaki buluşma akşam saat altı gibi bitmiş durakta 500a otobüsünü beklemeye koyulmuştuk. arabalar ardı ardına sıralanmış, trafik sıkışmış haldeydi. otobüse bindik, sanırım 30 dakika kadar sonra stadın önüne yaklaşmaya yakındık. kalabalığı görünce babama sordum, burada ne var diye. çünkü etrafta sarı kırmızı bayrak, kaşkol satan amcalar ve garip bir kalabalık vardı. o yaştaki bir çocuk için anlaması zor olan kalabalığın nedenini babama sorunca "galatasaray'ın maçı var!" diyerek yanıtladı. oysa o yıllar galatasaraylı olmanın bir gurur olmakla birlikte aynı zamanda bir çocuk için zorluk olduğu dönemlerdi de... barcelona'ya kök söktürmüş takım ertesi sene berbat bir sezon oynamaktaydı, ve birinci sınıf çocukları için başarısız takımlar ve taraftarları bir alay konusuydu...

    otobüsü birbirine kattığımı hatırlıyorum, "baba nolur maça gidelim!" diyerek.

    maça gitmek o zamanlar pahalı olduğunu düşündüğüm bir etkinlikti sanırım, zira öğretmen olan babam beni ikna etmek için çok uğraştı, fakat dayanamadı "peki!" dedi.

    otobüsten indik, yeni açığın turnikelerine doğru yürüdük. içim içime sığmıyordu, trabzonspor taraftarı olan babam için de garip bir heyecan olsa gerek, o da mutluydu.

    bilet gişeleri kapanmış, maça nasıl gireceğimiz hakkında hiç bir fikrimiz yoktu. babam gel bakalım diyerek tuttu elimden, girişte görevli polise doğru ilerledi.

    o konuşmayı hiç unutmuyorum, "kardeşim ben öğretmenim, bu da kartım!" diyerek cüzdanından çıkardığı kartı gösterdi polis memuruna. polis "buyrun geçin hocam!" diyerek açtı turnikeyi. şok olmuştuk, stattaydık.

    tribünlerde coşacaksın bestesini ilk o maçta dinledim, saffet'in golüyle kendimizden geçtiğimizi, trabzonsporlu babamın yedikleri gole benim için sevindiğini hatırlıyorum.

    sonra da dünya gözüyle ilk defa bir yıldızı görmenin, hakan şükür'ün golünü izlemenin coşkusunu yaşıyorum.

    maç sonu kırmızı kartları, ünal'ın atılışını görüyorum, babam tepki veremiyor. :)

    ilk maçımda galibiyetle tanışıyorum.

    o maçla birlikte daha bir galatasaraylı olan ben, o sevgiyi bu günlere muhtemelen o maçla taşıdım sanırım.

    babalığın ne demek olduğunu bugün yine o maçla anlıyorum.
  • 45
    (bkz: 8 mayıs 2010 galatasaray antalyaspor maçı)
    sonunda gittim gördüm. zor oldu, neredeyse olmayacaktı ama bu sefer bırakmadım peşini.
    stada girilen ilk anla ilgili çok şey yazılıp çizilir ama anladım ki yazarak kolay kolay anlatılabilecek bir şey değilmiş. en azından benim için...
    yıllardır bu plan yapılır benim hayatımda; gerekse aileyle, gerekse arkadaşlarla "gidelim ali sami yen'de bir maç izleyelim...". ama hiçbiri olmadı. geçen yıl itibariyle 453 km ye düşen, ama yıllarca 940 km olan o uzun mesafe sorun oluyordu, tek suçlusu olmasa da...
    hep bir şekilde, son anda bile olsa mutlaka peydah olan problemler gitmemi engelledi. hatta hiç unutmam, babamla, "artık bu sefer kesin gidiyoruz" dediğim bir sefer telefon geldi; babamın çalıştığı şantiye değişti. zaten üstünde çalıştıkları proje bitmek üzereydi, biz de az çok bekliyorduk başka bir şantiyeye alınmasını ama adam maçı konuşup plan yaptığımız günün akşamı, bir telefonla, ceyhan'da* çalışırken posof'ta* buldu kendini.
    öyle bir şanssızlık ki bu, ben galatasaray'ı bile şu yaşa kadar göremedim çıplak gözle... hep hayalkırıklığıyla sonuçlanan planlarla dolu yıllardan sonra, geçen ay yine plan yapmaya başladık bir arkadaşımla, "sami yen'e gidiyoruz...". uzun uzun konuşuldu, hayaller kuruldu... ve tam da beklediğim gibi hepsi bozuldu.

    yani bu öyle bir şey ki. kimsenin suçu değil, nasıl kontrol edebilirsin ki hayatın akışını? ama içten içe kendimi suçladım. "biliyordun işte, biliyordun gidemeyeceğinizi, ne diye o kadar hayal kurup heveslendin, hem umutlanıp hem de umut verdin?" dedim kendime. gözlerim doldu, sinirden ağlamak istedim okulun orta yerinde. bir şeyler kırıp dökmek, birileriyle kavga etmek istedim.
    sonra o içimdeki duygu; artık hırs mıdır, inat mıdır nedir, beni ele geçirdi; "ben bu maça gideceğim." dedim. "yeter artık, kader misin ne boksun, ben bu maça gideceğim."

    ve başardım... gerçekten hissediyorum, hayatımda ilk defa boyun eğmedim hayalkırıklığına, tuttuğumu kopardım. benimle gelecek, onca yolu 24 saat içinde gidip-gelecek kimse bulamayınca şimdi daha yakında olsa da hala şehirdışında çalışan babam "ben varım" dedi. ben de "çok yorulursun, önce ankara'ya gel sonra istanbul'a git sonra gece geri dön, sonra tekrar bir 4 saat daha yol, sonra da bütün gün çalış, çok yorulursun, olmaz..." demedim.
    ilk defa vicdan azabı da dahil başka hiçbir şeyi önemsemeyip sadece amacıma odaklanmıştım ve sonunda yine bir şekilde hayal kırıklığına uğramak korkutuyordu beni. maç biletlerini elimde tutarken bile gergindim, "son anda bir şey olur yine gidemeyiz" düşüncesi kemiriyordu beynimi.
    o kadar alışmışım ki "olmadı, yine gidemiyoruz" a heyecanlı bile değildim yolculuktan önceki gece başımı yastığa koyarken. sabah kalkıp hazırlanırken, otobüse binerken de değildim. içimde sadece tuhaf endişe-telaş karışımı bir duygu vardı. acaba bu sefer çok mu zorladım, çok mu bencillik ettim diye düşündüm. otobüse bindikten sonra bile inanmıyordum, sonunda "gidiyor" olduğuma. kafamdaki tek ses ısrarlı bir şekilde "bakalım ne işler açılacak başımıza da, tadımızı kaçıracak" diyordu.

    hepsi stada gidene kadarmış ama. o ana kadar ne yapmakta olduğumun bilincinde değilmişim. mecidiyeköy'e gelip de, önünde durduğum o ilk an, her yerde üstünde sarı kırmızı formalar olan insanları gördüğüm o an, ne de telaş, ne "yine ne engel çıkacak karşıma?", ne yol yorgunluğu, ne babamın evde unuttuğumuz ilacı, ne de babamı çok yoruyor olmaktan duyduğum vicdan azabı, hiçbir şey kalmadı ...
    bir rüyanın içinde yüzmeye başladım sanki. kafamın içinde bas bas "geldim, geldim, sonunda geldim!" diye bağıran ses dışında, hiçbir şeyi hatta kendi hislerimi bile doğru düzgün algılayamadım. sırada beklerken, bilet kontrolü yapılırken, çevremdeki her şey gerçek dışı göründü gözüme. bir türlü inanamadım sanırım, sonunda başardığıma.
    güvenlik görevlileri üstümüzü aradı. kapıdan girdik, tribün girişinde tekrar üstümü arayan güvenlik görevlisi "hoşgeldiniz" dedi, "hoşbulduk" derken sesim titredi, kamera çantasının fermuarını açarken de ellerim...

    sonra tribüne ilk adımımı atıp, sahaya baktım. karşıda numaralının üstündeki ali sami yen yazısını gördüm.
    işte o an jeton düştü. kalbim saatler sonra, tekrar atmaya başladı sanki. hayatımın en değerli en mutlu dakikalarını, en unutulmaz anlarını yaşadığımın farkına vardım.
    koltuklarımıza doğru ilerlerken babama dönüp bir şeyler dedim, ne dediğimi tam hatırlamıyorum ama sanırım şöyle bir şeylerdi "çokk güzeel, çoook güzel. harika değil mi? ne kadar güzel? fıskiyeleri bile çok güzel.** dünyanın en mükemmel stadı.". böyle bazen anlamsız, hepsi birbirinden kopuk bir cümleler grubuydu. hayır, 5 yaşındaki çocuk bile benden daha uzun ve "çookk güzeel" den öte cümleler kurabilirdi. birisi o an izlese beni, yüzümdeki ifade ve kurduğum* cümleler yüzünden gülmekten ölürdü herhalde. sürekli güzel muhteşem harika gibi kelimeler kullanıp betimleme yeteneğimden bir türlü tatmin olamıyordum. o zaman aklıma gelse, fevkaladenin fevkinde de derdim büyük ihtimalle. *

    gerçekten şimdi dönüp çektiğim fotograflara tekrar tekrar bakıyorum. bütün arkadaşlarıma günlerdir milyonlarca defa söylediğim gibi "dünyanın en güzel stadı".
    galatasaraydan sonra, sonunda bir de, taştan ve betondan bir cansıza aşık oldum... ama ali sami yen taş ve betondan fazlası. yerime oturup sahaya baktığımda kafamın içinde beliren ilk cümle, "burada ölebilirim." oldu. iliklerimde hissettim ait olmanın nasıl bir şey olduğunu. aylarca evden uzak kaldıktan sonra, bir tatil günü evime, odama girip kendimi yatağıma attığım o an gibiydi.
    sanki ben hep oradaydım da biraz uzunca bir ayrılık yaşamıştık sadece ve dönmüştüm ait olduğum yere.
    hayatımda evim dışında hiçbir yeri sevmediğim kadar çok sevdim ali sami yen'i. orada maç başlayana kadar yüzümde kocaman şapşal bir sırıtışla, çocuk gibi sürekli bir şeyleri inceleyerek oturdum. sırıtışımın farkında bile değildim. yarım saat sonra yüz kaslarım fazla kasılmaktan seyirmeye ve ağrımaya başladı, ancak o zaman farkedebildim yüzümdeki ifadeyi.
    bulabildiğim herşeyi topladım hatıra olarak saklayabilmek için. koltukların üzerine koyulmuş "maç günü" kataloglarını aldım, maçtan önce dağıtılan gazeteye benzeyen dergiyi* aldım, maç ve otobüs biletlerimiz zaten cepte... hayır utanmasam oturduğumuz koltukları sökecektim, "anı bunlar hep anııı!" diye.

    sonra maç başladı, beni hiç tanımayan ama hayatımın bir parçası olanlar, hemen önümde top oynuyorlardı. o ana tutundum, onlara bu kadar yakın olmanın mutluluğunu hissettim. kaybettik bu maçı, umrumda mı? değil. evet kazanmak bambaşka bir mutluluk benim için, ama üzüldüm mü kaybettik diye? öyle mutluydum ki; galatasaray kaybettiğinde üzüldüğümün onda biri kadar anca üzüldüm belki...
    antalyasporlular sinir katsayımı zorladılar ama. insan niye küfürbaz olur, neden sahaya inip futbolculara saldırır anladım sayelerinde. kalecileri çatkıç bambaşka bir yazının konusu olur... çok samimi küfürler ettim kendisine içimden. bir de bol bol yuh çektim stadın tamamıyla birlikte. kısılan sesimin sorumlusu odur.

    maç çıkışı stadın önünden tanesi 2.5 liradan köfte ekmek aldık babamla. etrafımızdan akın akın, yüzlerce sarı-kırmızı formalı insan geçerken, bir yandan yürüyüp bir yandan da yedik, hayatımın en güzel, en lezzetli yemeklerinde ilk 3e oynar o gazeteye sarılı köfte ekmekler.
    mutluydum, yenilmemize rağmen. caddede hemen önümüzde yürüyen 25-30 kişilik kalabalık bir grup nevizade gecelerini söylemeye başladı bağıra bağıra.
    "gideen her sevgiliniin ardııından, hep biiz olduuk el sallaayaaan..."
    babam olmasa koşarak gider aralarına girer, avazım çıktığı kadar bağırarak söylerdim ben de.
    öyle içinden geliyor ki insanın.
    "...bize her sevdadan geriye kalan sadece galatasaray..."
    öyle içinden kopuyor her bir kelimesi...

    orada olduğum 4-5 saat boyunca, bütün sevdiklerim yanımda olsun istedim. birlikte hayaller kurduğum, planlar yaptığım, saatlerce galatasaray konuştuğum, benim bu hallerime hep tahammül eden; heyecanımı, mutluluğumu, hayallerimi, herşeyimi paylaşan en yakın arkadaşlarım... ve ailemin geri kalanı. hepsi yanımda olsun, sonra benim o; fazla heyecandan zeka seviyesi düşmüş, türkçesi bozulmuş, sürekli sırıtan halimle dalga geçecek olsalar bile, hayatımın en önemli anlarından birini yaşarken benimle olsunlar istedim...

    ali sami yen; dünyanın en mükemmel stadı... ******

    kapalı alt tribün bileti,100 lira
    ankara-istanbul otobüs bileti, 25 lira
    köfte ekmek, 2.5 lira
    24 saat içinde yaklaşık 13 saat şehirlerarası + 3 saat şehir trafiğinde yol yapmak, biraz yorgunluk...

    galatasaraylı olup da, babayla sami yen'de ilk maçını seyretmek,
    *paha biçilemez... *
  • 143
    (bkz: 3 nisan 2001 galatasaray real madrid maçı)

    baba polis memuru, sözü var daha maça gitmedim hiç tayfun seni maça göndereyim polis arkadaşlarla deyince dünyalar benim olmuştu ilk defa maça gidecem o da real madrid maçı olur dedim baba. birader bende gelecem diye tutturunca babamda geldi. gittik stada babamların maçla alakası yok görev olarak :) saat 6/7 stadın etrafı bomboş ali sami yen kapalı gişe olmuş neyse yeni açıktan bir şekilde girdik stada babam dedi yahu neden burdan girdik bu maç kale arkasından izlenmez kapalı tribünü gösterip oraya gidelim dedi. baba yapma etme duralım burda nasıl gidecez oraya görmüyor musun tıklım tıklım diyorum dur tayfun hallederiz ordan izleriz dedi. indik yeni açık alt tarafa 4 polis ben birader, babam konuşuyor diğer polisler konuşuyor alt taraftan tel olan kapıyı açtırdılar millet bize bakıyor stadın içinden kapalıya geçecez bunu duyan 3-4 kişi abi bizi de götürün diye nasıl söyleniyorlar babam diyor olmaz biz resmî olarak geçecez abi bizi de götürün diye tutulunca sürekli tamam dedi gelin o 3 kişi beni biraderi aldı o 4 polis resmi kıyafetle 2 kişi öne 2 kişi arkaya geçtiler bizi yeni açıktan atletizm pisti olmasına rağmen çapraz şekilde stadın zemininden kapalı tribüne götürdüler. o götürdüğümüz arkadaşlar nasıl teşekkür ediyorlar anlatamam. kapalı altıda beğenmedi polis abiler bu seferde kapalı üste çıktık bu muhteşem maçı kapalı üstte 4 resmî kıyafetli polis memuru ile bağıra çağıra izlemiştik.
  • 126
    (bkz: 25 nisan 2010 galatasaray bursaspor maçı) bursaspor'un şampiyonluğunu zora sokmuş ama sezonun ilk 6 haftasındaki 18 puanlık performansın ardından oynadığımız en iyi oyunu ortaya koymuştuk.

    lucas neill kırmızı kart gördükten sonra tüm sami yen'in tek ses temiz koro halinde "ı love you neill" haykırışını ve keita'nın maç sonu yere çöküp kaldığını onu jo'nun teselli ettiğini hatırlıyorum.

    maç saatinden üç saat evvel tribüne girmiştim, maç başlarken güneşin turuncusu sami yen'in tepesine vuruyordu o sekanslar aklıma geldikçe mutlanıyorum.
  • 128
    tarihini hatırlayamadığım bir gaziantep spor maçıdır. 6/7 yaşlarında eski açıkta prekazi ve tanju diye bağırmaktan sesim kısılmıştı maçıda farklı kazanmıştık. maçtan çıkışında delikanlı bir fenerbahçeli abinin mecidiyeköy köprüaltında en büyük fenerbahçe diye bağıdıktan sonra taraftarlarımızın taksiyi ters çevirmesi o yaştaki bir çocuk için o günü unutulmaz kılmıştı.
  • 130
    28 mart 1987 galatasaray samsunspor maçı

    kombinesi olan babamın ben 4 abim 7 yaşındayken götürdüğü maç. abimin daha önce de gitmişliği vardı. tabii ki oynanan maça dair bişeyler hatırlamıyorum. ama o tribünlerin bağırışına rengine aşık olduğumu, sarı kırmızının içime işleyip bir daha çıkmadığı maç olmuştur.

    bu arada o zaman kombine koçan bilet şeklindeymiş. her maça ayrı bir yaprak kopararak girilirmiş *

    edit : imla
  • 145
    (bkz: 22 eylül 1990 galatasaray sarıyer maçı)
    yanlış hatırlamıyorsam ilk sami yen maçım bu olmalı benim.
    o dönemler sevgili babam osmanbey'de bir firmada çalışıyordu.
    artık şans mı dersiniz şanssızlık mı bilemem ama c.tesi günleri de yarım gün çalışmaları beni galatasaray'ın sami yen'deki c.tesi maçlarını kollamaya itmiş, ve sonunda bu maçı denk getirebilmiştim.
    o dönemler gece maçları yok tabi, maçın öğlen 15 sularında oynandığını hatırlıyorum, zira babamın işinden çıkar çıkmaz maça geçmiştik.
    kapalı tribünde izlediğimizi hatırlıyorum.
    aradan 30 sene geçmesine rağmen tanju'nun o maçın sonlarına doğru sert gelen ortayı e5 tarafındaki kalenin altıpasında göğsüyle sert şekilde havalandırmasını, o anda bütün tribünlerin top havalandıktan birkaç salise sonra olacakları tahmin edercesine ayaklanıp pozisyonunu almasını ve beklendiği üzere harika bir rövaşata golle pozisyonun sonlanmasını hala hatırlarım.
    yıllardır kaç maça gittiğimi saysam tahminim 200'den aşağı değildir diye düşünüyorum ama o kadar yıl geçmiş olmasına rağmen hala bu güzel gole statta canlı izleme şansına nail olduğum en güzel 10 golün içinde yer veririm sanırım...
App Store'dan indirin Google Play'den alın