151
vah benim güzel ve yalnız ülkemin yazık insanlarına dedirten “ilahi komedya” – divina commedia, dante, 14.yy- sürecine verilen isimdir. 14 ocak 2010 tarihinde yapılan naklen yayın ihalesi, bir milat olarak değil bence gözler önünde oynanan birkaç perdelik trajedyanın son sahnesi olarak algılanmalıdır.
bundan aylar önce –ismi lazım değil- bir aptal kutusu canlı yayınında “güvenilir” uğur dündar, “nato müteahhidi” aziz başkan * ve “tuttuğu bal kavanozunun kenarından köşesinden bulaşan parmaklarını yalayan” şansal büyüka tarafından bu oyun başlatılmıştır. bu müselles etrafındaki oyunun üç köşesinde yer alan bireylerin hangi büyük camiaya gönül verdikleri, hangi büyük camia tarafında oldukları başka bir konudur, komedinin bir diğer paralel evren boyutudur, lakin o da bu tiyatronun ayrı bir promosyonu olarak zihinlerimizde kalsın, biz şu aşamada bununla ilgilenmeyeceğiz.
o günkü yayında aziz başkan’ın, ta o günden dün yapılan ihalenin rakamını telaffuz edebiliyor olması değil, sayın büyüka’nın o gün o rakamlara büyük bir şaşkınlıkla verdiği cevaplardır beni hayretlere sürükleyen. yayında 400 milyon avroların “alenen” talep edilmesi; makro-ekonomi bilen, türk sporunun arz-talep dengesizliğine şahit olmuş, teknolojiyi hakim olmasa da takip edebilen, yıllardır tribünlere oynayan kaz kafalı yöneticilerin transfer ve yönetim yanlışlarına karşı çıkamayan ve gözlerini salt başarı hırsıyla boyayan tribünlerin varlığına inanan her bireyin, zaten halihazırda öngörebileceği rakamlardı.
işte tam bu anda sayın büyüka bu rakamların asla ödenemeyeceğini, asgari ücretin durumunu, piyasa şartlarını, alım gücünü, insanların duygularını sömürmek suretiyle beyan etmiş ve “o gün geldiğinde her kim bu parayı ödeyebileceğini söylerse, iddia ediyorum o gün batışının, iflasının beyanını da vermiş demektir, yapma aziz başkan, ligimiz kabul edelim ki o kadar da kaliteli değil, bu paralar büyük paralar” diyebilmişti.
dün ekranlarımızda saatler boyu koca koca adamlar, ellerinde çakma çin malı 8 digitlik hesap makineleri ile saatlerce 50 tl-100 tl’nin pazarlığını yapar gibi göründüler. aklı selim olan herkes, biraz bu piyasanın içinde olan son kullanıcı bile biliyordu “kaybeden” grubun “neden” orada olduğunu ve esasen bunun sonunda kimin kazanacağını. yani bu bir nevi james cameron’un oscarlı filmi “titanic” seyretmek gibiydi, filmin sonunda geminin battığı biliniyor ama öle bayıla o filmi görmeye gitmemiz istenebiliyordu, hatta zorlanabiliyorduk.
ihaleyi dijital platform a.ş. “kazanır” gibi göründü. türk telekom, anlı şanlı tek markamız, en büyük gücümüz dediğimiz yıllık 39 milyon tl reklam geliri olan ortağıyla bu ihaleyi “kaybetmiş” göründü. tff başkanı, “çok başarılı bir pazarlama stratejisi ortaya koymuş” gibi göründü, sonra tüm bu ortada “mış gibi” yapanlar bir araya gelip 32 diş tekmili birden aptal kutularına pozlar verdiler. sonra bu filmin artistleri, kendi plazalarında “şampiyonlar” gibi karşılandı, “zafer” türküleri söylendi.
gökmen özdemir dışında kimse, “bu kulüplerin uefa kriterlerini” sormadı. yönetimlerin başarısız transferlerini; juan fran’larını, vicente del bosque’lerini, luis aragones’lerini, pavel horvath’larını, idari hatadan kaynaklanan tazmin maddelerini, hatalı yönetimlerini, uefa’daki sefil durumumuzu ve hatalı kararlarını sorgulamadı. bunun yerine, “bu rakamlar nasıl ödenecek” diye sorulmasını da kimse beklemedi işin tuhafı! çünkü cevap belliydi ve bunu “şampiyon” canlı yayında “sirkatin söyleyerek” açığa çoktan vurmuştu bile!
“sayın başkan konuşmasını yaparken, ben o sırada bu paraya kaç decoder satılır onun hesabını yapıyordum” diyebildi, ömer güvenç’in uzattığı mikrofona!
işte o mikrofon, bizim damarlarımıza o günlerde bedavaya zerk edilen futbol zehri enjektörünün bugün geldiği “bedelli” yansımasıdır. ekranlardan süzülerek damarlarımıza girmiştir ve işin acı yüzü ortaya çıkmıştır, “bundan sonra isteyeceğin her doz için biraz daha cüzdanını açmak zorundasın!”. bunu bu denli yakınsal algılayabilecek başka bir metaforunuz var mı elinizde? kapitalizmin çarkları, a dostlar! (bkz: microsoft)
ticarette yazılı olmayan bir kural vardır: “yiyemeyeceğin üzümlerin olduğu asma ağacının altına yatmayacaksın” denir. o gün –ismi lazım değil- bir aptal kutusu yayınında, sayın büyüka bir patron edasıyla konuşarak, kendi şirketinin menfaatlerinin dolayısı ile biz son kullanıcının savunuculuğunu yapmış gibi görünmüş ama bugün bir komutan edasıyla kazandığı zaferi kutlamıştır –dolmabahçe stadını bilenler için söylüyorum- küçük çiftlik parkının oralarda ekibiyle. sonuçta kimse; türk sporuna büyük(!) hizmet ettiği söylenegelen dijital platform a.ş’nin gırtlağına basarak bu ihaleyi kendilerine vermedi! bilerek ve isteyerek o 8 digit hesap makineleriyle koca koca adamlar, müthiş bir sahne prodüksiyonu önünde yerlerini aldılar, arada “heyecan katarak” –sen git abin gelsin- ağabeylerini bile aradılar ve istediklerini aldılar!
kimin cüzdanındaki likitle, neyin pazarlığı, kimlerle yapılmıştır? işte filmin son ve acıklı sahnesi budur! clint eastwood, eli wallach’a söyler o meşhur cümleyi: “two kinds of people in life there are, those who have loaded guns in hands and those who have to dig” yani “hayatta iki tip insan vardır. silahında mermisi olanlar ve mezarı kazmak zorunda olanlar”.
eğer üzümleri yenebilecek, gözlerine kestirdikleri bir asma ağacı olmasaydı, bir zarbaklı olarak kendimden o denli eminim, dünkü ilahi komedya bu sonla bitmezdi. o kadar güven dolu ve huzurlu bir ihale olmuştur ki, bu paraların nasıl ödeneceği ve kaynağı çok belli olmuş hatta bunu ikrar etmekte beis görülmemiştir.
“ben bir söğüt ağacıyım gülhane parkında, ne sen farkındasın, ne de polis farkında”
bundan aylar önce –ismi lazım değil- bir aptal kutusu canlı yayınında “güvenilir” uğur dündar, “nato müteahhidi” aziz başkan * ve “tuttuğu bal kavanozunun kenarından köşesinden bulaşan parmaklarını yalayan” şansal büyüka tarafından bu oyun başlatılmıştır. bu müselles etrafındaki oyunun üç köşesinde yer alan bireylerin hangi büyük camiaya gönül verdikleri, hangi büyük camia tarafında oldukları başka bir konudur, komedinin bir diğer paralel evren boyutudur, lakin o da bu tiyatronun ayrı bir promosyonu olarak zihinlerimizde kalsın, biz şu aşamada bununla ilgilenmeyeceğiz.
o günkü yayında aziz başkan’ın, ta o günden dün yapılan ihalenin rakamını telaffuz edebiliyor olması değil, sayın büyüka’nın o gün o rakamlara büyük bir şaşkınlıkla verdiği cevaplardır beni hayretlere sürükleyen. yayında 400 milyon avroların “alenen” talep edilmesi; makro-ekonomi bilen, türk sporunun arz-talep dengesizliğine şahit olmuş, teknolojiyi hakim olmasa da takip edebilen, yıllardır tribünlere oynayan kaz kafalı yöneticilerin transfer ve yönetim yanlışlarına karşı çıkamayan ve gözlerini salt başarı hırsıyla boyayan tribünlerin varlığına inanan her bireyin, zaten halihazırda öngörebileceği rakamlardı.
işte tam bu anda sayın büyüka bu rakamların asla ödenemeyeceğini, asgari ücretin durumunu, piyasa şartlarını, alım gücünü, insanların duygularını sömürmek suretiyle beyan etmiş ve “o gün geldiğinde her kim bu parayı ödeyebileceğini söylerse, iddia ediyorum o gün batışının, iflasının beyanını da vermiş demektir, yapma aziz başkan, ligimiz kabul edelim ki o kadar da kaliteli değil, bu paralar büyük paralar” diyebilmişti.
dün ekranlarımızda saatler boyu koca koca adamlar, ellerinde çakma çin malı 8 digitlik hesap makineleri ile saatlerce 50 tl-100 tl’nin pazarlığını yapar gibi göründüler. aklı selim olan herkes, biraz bu piyasanın içinde olan son kullanıcı bile biliyordu “kaybeden” grubun “neden” orada olduğunu ve esasen bunun sonunda kimin kazanacağını. yani bu bir nevi james cameron’un oscarlı filmi “titanic” seyretmek gibiydi, filmin sonunda geminin battığı biliniyor ama öle bayıla o filmi görmeye gitmemiz istenebiliyordu, hatta zorlanabiliyorduk.
ihaleyi dijital platform a.ş. “kazanır” gibi göründü. türk telekom, anlı şanlı tek markamız, en büyük gücümüz dediğimiz yıllık 39 milyon tl reklam geliri olan ortağıyla bu ihaleyi “kaybetmiş” göründü. tff başkanı, “çok başarılı bir pazarlama stratejisi ortaya koymuş” gibi göründü, sonra tüm bu ortada “mış gibi” yapanlar bir araya gelip 32 diş tekmili birden aptal kutularına pozlar verdiler. sonra bu filmin artistleri, kendi plazalarında “şampiyonlar” gibi karşılandı, “zafer” türküleri söylendi.
gökmen özdemir dışında kimse, “bu kulüplerin uefa kriterlerini” sormadı. yönetimlerin başarısız transferlerini; juan fran’larını, vicente del bosque’lerini, luis aragones’lerini, pavel horvath’larını, idari hatadan kaynaklanan tazmin maddelerini, hatalı yönetimlerini, uefa’daki sefil durumumuzu ve hatalı kararlarını sorgulamadı. bunun yerine, “bu rakamlar nasıl ödenecek” diye sorulmasını da kimse beklemedi işin tuhafı! çünkü cevap belliydi ve bunu “şampiyon” canlı yayında “sirkatin söyleyerek” açığa çoktan vurmuştu bile!
“sayın başkan konuşmasını yaparken, ben o sırada bu paraya kaç decoder satılır onun hesabını yapıyordum” diyebildi, ömer güvenç’in uzattığı mikrofona!
işte o mikrofon, bizim damarlarımıza o günlerde bedavaya zerk edilen futbol zehri enjektörünün bugün geldiği “bedelli” yansımasıdır. ekranlardan süzülerek damarlarımıza girmiştir ve işin acı yüzü ortaya çıkmıştır, “bundan sonra isteyeceğin her doz için biraz daha cüzdanını açmak zorundasın!”. bunu bu denli yakınsal algılayabilecek başka bir metaforunuz var mı elinizde? kapitalizmin çarkları, a dostlar! (bkz: microsoft)
ticarette yazılı olmayan bir kural vardır: “yiyemeyeceğin üzümlerin olduğu asma ağacının altına yatmayacaksın” denir. o gün –ismi lazım değil- bir aptal kutusu yayınında, sayın büyüka bir patron edasıyla konuşarak, kendi şirketinin menfaatlerinin dolayısı ile biz son kullanıcının savunuculuğunu yapmış gibi görünmüş ama bugün bir komutan edasıyla kazandığı zaferi kutlamıştır –dolmabahçe stadını bilenler için söylüyorum- küçük çiftlik parkının oralarda ekibiyle. sonuçta kimse; türk sporuna büyük(!) hizmet ettiği söylenegelen dijital platform a.ş’nin gırtlağına basarak bu ihaleyi kendilerine vermedi! bilerek ve isteyerek o 8 digit hesap makineleriyle koca koca adamlar, müthiş bir sahne prodüksiyonu önünde yerlerini aldılar, arada “heyecan katarak” –sen git abin gelsin- ağabeylerini bile aradılar ve istediklerini aldılar!
kimin cüzdanındaki likitle, neyin pazarlığı, kimlerle yapılmıştır? işte filmin son ve acıklı sahnesi budur! clint eastwood, eli wallach’a söyler o meşhur cümleyi: “two kinds of people in life there are, those who have loaded guns in hands and those who have to dig” yani “hayatta iki tip insan vardır. silahında mermisi olanlar ve mezarı kazmak zorunda olanlar”.
eğer üzümleri yenebilecek, gözlerine kestirdikleri bir asma ağacı olmasaydı, bir zarbaklı olarak kendimden o denli eminim, dünkü ilahi komedya bu sonla bitmezdi. o kadar güven dolu ve huzurlu bir ihale olmuştur ki, bu paraların nasıl ödeneceği ve kaynağı çok belli olmuş hatta bunu ikrar etmekte beis görülmemiştir.
“ben bir söğüt ağacıyım gülhane parkında, ne sen farkındasın, ne de polis farkında”