1
vedat muriqi’nin transfer sürecinin yaşandığı bu günlerde, geçenlerde kaideyi taciz eden istisna arkadaşımın tavsiyesi babında okumaya başladığım, jonathan wilson’un futbol taktikleri tarihi isimli kitabı her ülkenin futbol anlayışının, aslında o ülkenin sosyoekonomik yansıması olduğu gerçeği ile bir kez daha yüzleşmeme vesile oldu.
kitap futbolun ingiltere çıkışlı olmasına rağmen, nasıl her ülkede farklı şekilde evrimleştiği çok güzel aktaran ve anlatan bir eser. kitabın aktardığı birkaç örneğe değinmek istiyorum. ingilizler başlarda bu oyunu güce dayalı oynamak niyetindeyken, iskoçlar o dönem kendi özelliklerine daha yakın gelen kısa pas oyununa yatkın bir stil oluşturmuşlar futbol oynarken. öyle ki iskoçlar bunu yaparken, ingilitere’de pas vermenin çok ayıp ve aşağılık bir etkinlikmiş gibi görüldüğü bir futbol görüşü egemenmiş o sıralar. keza aynı oyunu, kendi bakış açıları perspektifinde güney amerika’ya taşıyan ingilizler, oyunun burada kişisel beceriye dayalı yepyeni bir anlayışa evrilmesine engel olamamışlar.
doğu avrupa’da farklı, kıta avrupa’sında farklı, afrika’da farklı, asya’da farklı, iskandinavya’da farklı her bölge ve ülkede bambaşka bir bakış açısı hakim olmuş gelenekçi ingilizler’in sistemleştirdiği bu oyunda. yani her ülke, kendi karakteristik özelliklerini, ülkelerinin yapılarını, iç dinamiklerini harmanlayarak yorumlamış bu hastası olduğumuz oyunu. zaman içinde bu durum sadece taktiklere değil, kulüplerin yönetim biçimlerine de yansımış. ispanya diktatörlükle yönetilirken, real madrid başkanı santiago bernabeu yeste kulüpteki yegane güç olarak 1943’ten, öldüğü 1978 yılına kadar kesintisiz olarak başkanlık yapması gibi…
peki futbolun her ülkede farklı yorumlanması bununla sınırlı kalmış mı? elbette hayır. ülkelerin ekonomik durumları, çalışma koşulları, refah seviyeleri de aynı şekilde futbola yansımış. almanlar’ın dakik oluşu, son ana kadar verebilinecek maksimum verimi işçiden talep etmesi ve bu emeğin karşılığını fazlasıyla vermesi, ingilizlerin avam tabakasının gölgesinin her daim soyluların üzerinde olması gibi. gel gelelim ülkemize…
geçtiğimiz yıl emre akbaba transferinin gidişatı, daha önceki örneklerinde olduğu gibi normal kabul edilmekteydi. mehmet topuz, alper potuk, gökhan ünal, okan koç daha eskilerden tarık daşgün gibi örnekler mevcuttu türk futbolunda. bir kulüp oyuncuyu ikna eder, fakat diğer kulüp devreye girerek kulübüyle anlaşır ve iş biter. peki olay bu kadar basit mi? türkiye’de işveren zihniyeti, özellikle 12 eylül sonrası tamamen baskın güç haline dönüştü. bir zamanlar birbirlerini kollayan işçiler ve onların kurdukları sendikalar, bu dönem sonrası yerini yavaş yavaş işverenin tam hakimiyetini kabul eden ve işverenin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan kişi ve kurumlara dönüştüler. türkiye’de iş hayatı; bir işçinin işten çıkarılması sonucu, tüm fabrikayı boykot ederek aynı anda iş bırakan çalışanların oluştuğu ve kanunlar çerçevesinde korunduğu zihniyetten, “kıdem tazminatı bir fonda toplansın, işveren mağdur olmasın” zihniyetine doğru evrildi. bu süreç elbette bir günde veya yılda yaşanmadı. zaman içinde devlet yöneticilerimiz tarafından bu yöne doğru yönlendirildik. böylece zaman içerisinde işveren, velinimet olarak görülmeye başlandı. bir zamanlar “rızkı veren allah, sen sadece aracısın ve emeğimi satın alıyorsun” diye düşünen ortalama türk işçisi, yerini “patron adam abi, o olmasa aç kalırız” bakış açısına bırakmış oldu. bu değişim zaman içinde bazı iş yerlerinde, köle-sahip ilişkisine doğru ilerleme noktasına kadar geldi. türkiye’nin en büyük sanayicilerinden biri olan ve fenerbahçe kulübü başkanlığı yapan ali koç’un, fatih terim’in tazminatına çıkışı sırasında söylediği “iş kanunları 6 gün içinde işten çıkarma ve tazminat vermeme hakkına sahiptir” sözü, koç şirketlerinde bu konu hakkında daha önce yüzlerce mağduriyetin yaşanması, 2012 yılında kendi alt şirketlerinden biri olan ford otosan yönetim kurulu başkanlığını sürdüren ali koç’un, haklarını arayan birçok metal işçisini işlerinden etmesi gibi örnekler türkiye’de işveren zihniyetinin geldiği noktayı özetler nitelikte. bunu sadece ali koç’un tekelinde söylemiyorum, ülkemiz işverenlerinin genel bakış açısı bu şekilde.
türkiye’deki bu kodaman tabakanın, zaman içinde sempati duydukları kulüplere başkan veya yönetici sıfatıyla, daha fazla göz önüne gelmeleri akabinde kendi şirketlerinde rahatlıkla uyguladıkları bu “ben velinimetim” sistemini, mensubu oldukları kulüplerin sporcularına da uygulamaya başladılar. daha önce saydığım mehmet topuz, alper potuk vs gibi örnekler bu yüzden gerek insanlara, gerek basına normalmiş gibi göründü. yine bu yıl fransa’dan teklif alan yusuf yazıcı ve abdülkadir ömür gibi oyuncuların geleceğinin bir kulüp başkanı tarafından baltalanmaya çalışılması da bu zihniyetin futboldaki yansımasına örnek olarak verilebilir. bu durum günümüz işveren zihniyetiyle kulüp yönetmeye çalışan başkan ve yöneticilerin, futbol üzerinden dünyaya bakış açılarını özetler nitelikte. burada da gördüğümüz gibi futbol, her ülkenin kendi kültür ve sosyoekonomik görüşünün birebir yansıması niteliğinde.
vedat muriqi örneği ise geçtiğimiz yıl emre akbaba olayında yaşanan bir doğrultuda ilerlemek üzere gibi görünmekte. arnavut oyuncu, galatasaray ve fenerbahçe’nin sezon sonundan beri transferi için uğraştığı bir isim. oyuncu kendi tercihleri doğrultusunda galatasaray’a gitmeyi istemesine rağmen, fenerbahçe camiasının rizespor kulübünü ikna ederek oyuncuyu getirme çabaları, oyuncunun gerek menajeri, gerek kendi açıklamalarıyla fenerbahçe’ye gitmek istemediği yönündeki beyanlarına rağmen sürmekte. son olarak rize başkanının oyuncu bir köleymiş gibi, bizim istediğimiz yere gidecek minvalinde beyanlarına rağmen, oyuncunun pes etmemesini geçen yıl emre akbaba’nın gösterdiği direnişe bağlamaktayım. emre akbaba’nın kendi istediği kulübe gitme konusunda gösterdiği ısrar, takım taraftarlığından çok bir işverenin kendisini velinimet olarak görmesini, birçok kişiye sorgulattığı kanaatindeyim. bu durum vedat muriqi olayında da “emekçi” lehine devam ederse, sadece türk futbolunda değil uzun vadede diğer iş kollarında da bu durumun yansıyabileceği çok olası. hepsi birer işveren kökenli olan kulüp başkanlarının, sürekli biat eden işçi profilinin aksine, böyle göz önünde ve sert direnişlerle karşılaşmaları kendilerini bir parça olsun afallatmış durumda.
inşallah bu durum genel olarak, bütün iş camiasına yansır ve emekçilerin, haklarını eksiksiz olarak tam manasıyla aldıkları bir ülkede ve dünyada yaşarız.
kitap futbolun ingiltere çıkışlı olmasına rağmen, nasıl her ülkede farklı şekilde evrimleştiği çok güzel aktaran ve anlatan bir eser. kitabın aktardığı birkaç örneğe değinmek istiyorum. ingilizler başlarda bu oyunu güce dayalı oynamak niyetindeyken, iskoçlar o dönem kendi özelliklerine daha yakın gelen kısa pas oyununa yatkın bir stil oluşturmuşlar futbol oynarken. öyle ki iskoçlar bunu yaparken, ingilitere’de pas vermenin çok ayıp ve aşağılık bir etkinlikmiş gibi görüldüğü bir futbol görüşü egemenmiş o sıralar. keza aynı oyunu, kendi bakış açıları perspektifinde güney amerika’ya taşıyan ingilizler, oyunun burada kişisel beceriye dayalı yepyeni bir anlayışa evrilmesine engel olamamışlar.
doğu avrupa’da farklı, kıta avrupa’sında farklı, afrika’da farklı, asya’da farklı, iskandinavya’da farklı her bölge ve ülkede bambaşka bir bakış açısı hakim olmuş gelenekçi ingilizler’in sistemleştirdiği bu oyunda. yani her ülke, kendi karakteristik özelliklerini, ülkelerinin yapılarını, iç dinamiklerini harmanlayarak yorumlamış bu hastası olduğumuz oyunu. zaman içinde bu durum sadece taktiklere değil, kulüplerin yönetim biçimlerine de yansımış. ispanya diktatörlükle yönetilirken, real madrid başkanı santiago bernabeu yeste kulüpteki yegane güç olarak 1943’ten, öldüğü 1978 yılına kadar kesintisiz olarak başkanlık yapması gibi…
peki futbolun her ülkede farklı yorumlanması bununla sınırlı kalmış mı? elbette hayır. ülkelerin ekonomik durumları, çalışma koşulları, refah seviyeleri de aynı şekilde futbola yansımış. almanlar’ın dakik oluşu, son ana kadar verebilinecek maksimum verimi işçiden talep etmesi ve bu emeğin karşılığını fazlasıyla vermesi, ingilizlerin avam tabakasının gölgesinin her daim soyluların üzerinde olması gibi. gel gelelim ülkemize…
geçtiğimiz yıl emre akbaba transferinin gidişatı, daha önceki örneklerinde olduğu gibi normal kabul edilmekteydi. mehmet topuz, alper potuk, gökhan ünal, okan koç daha eskilerden tarık daşgün gibi örnekler mevcuttu türk futbolunda. bir kulüp oyuncuyu ikna eder, fakat diğer kulüp devreye girerek kulübüyle anlaşır ve iş biter. peki olay bu kadar basit mi? türkiye’de işveren zihniyeti, özellikle 12 eylül sonrası tamamen baskın güç haline dönüştü. bir zamanlar birbirlerini kollayan işçiler ve onların kurdukları sendikalar, bu dönem sonrası yerini yavaş yavaş işverenin tam hakimiyetini kabul eden ve işverenin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan kişi ve kurumlara dönüştüler. türkiye’de iş hayatı; bir işçinin işten çıkarılması sonucu, tüm fabrikayı boykot ederek aynı anda iş bırakan çalışanların oluştuğu ve kanunlar çerçevesinde korunduğu zihniyetten, “kıdem tazminatı bir fonda toplansın, işveren mağdur olmasın” zihniyetine doğru evrildi. bu süreç elbette bir günde veya yılda yaşanmadı. zaman içinde devlet yöneticilerimiz tarafından bu yöne doğru yönlendirildik. böylece zaman içerisinde işveren, velinimet olarak görülmeye başlandı. bir zamanlar “rızkı veren allah, sen sadece aracısın ve emeğimi satın alıyorsun” diye düşünen ortalama türk işçisi, yerini “patron adam abi, o olmasa aç kalırız” bakış açısına bırakmış oldu. bu değişim zaman içinde bazı iş yerlerinde, köle-sahip ilişkisine doğru ilerleme noktasına kadar geldi. türkiye’nin en büyük sanayicilerinden biri olan ve fenerbahçe kulübü başkanlığı yapan ali koç’un, fatih terim’in tazminatına çıkışı sırasında söylediği “iş kanunları 6 gün içinde işten çıkarma ve tazminat vermeme hakkına sahiptir” sözü, koç şirketlerinde bu konu hakkında daha önce yüzlerce mağduriyetin yaşanması, 2012 yılında kendi alt şirketlerinden biri olan ford otosan yönetim kurulu başkanlığını sürdüren ali koç’un, haklarını arayan birçok metal işçisini işlerinden etmesi gibi örnekler türkiye’de işveren zihniyetinin geldiği noktayı özetler nitelikte. bunu sadece ali koç’un tekelinde söylemiyorum, ülkemiz işverenlerinin genel bakış açısı bu şekilde.
türkiye’deki bu kodaman tabakanın, zaman içinde sempati duydukları kulüplere başkan veya yönetici sıfatıyla, daha fazla göz önüne gelmeleri akabinde kendi şirketlerinde rahatlıkla uyguladıkları bu “ben velinimetim” sistemini, mensubu oldukları kulüplerin sporcularına da uygulamaya başladılar. daha önce saydığım mehmet topuz, alper potuk vs gibi örnekler bu yüzden gerek insanlara, gerek basına normalmiş gibi göründü. yine bu yıl fransa’dan teklif alan yusuf yazıcı ve abdülkadir ömür gibi oyuncuların geleceğinin bir kulüp başkanı tarafından baltalanmaya çalışılması da bu zihniyetin futboldaki yansımasına örnek olarak verilebilir. bu durum günümüz işveren zihniyetiyle kulüp yönetmeye çalışan başkan ve yöneticilerin, futbol üzerinden dünyaya bakış açılarını özetler nitelikte. burada da gördüğümüz gibi futbol, her ülkenin kendi kültür ve sosyoekonomik görüşünün birebir yansıması niteliğinde.
vedat muriqi örneği ise geçtiğimiz yıl emre akbaba olayında yaşanan bir doğrultuda ilerlemek üzere gibi görünmekte. arnavut oyuncu, galatasaray ve fenerbahçe’nin sezon sonundan beri transferi için uğraştığı bir isim. oyuncu kendi tercihleri doğrultusunda galatasaray’a gitmeyi istemesine rağmen, fenerbahçe camiasının rizespor kulübünü ikna ederek oyuncuyu getirme çabaları, oyuncunun gerek menajeri, gerek kendi açıklamalarıyla fenerbahçe’ye gitmek istemediği yönündeki beyanlarına rağmen sürmekte. son olarak rize başkanının oyuncu bir köleymiş gibi, bizim istediğimiz yere gidecek minvalinde beyanlarına rağmen, oyuncunun pes etmemesini geçen yıl emre akbaba’nın gösterdiği direnişe bağlamaktayım. emre akbaba’nın kendi istediği kulübe gitme konusunda gösterdiği ısrar, takım taraftarlığından çok bir işverenin kendisini velinimet olarak görmesini, birçok kişiye sorgulattığı kanaatindeyim. bu durum vedat muriqi olayında da “emekçi” lehine devam ederse, sadece türk futbolunda değil uzun vadede diğer iş kollarında da bu durumun yansıyabileceği çok olası. hepsi birer işveren kökenli olan kulüp başkanlarının, sürekli biat eden işçi profilinin aksine, böyle göz önünde ve sert direnişlerle karşılaşmaları kendilerini bir parça olsun afallatmış durumda.
inşallah bu durum genel olarak, bütün iş camiasına yansır ve emekçilerin, haklarını eksiksiz olarak tam manasıyla aldıkları bir ülkede ve dünyada yaşarız.