platonik aşk duyduğun birine yazdığın mektubun bitişindeki satırlar olsa iş yapar da, çıkıp tribünde söylenmesi akıl işi olmayan tezahürat. türk tribünlerinde yıllardır süren giden bir yanılgı var. büyük, iddialı ya da aşk dolu(!) sözleri olan tezahüratlar patlatılmaya çalışılıyor sürekli. bu tezahüratların sahaya olumlu olarak yansıdığı, oyuncularda etki yaptığı sanılıyor. aynı tribünde maç izleyen insanların bile yaka silktiği bu "mıymıy" tezahüratları ve sözlerini sahadaki oyuncuların kaç tanesi anlayabiliyor, anlayabilenlerin kaç tanesi o "kıçından soluma" durumunda algılayabiliyor sorusunun cevabı koca bir hiçten ibarettir.
bu tarz tezahüratlar stad/salon önünde takılırken gider, deplasman yolunda gider, hatta maç öncesi tribünde bile gider. ama maç oynanırken bu tezahüratlar kimseye birşey getirmez. hele en uzun atağın 24 saniye sürdüğü basketbolda, 3 pas kuralının olduğu voleybolda bu tarz tezahüratları dakikalarca söylemenin kimseye faydası yoktur. halil üner'in zamanında galatasaray dergisi'ndeki röportajında dediği gibi "basketbolda 10 saniye içinde 3 defa ölüp dirilebilirsiniz". bu tezahüratı 3-4 dakika boyunca devam ettiren tribünün neleri kaçırabileceği konusunda ufak bir ipucu.
sırf maç boyu tezahürat olsun diye böyle mıymıylanmaktan ziyade ingilizler gibi susup sadece pozisyona göre tepki vermek bence çok daha efektif oluyor. zamanında marsilya tribünleri sadece serbest atış anlarında yavaştan başlayıp hızlanan tempoyla çaldığı trampetlerin yarattığı gerilim sayesinde nice kazmaya gol attırmıştır mesela. rijkaard döneminin meşhur tobol deplasmanı var mesela, maç boyu ses çıkmayan stadda kanada atılan bir topun ardından çıkan uğultu neredeyse gol yedirecekti takıma. ya da en yakın örneği izlanda. adamlar iki alkış bir "huh" ile neredeyse avrupa şampiyonu olacaktı. gençlik marşı söylenirken
micov "inlesin" kısmında "ortalığı inletmeliyim" diye gaza gelmiyor örneğin, hakikaten salona yumruk gibi inen o keskin sesten dolayı irkilip gaza basıyor.