4
ben de futbolu severim
ben de futbolu severim.’ hani temel kabul edilen şeylerin aleyhine yazarken ben de aslında sizdenim diyerek linç olma olasılığını düşürmek istediğim için böyle başladım. ben de müslümanım. benim annem babam 5 vakit namaz kılar.’ gibi. ancak son yıllarda solun halkla bağlantısını kurmak için, takımların sınıfsal bağlamından (!) hareketle devrimci taraftar yaklaşımı bıktırdı doğrusu. adnan bostancıoğlu, hayri kozanoğlu ve rıdvan akar’ın futbol yazıları, her köşe yazarının sahip olduğu konu bulma sendromunu atlatmaları açısından mazur görülebilirdi ama sayıları onları aşınca başka bir pozisyona varıyor. hele bu konuda, galeano’nun muhteşem kitabının türkiye mümessili olma çabasındaki tanıl bora’nın her hafta dünyanın bir tarafında bak devrimci bir takım buldum’ diye sevinçli bir telaş içinde yazdığı yazılar neredeyse bir edebiyat kolu oluşturacak kadar çoğaldı. 80 öncesi bazı siyasal yapılar gibi afrika’dan, asya’dan, ya da dünyanın herhangi bir tarafından sosyalist model arama, bulma ve önder gösterme çabasını hatırlatıyor bana. dünyanın bir tarafında bir orta sıralar ekibinin, 2.lig ya da bir mahalle takımınının ne kadar solla, işçilerle bağlantısı olduğunu okumak içimizi ferahlatıyor. sanki bu kahrolası dünyada bir yerlerde işçilerin, solcuların hiçbir izi yokmuş gibi. küçükken ya da ilk gençliklerinde futbolu sevmeleri yüzünden solcular tarafından horlanmalarının yarattığı travmanın ceremesini biz yaşıyoruz.
beşiktaş, fenerbahçe ve galatasaray’la başlayan; şimdilerde altay, göztepe gençlerbirliği ve ankaragücü’ne sıçrayan, kulubün işçi, öncü entellektüeller tarafından nasıl kurulduğu ve tarihçeleri de önümüze gelmeye başladı. aristokrasiye özenen küçük burjuvazinin şanlı tarih yaratma özentisi, çılgın türk kahramanların yerine işçi-aydın ittifakını yerleştirerek yaptıkları, futbol kulübü tarih yazımları etrafı sardı. genellikle iletişim dünyasının, birikim’inin seçkin kadrosundan çıkan bu vakanüvisler hergün işçi sınıfı önderliğinde yeni bir futbol takımı buluyorlar. türk-tarih kurumu patentli tarih icat etme tarzı lise kitaplarından sirayet etmiş olacak, osmanlı imparatorluğunu kuranlara vakfedilen, bir gün çadırda otururken akşemsettin’in osman’a ne öyle başkasının beyliğinde savaşıp duruyoruz. bak sen de aslan gibi adamsın biz de kendi beyliğimiz kuralım. küçük büyük kendi işimiz olsun. belki bakarsın sonra imparatorluk oluruz. şanımız yürür.’ demesi gibi devrimci futbol kurucuları da gelin bir futbol takımı kuralım. sonra türkiye ligi, uefa, fifa gibi şeyler kurulur. kupa verirler, onları alırız. işçi sınıfı ile futbolun ilişkisinin emsali olarak tarihe geçeriz.’ diyerek bu kulüpleri kurmuşlar gibi övünelesi futbol kulupleri kurucu ataişçi-aydın zümresi hikayeleri okuyoruz.
futbol’ bir endüstridir. kapitalist sistemin içinde ve göbeğinde ondan beslenen,onu besleyen hatta onun vitrinin de olandır. lanet olası bu sistemi ayakta tutan temel ayaklardan biridir. 21. yüzyılın tanrısı televizyonun can damarıdır. milyar dolarlık bütçeleriyle, sürekli tüketim çemberinin döndürülebildiği ve diğer kapitalist üretimlerin aksine hiç bir zamanda sonu olmayan ender çeşitlerinden biridir. bu nedenle sadece yasal kapitalistlerin değil onların yasasının dışında olanların da ilgilerine mazhar olmuştur. bu nedenle devletin mafyaya meydan okuduğu meydan muharebeleri geçmektedir. her egemenin rüyasını kendi boyuna göre bir futbol kulübü süsler. irili ufaklı güç orgazmı yaşarlar.
bütün bu bilinenlere rağmen endüstiriyel futboldan nasıl olur da sol manifestolar yaratılır anlamıyorum. halkın içinde olma duyguları ancak yanlarından geçen halk otobüsleriyle sınırlı olanlar, yüce sol hissiyatlarını yeşertmek için açık tribünde ya da maratonda iki slogan arası bakışlarıyla birbirlerini süzerken ya da aynı anda coşku ile bağırma seansları arasında kendilerini denizin içinde balık olmuş devrimci kadro olarak kabul ediyorlar. tribünden arkadaşlarla nesneleşmeyi eşitlik olarak kabul buyururlar. maç çıkışlarında belki bir-iki büyük bardak bira yuvarladıktan sonra halkın macerasını yaşamanın mahmurluğu ile kendi entellektüel kabuklarına dönerler.
endüstriyel futbolun sol ile hiç bir bağı yoktur. oradaki bir futbolcuyla övünmek patronun araba markası ile övünmek gibidir. bir takımın kollektif oyunundan pay çıkarmak, çaresiz, hadım kalmış solculuğun çocukluk sevincidir. endüstiriyel futbol, devrimci tüm düşüncelere tamamen aykırıdır. öncelikle her şeyi nesneleştirici, yok edicidir. 22 kişinin yaptığı şeyi seyreden milyonlar, kapitalizmin yabancılaştırıcı etkisinin rekorudur. bundan daha beteri sadece g-8 toplantılarıdır ki bunun tek farkı ne olursa olsun sonucunda bizim takımın yenilmiş olmasıdır. insanları kitleye en hızlı dönüştüren bir kıyma makinesidir. bir taraftan işçi, doktor, mühendis, levazımatçı koyarsınız, öbür taraftan fanatik çıkar. bu eşitlikçi değil asimile edici, türkleştirici ve hakim olana tabii kılıcıdır. eğer gerçekten eşitlikçi bir ilişki kurmak isteniyorsa kahveler de hoşkin, king ya da batak oynamak tabiki çok daha iyidir. futbol sahasında, kağıdı bile başkaları dağıtır, takımı başkaları kurar.
halkın futbolu ise artık neredeyse hiç kalmayan, sokak aralarında iki taşla kale yapılandır. statlara sığıştırıldığı zaman her şeyini kaybeder. isteyenin katıldığı, tek eşitsizliği kötü oynayanın kaleye geçirildiği bir maçtır ve devrimci eylem ile bağı bu iki taşı en kalabalık saatinde istiklal caddesine koyup özelleştirme karşıtı bir maç yaptığımızda olacaktır. hadi maça, maça.
yazar: metin yeğin
ben de futbolu severim.’ hani temel kabul edilen şeylerin aleyhine yazarken ben de aslında sizdenim diyerek linç olma olasılığını düşürmek istediğim için böyle başladım. ben de müslümanım. benim annem babam 5 vakit namaz kılar.’ gibi. ancak son yıllarda solun halkla bağlantısını kurmak için, takımların sınıfsal bağlamından (!) hareketle devrimci taraftar yaklaşımı bıktırdı doğrusu. adnan bostancıoğlu, hayri kozanoğlu ve rıdvan akar’ın futbol yazıları, her köşe yazarının sahip olduğu konu bulma sendromunu atlatmaları açısından mazur görülebilirdi ama sayıları onları aşınca başka bir pozisyona varıyor. hele bu konuda, galeano’nun muhteşem kitabının türkiye mümessili olma çabasındaki tanıl bora’nın her hafta dünyanın bir tarafında bak devrimci bir takım buldum’ diye sevinçli bir telaş içinde yazdığı yazılar neredeyse bir edebiyat kolu oluşturacak kadar çoğaldı. 80 öncesi bazı siyasal yapılar gibi afrika’dan, asya’dan, ya da dünyanın herhangi bir tarafından sosyalist model arama, bulma ve önder gösterme çabasını hatırlatıyor bana. dünyanın bir tarafında bir orta sıralar ekibinin, 2.lig ya da bir mahalle takımınının ne kadar solla, işçilerle bağlantısı olduğunu okumak içimizi ferahlatıyor. sanki bu kahrolası dünyada bir yerlerde işçilerin, solcuların hiçbir izi yokmuş gibi. küçükken ya da ilk gençliklerinde futbolu sevmeleri yüzünden solcular tarafından horlanmalarının yarattığı travmanın ceremesini biz yaşıyoruz.
beşiktaş, fenerbahçe ve galatasaray’la başlayan; şimdilerde altay, göztepe gençlerbirliği ve ankaragücü’ne sıçrayan, kulubün işçi, öncü entellektüeller tarafından nasıl kurulduğu ve tarihçeleri de önümüze gelmeye başladı. aristokrasiye özenen küçük burjuvazinin şanlı tarih yaratma özentisi, çılgın türk kahramanların yerine işçi-aydın ittifakını yerleştirerek yaptıkları, futbol kulübü tarih yazımları etrafı sardı. genellikle iletişim dünyasının, birikim’inin seçkin kadrosundan çıkan bu vakanüvisler hergün işçi sınıfı önderliğinde yeni bir futbol takımı buluyorlar. türk-tarih kurumu patentli tarih icat etme tarzı lise kitaplarından sirayet etmiş olacak, osmanlı imparatorluğunu kuranlara vakfedilen, bir gün çadırda otururken akşemsettin’in osman’a ne öyle başkasının beyliğinde savaşıp duruyoruz. bak sen de aslan gibi adamsın biz de kendi beyliğimiz kuralım. küçük büyük kendi işimiz olsun. belki bakarsın sonra imparatorluk oluruz. şanımız yürür.’ demesi gibi devrimci futbol kurucuları da gelin bir futbol takımı kuralım. sonra türkiye ligi, uefa, fifa gibi şeyler kurulur. kupa verirler, onları alırız. işçi sınıfı ile futbolun ilişkisinin emsali olarak tarihe geçeriz.’ diyerek bu kulüpleri kurmuşlar gibi övünelesi futbol kulupleri kurucu ataişçi-aydın zümresi hikayeleri okuyoruz.
futbol’ bir endüstridir. kapitalist sistemin içinde ve göbeğinde ondan beslenen,onu besleyen hatta onun vitrinin de olandır. lanet olası bu sistemi ayakta tutan temel ayaklardan biridir. 21. yüzyılın tanrısı televizyonun can damarıdır. milyar dolarlık bütçeleriyle, sürekli tüketim çemberinin döndürülebildiği ve diğer kapitalist üretimlerin aksine hiç bir zamanda sonu olmayan ender çeşitlerinden biridir. bu nedenle sadece yasal kapitalistlerin değil onların yasasının dışında olanların da ilgilerine mazhar olmuştur. bu nedenle devletin mafyaya meydan okuduğu meydan muharebeleri geçmektedir. her egemenin rüyasını kendi boyuna göre bir futbol kulübü süsler. irili ufaklı güç orgazmı yaşarlar.
bütün bu bilinenlere rağmen endüstiriyel futboldan nasıl olur da sol manifestolar yaratılır anlamıyorum. halkın içinde olma duyguları ancak yanlarından geçen halk otobüsleriyle sınırlı olanlar, yüce sol hissiyatlarını yeşertmek için açık tribünde ya da maratonda iki slogan arası bakışlarıyla birbirlerini süzerken ya da aynı anda coşku ile bağırma seansları arasında kendilerini denizin içinde balık olmuş devrimci kadro olarak kabul ediyorlar. tribünden arkadaşlarla nesneleşmeyi eşitlik olarak kabul buyururlar. maç çıkışlarında belki bir-iki büyük bardak bira yuvarladıktan sonra halkın macerasını yaşamanın mahmurluğu ile kendi entellektüel kabuklarına dönerler.
endüstriyel futbolun sol ile hiç bir bağı yoktur. oradaki bir futbolcuyla övünmek patronun araba markası ile övünmek gibidir. bir takımın kollektif oyunundan pay çıkarmak, çaresiz, hadım kalmış solculuğun çocukluk sevincidir. endüstiriyel futbol, devrimci tüm düşüncelere tamamen aykırıdır. öncelikle her şeyi nesneleştirici, yok edicidir. 22 kişinin yaptığı şeyi seyreden milyonlar, kapitalizmin yabancılaştırıcı etkisinin rekorudur. bundan daha beteri sadece g-8 toplantılarıdır ki bunun tek farkı ne olursa olsun sonucunda bizim takımın yenilmiş olmasıdır. insanları kitleye en hızlı dönüştüren bir kıyma makinesidir. bir taraftan işçi, doktor, mühendis, levazımatçı koyarsınız, öbür taraftan fanatik çıkar. bu eşitlikçi değil asimile edici, türkleştirici ve hakim olana tabii kılıcıdır. eğer gerçekten eşitlikçi bir ilişki kurmak isteniyorsa kahveler de hoşkin, king ya da batak oynamak tabiki çok daha iyidir. futbol sahasında, kağıdı bile başkaları dağıtır, takımı başkaları kurar.
halkın futbolu ise artık neredeyse hiç kalmayan, sokak aralarında iki taşla kale yapılandır. statlara sığıştırıldığı zaman her şeyini kaybeder. isteyenin katıldığı, tek eşitsizliği kötü oynayanın kaleye geçirildiği bir maçtır ve devrimci eylem ile bağı bu iki taşı en kalabalık saatinde istiklal caddesine koyup özelleştirme karşıtı bir maç yaptığımızda olacaktır. hadi maça, maça.
yazar: metin yeğin