136
buradaki bütün arkadaşlarım gibi içime çok küçük yaşlarda işledi galatasaray sevdası. tabi bunda en büyük pay-allah razı olsun- babamındır. her akşam eve geldiğinde haliyle atlardık kucağına. bazı akşamlar, hayatında ağzına sigara sürmeyen babamın üstünde, normalde beni aşırı derecede rahatsız etmesi gereken boyutta sigara kokusu olurdu. ama rahatsız etmezdi... çünkü hiç umrumda olmazdı o koku. babam eve gelmiş, koku falan nereden gelecek aklıma? ne cebinden çıkaracağı çikolata gelirdi aklıma, ne de plastik kola şişesinden yaptığımız kumbaraya atacağı bir avuç bozuk para, ne de o koku... çok küçük yaşlarda umrumda olmayan bu koku, bir zaman sonra anlam kazanmaya başladı. bu galatasaray'ın kokusuydu çoğu zaman... ''sigara kokusu mu?'' - evet sigara kokusu! galatasaray için gittiğin kahvede üstüne siner bu koku. bu koku öyle bir koku ki, oğlun alır bu kokuyu, onun da içine siner... üstüne değil! içine...
hayal meyal hatırladığım zamanlarda, içime işleyen tek şey bu koku değildi tabi. galibiyet sevinci ile eve geldiğinde, beni kucağına alıp, yüzüme sarı-kırmızı dünyasının sevinçlerini haykıran büyük galatasaraylı'nın hisleri de içime perçin olmuştu bu sevgi için. biraz daha büyüdüğümde daha fazla anlam kazanmaya başladı her şey. isimler duymaya, topçular tanımaya başladım. artık, bir kutsal gibi bahsedilen metin'i, kral tanju'yu, uğur'u, prekazi'yi, fatih'i, derwall'i tıpkı babam gibi hayatıma işler oldum. daha sonraki sürece daha aklıbaşında tanıklık etmeye başladım. daha da büyüdü içimdeki ateş. daha da... ve daha da...
bir zaman sonra...
annem ne kadar istemese de, benim gözyaşlarım galip çıktı sigara dumanı altında, bu duman ile sararmış duvarlar arasında, kahvenin ortasında çatırdayarak yanan sobanın bilemediğim bir noktasında takımımı izlemeye. o zaman anladım işte o kokunun bir nevi galatasaray'ın kokusu olduğunu. daha önce babamın üzrinden ödünç aldığım kokunun tam merkezindeydim, ve doyasıya çektim. galatasaray'ın galibiyeti ile çıktığımız o kahveden, babamın yol boyunca el ense şakalarına maruz kaldım. sonradan fark ettim ki, galibiyetin sevincine eklenen bir duygunun daha yansıması vardı babamın yüzünde. evde izlenilen maçlardan başka olarak ilk defa paylaşmıştık bu anı, ilk defa babamın o kahvede yaşadığı bir gol sevincinde yanındaki bendim. oğluydu...
daha sonra...
kahvedeki maçları izlemeye tek gitmeye başladım. tek gitme sebebim babamın çalışırken evin yakınındaki kahveye yetişmeyip başka yerde izlemesiydi... yanımda arkadaşlarım da oluyordu bu zamanlarda. babamı tanıyan kahvehane sahibi bana ayrıcalıklı davranarak içeri aldı ilk tek gidişimde. içeride beş dakika durabildim yalnızca. kahvehanenin sahibi tarafından cama gerilen yeşil masa örtüsünün, sigara ile yanmış boncuk kadar deliklerine denk gelen yerde gözünü cama yapıştıran arkadaşlarımın yanına çıktım. ben de kendime bir sigara yanığı buldum, ve soğuk cama gözümü yasladım. açılan kapıdan dışarıya çıkan ''siğdiiir'' * sesinin sahibi kahvehane sahibinin sert ifadesi, diğer çocuklar arasında beni görünce, ne ara dışarı çıktığımın cevapsızlığı ile karışmış ve beni içeriye çağıran bir ifadeye dönmüştü ki bu daveti geri çevirdim. o içeriye girdikten sonra, duruma alışkın olan bütün arkadaşlarım, boncuk kadar deliklerine geri döndüler. ve tabi ben de... sonra babamın olmadığı günlerdeki bütün maçlar böyle geçti. tabi belli bir zamana kadar.
büyür gibi olduk...
artık maçlara arkadaşlarımla gidebiliyordum. cebimizdeki bozuk ve maç için yetersiz paraları verip, kahvehane sahibinin arkadaşlarıma yöneltmediği ''siğdiir''i, ''kabul''sayıyor ve maçları o boncuk kadar deliklerimizi, bizden ufaklara devrederek içeride seyrediyorduk. o sigara dumanını babam yokken de içime çekmeye başlamıştım yani. hala daha sigara içemeyen biri olmam enteresan gelir maç izlediğim o arkadaşlarıma. hepsi içmeye başladılar bir zaman sonra. ama ben sigara dumanını değil, galatasaray'ı çekiyordum içime. bana duman değil, galatasaray bağımlılık yaptı. onlar da benim kadar galatasaraylı arkadaşlar, ama onlar sigarayı ayrı, galatasaray'ı ayrı çekiyorlardı sadece. ben harmanlayıp, adını ''galatasaray'' koyduğum şeyi çektim daima.
biraz daha büyüdük...
maçlara tam para vermeye, arada çayımızı söyleyip maç izlemeye başladık. kahvehane sahibi veli abi'nin isimlerimizle hitap etmeye başladığı zamanlar geldik. bütün arkaşlarıma ortak bir kelime ile ''siğdiir'' diye seslenen veli abi, artık hepsine ayrı ayrı, hüviyetlerindeki isimlerini kullanmaya başladı. artık ''siğdiir'' kendisi ile şakalaşacak boyuta gelen gençlere savurduğu bir hoş kelam idi. artık gollerimize, kahvenin ortasında, yayıla yayıla, bağıra bağıra seviniyorduk. hem de sıcacık ortamda...
tam olduk en sonunda...
babamın maçları kaçırmadığı bir iş düzenine sahip olmasından sonra, hemen hemen hiçbir maçı kaçırmaz olduk. kaçırmaz olduk derken, beraber izlemeyi kaçırmaz olduk. zaten kaçırmıyorduk... ben her maçı babamla izlemek zorundaymışım gibi hissettim hep, hala da öyledir. bütün maçları beraber izliyor, kahveden eve gelene kadar ya küfürler ediyoruz beraber ya da sevinç kahkahaları atıyoruz. bu dönemin, hatta kahvede maç izleme kültürümüzün sonu da bir fenerbahçe maçına denk gelir. kadıköy'de 2-1 kaybettiğimiz bir fener maçında, hakem hatasıyla sinirden kendimizden geçmiştik babamla. o bir ediyordu, ben iki ekliyordum arkasına. kahvede çıt yok, herkes bizi dinliyor. fenerli eniştem golün sevincini unutup beni sakinleştirmek için uğraşırken, babamı biriyle tartışırken gördüm, kanın beynime sıçramasını tam anlamıyla yaşadım, döndüm ve aynı sessizliğin içinde adamın sesini maç sonuna kadar kesecek küfürü bastım, üzerine yürürken, eniştemin on dakika sakinleştirmeye çalıştığı ben, babamın ağzından çıkan iki kelime ile yerime oturdum. ''otur yerine!'' çok uzun sürmedi zaten oradan çıkışımız. o günden sonra babamın dışarıda maç izlemesini istemediğimden eve taşıdık maç zevkimizi. ve kapattık veli abi'nin kahvesindekii yerimizi.
bunca sene zarfında stattaki yerlerimizi de aldık ara ara. ilk maça gittiğimde dokuz yaşında idim. daha sonra da gitmeye çalıştık elimizden geldiğince. öyle iki kişi, her maça gitmek zordu biraz. fazlası lükse kaçıyordu açıkcası. ama ne sami yen'den mahrum bıraktı babam beni, ne tükürük köftesinden, ne mecidiyeköy'ü saran kokusundan ne de galatasaray'dan... kendisi aşıladığı bu sevdadan uzaklaşmamam için ne gerekiyorsa yaptı. ve artık fırsat buldukça ben götürüyorum kendisini maçlara. büyük bir zevk bu... sanki onun bana aşıladığı galatasaray sevdasının, nasıl aşılandığının stajını yapıyorum yanında. sanki evladıma bu aşkı nasıl aşılayacağımı öğretiyor bana. daha çok maçlara gitmeyi umuyorum onunla.
şimdi dönüp bakıyorum bunca seneye, ve düşünüyorum ''galatasaraylıklık benim için nedir?''diye.
galatasaraylılık;
babamın eve getirdiği sigara kokusu...
o sigaranın masa örtüsünde açtığı boncuk kadar bir delik...
o delikten gözün gördüğü iki renk...
o renklere evsahipliği yapan bir mabed...
o mabedden türk telekom arena'ya ve belki de oradan nicelerine uzanan, yaşadığım müthiş bir hikaye...
babamla el ele...
hayal meyal hatırladığım zamanlarda, içime işleyen tek şey bu koku değildi tabi. galibiyet sevinci ile eve geldiğinde, beni kucağına alıp, yüzüme sarı-kırmızı dünyasının sevinçlerini haykıran büyük galatasaraylı'nın hisleri de içime perçin olmuştu bu sevgi için. biraz daha büyüdüğümde daha fazla anlam kazanmaya başladı her şey. isimler duymaya, topçular tanımaya başladım. artık, bir kutsal gibi bahsedilen metin'i, kral tanju'yu, uğur'u, prekazi'yi, fatih'i, derwall'i tıpkı babam gibi hayatıma işler oldum. daha sonraki sürece daha aklıbaşında tanıklık etmeye başladım. daha da büyüdü içimdeki ateş. daha da... ve daha da...
bir zaman sonra...
annem ne kadar istemese de, benim gözyaşlarım galip çıktı sigara dumanı altında, bu duman ile sararmış duvarlar arasında, kahvenin ortasında çatırdayarak yanan sobanın bilemediğim bir noktasında takımımı izlemeye. o zaman anladım işte o kokunun bir nevi galatasaray'ın kokusu olduğunu. daha önce babamın üzrinden ödünç aldığım kokunun tam merkezindeydim, ve doyasıya çektim. galatasaray'ın galibiyeti ile çıktığımız o kahveden, babamın yol boyunca el ense şakalarına maruz kaldım. sonradan fark ettim ki, galibiyetin sevincine eklenen bir duygunun daha yansıması vardı babamın yüzünde. evde izlenilen maçlardan başka olarak ilk defa paylaşmıştık bu anı, ilk defa babamın o kahvede yaşadığı bir gol sevincinde yanındaki bendim. oğluydu...
daha sonra...
kahvedeki maçları izlemeye tek gitmeye başladım. tek gitme sebebim babamın çalışırken evin yakınındaki kahveye yetişmeyip başka yerde izlemesiydi... yanımda arkadaşlarım da oluyordu bu zamanlarda. babamı tanıyan kahvehane sahibi bana ayrıcalıklı davranarak içeri aldı ilk tek gidişimde. içeride beş dakika durabildim yalnızca. kahvehanenin sahibi tarafından cama gerilen yeşil masa örtüsünün, sigara ile yanmış boncuk kadar deliklerine denk gelen yerde gözünü cama yapıştıran arkadaşlarımın yanına çıktım. ben de kendime bir sigara yanığı buldum, ve soğuk cama gözümü yasladım. açılan kapıdan dışarıya çıkan ''siğdiiir'' * sesinin sahibi kahvehane sahibinin sert ifadesi, diğer çocuklar arasında beni görünce, ne ara dışarı çıktığımın cevapsızlığı ile karışmış ve beni içeriye çağıran bir ifadeye dönmüştü ki bu daveti geri çevirdim. o içeriye girdikten sonra, duruma alışkın olan bütün arkadaşlarım, boncuk kadar deliklerine geri döndüler. ve tabi ben de... sonra babamın olmadığı günlerdeki bütün maçlar böyle geçti. tabi belli bir zamana kadar.
büyür gibi olduk...
artık maçlara arkadaşlarımla gidebiliyordum. cebimizdeki bozuk ve maç için yetersiz paraları verip, kahvehane sahibinin arkadaşlarıma yöneltmediği ''siğdiir''i, ''kabul''sayıyor ve maçları o boncuk kadar deliklerimizi, bizden ufaklara devrederek içeride seyrediyorduk. o sigara dumanını babam yokken de içime çekmeye başlamıştım yani. hala daha sigara içemeyen biri olmam enteresan gelir maç izlediğim o arkadaşlarıma. hepsi içmeye başladılar bir zaman sonra. ama ben sigara dumanını değil, galatasaray'ı çekiyordum içime. bana duman değil, galatasaray bağımlılık yaptı. onlar da benim kadar galatasaraylı arkadaşlar, ama onlar sigarayı ayrı, galatasaray'ı ayrı çekiyorlardı sadece. ben harmanlayıp, adını ''galatasaray'' koyduğum şeyi çektim daima.
biraz daha büyüdük...
maçlara tam para vermeye, arada çayımızı söyleyip maç izlemeye başladık. kahvehane sahibi veli abi'nin isimlerimizle hitap etmeye başladığı zamanlar geldik. bütün arkaşlarıma ortak bir kelime ile ''siğdiir'' diye seslenen veli abi, artık hepsine ayrı ayrı, hüviyetlerindeki isimlerini kullanmaya başladı. artık ''siğdiir'' kendisi ile şakalaşacak boyuta gelen gençlere savurduğu bir hoş kelam idi. artık gollerimize, kahvenin ortasında, yayıla yayıla, bağıra bağıra seviniyorduk. hem de sıcacık ortamda...
tam olduk en sonunda...
babamın maçları kaçırmadığı bir iş düzenine sahip olmasından sonra, hemen hemen hiçbir maçı kaçırmaz olduk. kaçırmaz olduk derken, beraber izlemeyi kaçırmaz olduk. zaten kaçırmıyorduk... ben her maçı babamla izlemek zorundaymışım gibi hissettim hep, hala da öyledir. bütün maçları beraber izliyor, kahveden eve gelene kadar ya küfürler ediyoruz beraber ya da sevinç kahkahaları atıyoruz. bu dönemin, hatta kahvede maç izleme kültürümüzün sonu da bir fenerbahçe maçına denk gelir. kadıköy'de 2-1 kaybettiğimiz bir fener maçında, hakem hatasıyla sinirden kendimizden geçmiştik babamla. o bir ediyordu, ben iki ekliyordum arkasına. kahvede çıt yok, herkes bizi dinliyor. fenerli eniştem golün sevincini unutup beni sakinleştirmek için uğraşırken, babamı biriyle tartışırken gördüm, kanın beynime sıçramasını tam anlamıyla yaşadım, döndüm ve aynı sessizliğin içinde adamın sesini maç sonuna kadar kesecek küfürü bastım, üzerine yürürken, eniştemin on dakika sakinleştirmeye çalıştığı ben, babamın ağzından çıkan iki kelime ile yerime oturdum. ''otur yerine!'' çok uzun sürmedi zaten oradan çıkışımız. o günden sonra babamın dışarıda maç izlemesini istemediğimden eve taşıdık maç zevkimizi. ve kapattık veli abi'nin kahvesindekii yerimizi.
bunca sene zarfında stattaki yerlerimizi de aldık ara ara. ilk maça gittiğimde dokuz yaşında idim. daha sonra da gitmeye çalıştık elimizden geldiğince. öyle iki kişi, her maça gitmek zordu biraz. fazlası lükse kaçıyordu açıkcası. ama ne sami yen'den mahrum bıraktı babam beni, ne tükürük köftesinden, ne mecidiyeköy'ü saran kokusundan ne de galatasaray'dan... kendisi aşıladığı bu sevdadan uzaklaşmamam için ne gerekiyorsa yaptı. ve artık fırsat buldukça ben götürüyorum kendisini maçlara. büyük bir zevk bu... sanki onun bana aşıladığı galatasaray sevdasının, nasıl aşılandığının stajını yapıyorum yanında. sanki evladıma bu aşkı nasıl aşılayacağımı öğretiyor bana. daha çok maçlara gitmeyi umuyorum onunla.
şimdi dönüp bakıyorum bunca seneye, ve düşünüyorum ''galatasaraylıklık benim için nedir?''diye.
galatasaraylılık;
babamın eve getirdiği sigara kokusu...
o sigaranın masa örtüsünde açtığı boncuk kadar bir delik...
o delikten gözün gördüğü iki renk...
o renklere evsahipliği yapan bir mabed...
o mabedden türk telekom arena'ya ve belki de oradan nicelerine uzanan, yaşadığım müthiş bir hikaye...
babamla el ele...