143
esirgemeden
bu aralar pek bir ihmal ediyoruz gibi kendilerini. koskoca camiaya son 3 senede ulaşılabilecek en büyük başarıları yaşattıktan sonra sanki bizim bu ihmalimiz vefasızlık gibi geliyor. elbette sadece futbolun prim yaptığı ülkemizde onların başarıları pek bi günlük, haftalık oluyor. yani 1 ay içinde tekrardan dünya şampiyonu olsalar, methiyeler düzeriz kendilerine. işin ilginci biz onları hatırlamayız, onlar kendini hatırlatır. demek ki pek bir sessizler bu ara, ne kupa ne de başka bir şey var. sadece ligte doldudizgin gidiyorlar yine. alıştırdılar artık napalım.
işte bu sebeple en unutulmaya yüz tutuldukları zamanda bir yazı yazmak istedim kendilerine. biraz kendilerinden bağımsız belki de, biraz da alakalı... ufacık bir şey yazdım, sanırım en doğru başlığı burası...
belki onları hiçbir zaman anlayamayız ama en azından ne yaşadıklarını bir nebze hissedebiliriz.
bu yazı galatasaray tekerlekli sandalye basketbol takımı'na geç kalmış teşekkürlerimin en yalın dille ifadesidir.
aşk olsun size
soğuk bir kış günü, hayır hayır yaz günümüydü desem, ilerlerken araba sizi de uçuruyordu uçsuz buçaksız dağlar arasında hayallere... neyse burdan başlamamamı bence bu hikaye.
her şey o kadar normalmış ki aslında daha sonra yaşayacaklarının yanında. neden haykırır isyan edermiş, o da bilmezmiz. her insan gibi değermiş tabanları sıcak kumlara, soğuk betonlara ve yeşil çimlere. gökyüzünde mavi hayaller... neyse sondan başlamalı bence bu hikaye.
hatırladığı bir kaç korna sesi ve acı bir fren sesi. sonradan duydu o da, elim bir kazaymış. nasıl olmuşsa da hayatta kalmış. bir mucizesiymiş tanırının; o gün, mavi hayallere inat kararan göklerden yollanmış. kendine geldiğinde yedi uyuyanlardan daha uzun bir süre uyuduğunu sanmış, gözlerini açmış, görebiliyor, ellerini kaldırmış tutabiliyor, müzik sesleri de geliyor, duyabiliyor, ağır ilaç kokularını da alabiliyormuş. pencereden içeri süzülen güneş o kadar saf, temiz ve parlakmış ki, kalkıp hemen ona bakmak istemiş. işte asıl hikaye bundan sonra başlamış.
bunca yıl bıkmadan usanmadan bedenini taşıyan ayakları, artık kendisine bir yük gibi olmuş ve onları kendisi taşımak zorunda kalmış, bir tekerlekli sandalyeye mahkum kalarak. ne yani şimdi, yürüyemeyecek mi bir daha, bir daha koşmayacak mı hep kaçırdığı o otobüsün ardından, ya da şarkılar söyleyemeyecek mi o en sevdiği şanatçının konserinde ayakta. yok hayır! bu rüya hiç de komik bir şaka değil.
gerçek...
bir tekerlekli sandalye ona mahkum olan insan için ne kadar değerli olabilir ki? daha önce kaç kez sorduk bu soru kendimize? hiç belki de, tekerlekli sandalyeye mahkum olan bir insanı görüğümüzde belki de. ve nerden bilebilisin ki, bir gün bu sorunun tam ortasında cevaplanmayı bekleyen en önemli nokta olacağını.
gerçek...
zaman geçer, yavaş yavaş alışmaya başlarsın, ve o derece bağlanırsın en önemli sandalyene. bir deyim vardır dilimizde, gözüm gibi deriz en değer verdiğimiz şeylere. ve "tekerlekli sandalyem gibi" bir deyim girer artık bundan sonra dilinize. her şeyinizdir artık o sizin. ayaklarının görevini bilir mi bilinmez fakat yaşamın kısmi görevlerini bilmesini çok iyi bilir. aslında siz mi ona mahkumsunuzdur yoksa o mu size mahkumdur bu bilinmez, yanlız geçirdiğiniz zamanlarda -ki çoğu zaman bu böyledir- hararetli tartışmalara girersiniz sandalyenizle. daha önceki yaşamınızda sürekli yanınızda olan insalar yavaş yavaş uzaklaşmaya başlarlar yanınızdan, kimi mecburiyetten kimi ise sandalyenizden.
en gerçek...
özürsüzler vardır; ortada hiçbir sebep yokken, elle tutulur hiç bir rasyonel sebep yokken küserler hayata, çoğu belki de yaşamlarının ilkbaharında.
ve özürlüler vardır; ve niceleri vardır bu tarz insanların, onlar kadere inat yaşamın hırçın savaşcılardır. kimisi sporcu, kimisi sanatçı, kimisi ise yazar. belki tarih yazmaz onları fakat onlar kendi tarihlerini o kadar güzel yazarlar ki, hiçbir şiir, hiçbir roman ve hiç bir şarkı anlatamaz onları. o kadar güzel betimlerlerki kendilerini savaşırken tekerlekli sanadalyeleriyle...
özrünüz kabahatinizden! de beter, aşk olsun size...
bu aralar pek bir ihmal ediyoruz gibi kendilerini. koskoca camiaya son 3 senede ulaşılabilecek en büyük başarıları yaşattıktan sonra sanki bizim bu ihmalimiz vefasızlık gibi geliyor. elbette sadece futbolun prim yaptığı ülkemizde onların başarıları pek bi günlük, haftalık oluyor. yani 1 ay içinde tekrardan dünya şampiyonu olsalar, methiyeler düzeriz kendilerine. işin ilginci biz onları hatırlamayız, onlar kendini hatırlatır. demek ki pek bir sessizler bu ara, ne kupa ne de başka bir şey var. sadece ligte doldudizgin gidiyorlar yine. alıştırdılar artık napalım.
işte bu sebeple en unutulmaya yüz tutuldukları zamanda bir yazı yazmak istedim kendilerine. biraz kendilerinden bağımsız belki de, biraz da alakalı... ufacık bir şey yazdım, sanırım en doğru başlığı burası...
belki onları hiçbir zaman anlayamayız ama en azından ne yaşadıklarını bir nebze hissedebiliriz.
bu yazı galatasaray tekerlekli sandalye basketbol takımı'na geç kalmış teşekkürlerimin en yalın dille ifadesidir.
aşk olsun size
soğuk bir kış günü, hayır hayır yaz günümüydü desem, ilerlerken araba sizi de uçuruyordu uçsuz buçaksız dağlar arasında hayallere... neyse burdan başlamamamı bence bu hikaye.
her şey o kadar normalmış ki aslında daha sonra yaşayacaklarının yanında. neden haykırır isyan edermiş, o da bilmezmiz. her insan gibi değermiş tabanları sıcak kumlara, soğuk betonlara ve yeşil çimlere. gökyüzünde mavi hayaller... neyse sondan başlamalı bence bu hikaye.
hatırladığı bir kaç korna sesi ve acı bir fren sesi. sonradan duydu o da, elim bir kazaymış. nasıl olmuşsa da hayatta kalmış. bir mucizesiymiş tanırının; o gün, mavi hayallere inat kararan göklerden yollanmış. kendine geldiğinde yedi uyuyanlardan daha uzun bir süre uyuduğunu sanmış, gözlerini açmış, görebiliyor, ellerini kaldırmış tutabiliyor, müzik sesleri de geliyor, duyabiliyor, ağır ilaç kokularını da alabiliyormuş. pencereden içeri süzülen güneş o kadar saf, temiz ve parlakmış ki, kalkıp hemen ona bakmak istemiş. işte asıl hikaye bundan sonra başlamış.
bunca yıl bıkmadan usanmadan bedenini taşıyan ayakları, artık kendisine bir yük gibi olmuş ve onları kendisi taşımak zorunda kalmış, bir tekerlekli sandalyeye mahkum kalarak. ne yani şimdi, yürüyemeyecek mi bir daha, bir daha koşmayacak mı hep kaçırdığı o otobüsün ardından, ya da şarkılar söyleyemeyecek mi o en sevdiği şanatçının konserinde ayakta. yok hayır! bu rüya hiç de komik bir şaka değil.
gerçek...
bir tekerlekli sandalye ona mahkum olan insan için ne kadar değerli olabilir ki? daha önce kaç kez sorduk bu soru kendimize? hiç belki de, tekerlekli sandalyeye mahkum olan bir insanı görüğümüzde belki de. ve nerden bilebilisin ki, bir gün bu sorunun tam ortasında cevaplanmayı bekleyen en önemli nokta olacağını.
gerçek...
zaman geçer, yavaş yavaş alışmaya başlarsın, ve o derece bağlanırsın en önemli sandalyene. bir deyim vardır dilimizde, gözüm gibi deriz en değer verdiğimiz şeylere. ve "tekerlekli sandalyem gibi" bir deyim girer artık bundan sonra dilinize. her şeyinizdir artık o sizin. ayaklarının görevini bilir mi bilinmez fakat yaşamın kısmi görevlerini bilmesini çok iyi bilir. aslında siz mi ona mahkumsunuzdur yoksa o mu size mahkumdur bu bilinmez, yanlız geçirdiğiniz zamanlarda -ki çoğu zaman bu böyledir- hararetli tartışmalara girersiniz sandalyenizle. daha önceki yaşamınızda sürekli yanınızda olan insalar yavaş yavaş uzaklaşmaya başlarlar yanınızdan, kimi mecburiyetten kimi ise sandalyenizden.
en gerçek...
özürsüzler vardır; ortada hiçbir sebep yokken, elle tutulur hiç bir rasyonel sebep yokken küserler hayata, çoğu belki de yaşamlarının ilkbaharında.
ve özürlüler vardır; ve niceleri vardır bu tarz insanların, onlar kadere inat yaşamın hırçın savaşcılardır. kimisi sporcu, kimisi sanatçı, kimisi ise yazar. belki tarih yazmaz onları fakat onlar kendi tarihlerini o kadar güzel yazarlar ki, hiçbir şiir, hiçbir roman ve hiç bir şarkı anlatamaz onları. o kadar güzel betimlerlerki kendilerini savaşırken tekerlekli sanadalyeleriyle...
özrünüz kabahatinizden! de beter, aşk olsun size...