4482
socrates dergi aralık 2019 sayısında röportajı yayınlanmış eski futbolcumuz.
kısa bir röportaj olmasına rağmen atahan altınordu güzel sorularıyla 11 sene içindeki kırılım noktalarından tek tek geçmiş. böylece galatasaray'ın da geçmiş 11 sezonundaki olaylarını kısaca özetlemiş. derginin o sayısındaki konsepti de 2010'lar.
bu kadar zaman takımın içinde bulunup da, herhangi bir kötü olaya karışmadan, çok tepki görmeden bitirmek hakan'ın kişiliğine dair çok şey söylüyor. röportajın satır aralarında hakan'ın cevaplarında hakan'ın ne kadar mütevazı olduğunu, kendini bildiğini ve kariyerini de realist şekilde nasıl ilerlettiğini görebiliyoruz. örneğin; kariyerine forvet arkası başlayıp roberto mancini ile sol stopper mevkisine evrilişini ve bunun kendi kariyeri için mantıklı bir karar olduğunu anlatıyor. oğlu çağrı'nın münih transferini ve ailesiyle nasıl karar verdiğini de anlatıyor. hatta gelecek planlarından ve teknik kariyer hedeflerinden bahsediyor.
galatasaray'ın 10 yılı derken abartmıyorum. hakan'ın anlattığı olaylarda skibbe'den rjikaard'a, mancini'den riekerink'e, tudor'dan hagi'ye çoğu kişinin ismi geçiyor. derginin ilgili sayısını edinip okumanızı tavsiye ederim.
röportajda en beğendiğim fernando muslera ile olan anısını da aktarmak istiyorum; şike sürecinin olduğu sezonda, federasyonun uydurduğu playoff döneminde, puanlar ikiye bölünmüş, fenere içeride yenilmiş son maç öncesinde fark 2 puana düşmüş durumda. bizler gibi takımın da nasıl heyecanlı olduğunu bu anektodla çok daha net öğreniyoruz.
"süper finalin sonundaki kadıköy deplasmanından önce fatih hoca'nın isteğiyle beşiktaş'ta bir otelde kaldık. taraftarın gelişiyle tesisten çıkışımız çok uzun sürüyordu çünkü. otelden çıkışımıza yarım saat falan var... hava sıcak, odamda hem camı hem kapıyı açtım ki biraz essin. koltukta otururken dışarıda muslera'yı gördüm, üç defa geçti önümden. çantasını da almış, koridorda bir o tarafa bir bu tarafa yürüyor. dedim allah, bu çocuk çok heyecanlı, ne yapacağız? alışık değil tabi böyle maçlara. bir o kadar da önemli bir oyuncu bizim için. dedim gel! aldım onu odaya, bayağı bir muhabbet ettik. bambaşka şeylerden konuştuk. tatilde miami'ye gidecekmiş, "ben orada hayatta suya girmem" dedim, köpekbalıklarından korktuğumu falan anlattım. en son "iyi misin?" diye sordum. "iyiyim iyiyim" dedi, konuşmamız çok iyi gelmiş. sadece o değil tabii, herkes heyecanlıydı. zaten benim kariyerimde heyecanlandığım üç maç vardır, birincisi norveç'teki ilk resmi milli maçım, ikincisi euro 2008 yarı finalindeki almanya maçı, üçüncüsü bu. bana hep "çok rahatsın" derler ama en kötü topu kaybedersin, koşarsın peşinden, yakalayamazsan da gol olur. dünya batmıyor ya sonuçta. ama o maç başkaydı."
kısa bir röportaj olmasına rağmen atahan altınordu güzel sorularıyla 11 sene içindeki kırılım noktalarından tek tek geçmiş. böylece galatasaray'ın da geçmiş 11 sezonundaki olaylarını kısaca özetlemiş. derginin o sayısındaki konsepti de 2010'lar.
bu kadar zaman takımın içinde bulunup da, herhangi bir kötü olaya karışmadan, çok tepki görmeden bitirmek hakan'ın kişiliğine dair çok şey söylüyor. röportajın satır aralarında hakan'ın cevaplarında hakan'ın ne kadar mütevazı olduğunu, kendini bildiğini ve kariyerini de realist şekilde nasıl ilerlettiğini görebiliyoruz. örneğin; kariyerine forvet arkası başlayıp roberto mancini ile sol stopper mevkisine evrilişini ve bunun kendi kariyeri için mantıklı bir karar olduğunu anlatıyor. oğlu çağrı'nın münih transferini ve ailesiyle nasıl karar verdiğini de anlatıyor. hatta gelecek planlarından ve teknik kariyer hedeflerinden bahsediyor.
galatasaray'ın 10 yılı derken abartmıyorum. hakan'ın anlattığı olaylarda skibbe'den rjikaard'a, mancini'den riekerink'e, tudor'dan hagi'ye çoğu kişinin ismi geçiyor. derginin ilgili sayısını edinip okumanızı tavsiye ederim.
röportajda en beğendiğim fernando muslera ile olan anısını da aktarmak istiyorum; şike sürecinin olduğu sezonda, federasyonun uydurduğu playoff döneminde, puanlar ikiye bölünmüş, fenere içeride yenilmiş son maç öncesinde fark 2 puana düşmüş durumda. bizler gibi takımın da nasıl heyecanlı olduğunu bu anektodla çok daha net öğreniyoruz.
"süper finalin sonundaki kadıköy deplasmanından önce fatih hoca'nın isteğiyle beşiktaş'ta bir otelde kaldık. taraftarın gelişiyle tesisten çıkışımız çok uzun sürüyordu çünkü. otelden çıkışımıza yarım saat falan var... hava sıcak, odamda hem camı hem kapıyı açtım ki biraz essin. koltukta otururken dışarıda muslera'yı gördüm, üç defa geçti önümden. çantasını da almış, koridorda bir o tarafa bir bu tarafa yürüyor. dedim allah, bu çocuk çok heyecanlı, ne yapacağız? alışık değil tabi böyle maçlara. bir o kadar da önemli bir oyuncu bizim için. dedim gel! aldım onu odaya, bayağı bir muhabbet ettik. bambaşka şeylerden konuştuk. tatilde miami'ye gidecekmiş, "ben orada hayatta suya girmem" dedim, köpekbalıklarından korktuğumu falan anlattım. en son "iyi misin?" diye sordum. "iyiyim iyiyim" dedi, konuşmamız çok iyi gelmiş. sadece o değil tabii, herkes heyecanlıydı. zaten benim kariyerimde heyecanlandığım üç maç vardır, birincisi norveç'teki ilk resmi milli maçım, ikincisi euro 2008 yarı finalindeki almanya maçı, üçüncüsü bu. bana hep "çok rahatsın" derler ama en kötü topu kaybedersin, koşarsın peşinden, yakalayamazsan da gol olur. dünya batmıyor ya sonuçta. ama o maç başkaydı."