352
gençliğime mektup
ocak ayında 42'nci yaş gününü kutlayacak olan gianluigi buffon, genç hâline bazı öğütlerde bulunduğu bir mektup kaleme aldı...
sevgili 17 yaşındaki gianluigi,
bu mektubu sana 41 yaşında, birçok farklı şey tecrübe etmiş ve bazı hatalar yapmış birisi olarak yazıyorum. sana hem iyi hem de kötü haberlerim var. gerçek şu ki burada sadece senin ruhun hakkında konuşmak için buradayım.
evet, ruhun. inan ya da inanma, bir ruhun var.
ilk olarak kötü haberlerle başlayalım. 17 yaşındasın, hayallerindeki gibi profesyonel bir futbolcu olacaksın. her şeyi bildiğini sanıyorsun. ancak gerçek şu ki sevgili dostum, hiçbir b*k bildiğin yok.
birkaç gün içeresinde, parma ile ilk serie a maçına çıkacaksın ve korkmak için bile yeterince şey bilmiyorsun. yatakta, sıcak süt içiyor olman gerekirdi. ama sen ne yapıyorsun? primavera’dan yakın arkadaşlarınla gece kulübe gideceksin.
sadece bir bira içeceksin, o kadar değil mi?
ama sonrasında biraz abartacaksın. film yıldızı kartını oynayacaksın, güçlü adam kartını. ne hissettiğini dahi bilmediğin anlarda baskıyla başa çıkma yöntemin bu. sabaha karşı, kulübün dışında, birkaç polis memuru ile tartışmaya başlayacaksın.
evine git işte. yatağına gir.
ve lütfen, sana yalvarıyorum, polis arabasının lastiğine tuvaletini yapma. memurlar ve kulübün bundan keyif almayabilir ve hayatın boyunca çalıştığın her şeyi riske atmak zorunda kalabilirsin.
ortada hiçbir neden yokken kendini sürüklediğin kaoslardan birisi bu. içinde yanan ateş, seni hatalara sürükleyen cinsten. elbette takım arkadaşlarına güçlü ve özgür olduğunu kanıtlamış olduğunu sanıyorsun ancak gerçekte, bu taktığın bir maskeden ibaret.
sadece birkaç gün içinde; çok ama çok sarhoş edici ve çok ama çok tehlikeli olan üç şey ile ödüllendirileceksin.
para, ödül ve hayatının mesleği.
şimdi eminim ki bunların nesi tehlikeli olabilir diye düşünüyorsun.
işte, paradoks burada başlıyor.
kalecilerin özgüvene ihtiyaçlarının olduğu bir gerçektir. korkusuz olmak zorundadırlar. eğer bir teknik direktörden, en teknik kaleci veya en korkusuz kaleci arasında seçim yapmasını isterseniz her zaman o korkusuz olanını seçecektir.
diğer taraftansa, korkusuz insanlar beyinlerinin olduğunu rahatlıkla unuturlar. eğer nihilist bir şekilde yaşıyor ve hayatında sadece futbolu düşünüyorsan, ruhun bir yerden sonra çürümeye başlayacaktır. eninde sonunda, depresyondan dolayı yataktan çıkamaz duruma geleceksin.
istediğin gibi gülebilirsin ama bu başına gelecek. kariyerinin en tepesinde olduğun ve bir erkeğin hayattan başka hiçbir şey istemediği zamanda bunlar başına gelecek. 26 yaşına geldiğinde, juventus’un ve italya milli takımının as kalecisi olacaksın. saygı ve paran cebinde olacak. hatta insanlar sana süpermen şeklinde seslenecek.
fakat sen bir kahraman değilsin. diğer herkes gibi sıradan bir insansın. gerçek şu ki bu mesleğin baskısı, seni bir robota dönüştürebilir. rutinlerin hapse dönebilir. antrenmana gidersin, eve dönüp televizyon seyredersin, uyursun ve sonraki gün birebir aynılarını yaparsın. kazanırsın, kaybedersin ve bu durmadan tekrar eder.
bir sabah, antrenmana gitmeden önce yataktan kalkacaksın ve ayakların rahatsız edici şekilde sallanmaya başlayacak. o kadar güçsüz olmaya başlayacaksın ki araba dahi kullanamayacaksın. başlarda, sadece yorgunluk ya da bir çeşit virüs diye düşüneceksin. fakat sonrasında işler daha da kötüleşecek. tek yapmak isteyeceğin şey uzun uzun uyumak olacak. idmanda yaptığın her kurtarış, sanki dünyayı yerinden oynatıyormuşçasına zor gelmeye başlayacak. yedi ay boyunca hayattan keyif almakta çok zorlanacaksın.

bu an geldiğinde durmamız gerek.
çünkü 17 yaşında bunları okurken ne düşündüğünü biliyorum.
“bu nasıl olabilir ki? ben gayet mutlu bir insanım, doğuştan liderim. eğer juventus’un as kalecisi olacak ve milyon euro’lar kazanacaksam o zaman mutlu olurum. depresyona girmem imkânsız.”
öyleyse sana önemli bir soru sormak zorundayım. neden hayatını futbola adadın gigi, hatırlıyor musun?
ve lütfen bana thomas n’kono yüzünden olduğunu söyleme. işin derinine in. her detayı hatırlamaya çalış.
evet, 12 yaşındaydın.
italya’daki 1990 dünya kupası, evet.
kupadaki ilk maç san siro’daki arjantin-kamerun maçıydı, evet.
peki o gün neredeydin? gözlerini kapat. tek başına oturma odanızdaydın. peki her zamanki gibi arkadaşların neden yanında değildi? hatırlayamıyorsun. büyükannen mutfakta öğle yemeğini hazırlıyordu ve hava o kadar sıcaktı ki içerideki serin havayı muhafaza edebilmek için evdeki tüm pencereleri kapatmıştı. tüm oda tamamıyla karanlıktı, televizyondan gelen sarı parıltı hariç.
neler görüyorsun?
garip bir isim: kamerun.
kamerun’un nerede olduğunu bilmiyorsun. hayatının o anına kadar öyle bir yerin varlığından bile bir habersin. elbette arjantin ve maradona’yı biliyorsun ancak kamerun’daki oyuncuları farklı kılan bir şey var. yazın o kadar sıcak olmasına rağmen kalecileri uzun kollu forma giyiyor. uzun siyah eşofman ve uzun yeşil kollu, pembe yakalı bir forma. hareketleri, ayakta duruşu ve o fantastik bıyığı. kalbini tarifsiz bir şekilde büyüledi.
o, bu ana kadar gördüğün en havalı insandı.
spiker, isminin thomas n’kono olduğunu söylüyor.
sonrası ise sihir.

arjantin korner kazanıyor ve thomas kalabalığın arasından topu 30 metre ileriye yumrukluyor. bu an, hayatının sonuna kadar yapmak istediğin şeyi bulduğun andı.
sadece basit bir kaleci olmak istemiyordun.
‘bu tarz’ bir kaleci olmak istiyordun.
vahşi, cesur ve özgür bir kaleci.
maçı izlerken geçen her dakika, kendin olmaya başlıyordun. hayatının senaryosu yazılıyordu. kamerun gol atıyordu ve bu skora tutunamayacakları için öylesine geriliyordun ki ayakta bile duramamaya başlıyordun. kanepeden yere atlıyordun. ikinci yarının tamamında televizyonun etrafında gezinerek geçiriyordun. kamerun dokuz kişi kaldığında maçı izlemeyi bırak dinlemeye bile hâlin kalmıyordu.
son beş dakika, televizyonun arkasına geçip sesi kapatıyorsun.
ne olduğunu görmek için arada bir göz atıyorsun ve sonra geri televizyonun arkasına geçiyorsun.
sonunda dayanamayıp televizyona bakıyorsun ve kamerunlu oyuncuların kutlama yaptığını görüyorsun. doğruca sokağa koşuyorsun. mahallendeki diğer iki çocuk da aynı şekilde dışarıya çıkmış. herkes sokakta bağırıyor, “kamerun’u gördün mü? kamerun’u gördün mü?”
işte o gün, içinde bir alev fitillendi. kamerun artık haritada gösterebildiğin bir yer, thomas n’kono ise tanıdığın birisiydi. şimdi, buffon’u dünyaya tanıtma zamanıydı.
işte bu yüzden futbolcu olmaya karar vermiştin. ne para ne de ün yüzünden. thomas n’kono’nun tarzı ve içindeki sanat yüzünden. ruhu yüzünden.
şunu hatırlamak zorundasın: para ve ün senin için amaç değildi. eğer ruhuna yeterince iyi bakmıyorsan, eğer futbol dışında kendine ilham kaynakları aramıyorsan ruhun çürüyecek. eğer sana sadece bir tavsiye verebilme şansım olsa, hâlen gençken etrafındaki dünya hakkında daha meraklı olman olurdu. kendini korumak zorundasın özellikle de ailen için.
iyi bir kaleci olmak için yürekli olmak zorundasın, bu doğru.
fakat yürekli olmak, cahil olmak demek olmamalı gigi.
depresyonun derinliklerinde tuhaf ve güzel bir şey yaşayacaksın. bir sabah rutinini bozmaya ve kahvaltı için torino’da farklı bir restorana gitmeye karar vereceksin. böylece, şehir içinde yeni bir rota izleyecek ve bir sanat müzesi göreceksin.
müzenin dışındaki posterde chagall yazıyor olacak.
bu ismi daha önce duymuştun ama sanatı hakkında hiçbir fikrin yoktu.
yapman gerekenler var, yolda olmalısın.
sen buffon’sun. peki ya buffon kim?
sen tam olarak kimsin, biliyor musun?

bu mektubun en önemli kısmı bu. o gün, o müzeye girmelisin. hayatının en önemli günü olacak.
eğer o müzeye girmezsen ve hayatına bir futbolcu ya da süpermen olarak devam edersen, o zaman tüm duygularını mahzende saklamaya devam edeceksin ve eninde sonunda ruhun bozulacak.
fakat içeri girersen, chagall’ın yüzlerce resmini göreceksin. çoğu içinde bir şey canlandırmayacak. bazıları iyi, bazıları ilginç, bazılarıysa sana hiçbir şey söylemeyecek.
ama öyle bir resim göreceksin ki o resim seni şimşek çakmışçasına vuracak.
o resmin adı the walk.
neredeyse bir çocuğun çizebileceği bir resim. bir erkek ve bir kadın parkta piknik yapıyorlar, ama resimdeki her şey büyülü. kadın, bir melek gibi gökyüzüne yükselirken adam yerde oturuyor, kadının elini tutuyor, ve gülümüsüyor.
bir çocuğun rüyasından farksız.
bu resim, sana sanki başka bir dünyadan bir mesaj verecek. sana bir çocuğun duygularını anlatacak. sadelikteki mutluluk hissi.
thomas n’kono’nun topu 30 metre yumrukladığında yaşadığın his.
büyükannenin seni mutfaktan çağırdığında yaşadığın his.
televizyonun arkasında, dua ettiğin anlarda yaşadığın his.
yaşlandıkça, hislerimiz hakkında konuşmayı kolaylıkla unutuyoruz.
ama o ertesi gün, müzeye tekrardan geri dönmelisin. bu bir şart olmalı.
bilet gişesindeki kadın sana komik bir şekilde bakıp, “daha dün burada değil miydin?” diyecek.
önemli değil. içeriye gir. sanat, senin için en iyi tedavi olacak. zihnini açtığında, chagall’ın resminde havaya kaldırılmış o kadın gibi içindeki o ağırlıkta kaldırılacak.

bu anın içerisinde inanılmaz bir ironi var. bazen hayatın bizim için özel olarak yazıldığını düşünüyorum. açıklaması imkânsız ama birbirine bağlı bir o kadar da güzel onlarca şey yaşayabiliyoruz. bu hikâye de onlardan birisi.
çünkü sen, parma’da genç bir futbolcuyken seni cahil olarak damgalayacak bir şey yapacaksın. oldukça büyük bir maçtan önce, takım arkadaşlarına ve taraftarlarına, cesur ve ve aynı zamanda büyük bir karakter olduğunu göstermek için dev bir hareket yapacaksın.
bu yüzden maç önü tişörtlerine, küçük bir çocukken okul sıranın üzerinde oyulmuş şekilde gördüğün bir mesaj yazacaksın.
“korkaklara ölüm”.
bunun sadece motivasyon çığlığı olduğunu düşünüyor ve bunun aşırı sağcı faşistlerin sloganı olduğunu bilmiyorsun.
bu, ailenin çokça acı çekmesine neden olacak hatalardan biri. ancak bu hatalar önemlidir, çünkü size insan olduğunuzu hatırlatırlar. bu hatalar, sana tekrar tekrar, hayatta hiçbir şey bilmediğini hatırlatacaklar genç dostum. neyse ki futbol, senin özel birisi olduğunu kanıtlamak için birçok kez harika işler çıkaracak. ancak, bir barmen veya elektrikçiden farklı olmadığını, onlarla ömür boyu arkadaş olacağını asla unutmamalısın.
seni depresyondan kurtaracak şey de tam olarak bu. özel olduğunu değil, dünyadaki diğer herkesle aynı olduğunu hatırlamaktan geçiyor. bunu şimdilerde, 17 yaşındayken anlayamayabilirsin ancak sana gerçek cesaretin, zayıflıklarını gösterebilmenin ve bunlardan utanmamak olduğunun sözünü verebilirim.
yaşam denen hayat hediyesini hak ediyorsun gigi. tıpkı herkesin hak ettiği gibi. hatırla bunu.

hayat, senin şimdilerde görebilmek için oldukça genç ve saf olduğun kadar birbiriyle bağlantılı. en büyük pişmanlığım, hislerini dünyaya bu kadar geç açman. belki de seni sen yapan şeylerden birisi de bu. 41 yaşında, içindeki ateşi hâlen hissetmeye devam edeceksin. üzgünüm ki hâlen tatmin olmayacaksın. dünya kupası’nı ellerinde tuttuğunda bile tam anlamıyla rahatlamış olmayacaksın. kariyerinde gol yemediğin bir sezonu yaşayana kadar memnun olmayacaksın.
evet, belki de her zaman böyle birisi oldun.
udine’deki amcanı dağlarda ziyaret ettiğin ilk kışı hatırlıyor musun? yoksa bu, sadece yaşlı bir adamın hatırlayabildiği bir hatıra mı?
dört yaşındaydın ve gece boyunca kar yağmıştı. daha önce hayatında hiç kar görmemiştin. uyandın, pencereden dışarı baktın ve bir rüya gördün. bütün ülke beyaza dönmüştü.
pijamalarınla dışarı çıktın ve karın ne olduğunu bile anlamadın. ancak içinde hiçbir tereddüt yoktu. beyaz kar kütlelerine baktın ve ne yaptın? düşündün mü? merak ettin mi? ceketin almak için içeri koşturdun mu?
hayır, hemen karların üzerine atladın. korkusuzca.
büyükannen çığlık atıyordu, “gianluigi!!!!!!!!! hayır! hayır! hayır!”
sırılsıklam olmuştun ama mutluluktan uçuyordun.
bir hafta boyunca yüksek ateşle hasta yattın.
ama hiçbir şey umurunda değildi.
tereddütsüzce, karların tam içine.
işte bu sensin.
sen, buffon’sun.
var olduğunu tüm dünyaya göstereceksin.
ocak ayında 42'nci yaş gününü kutlayacak olan gianluigi buffon, genç hâline bazı öğütlerde bulunduğu bir mektup kaleme aldı...
sevgili 17 yaşındaki gianluigi,
bu mektubu sana 41 yaşında, birçok farklı şey tecrübe etmiş ve bazı hatalar yapmış birisi olarak yazıyorum. sana hem iyi hem de kötü haberlerim var. gerçek şu ki burada sadece senin ruhun hakkında konuşmak için buradayım.
evet, ruhun. inan ya da inanma, bir ruhun var.
ilk olarak kötü haberlerle başlayalım. 17 yaşındasın, hayallerindeki gibi profesyonel bir futbolcu olacaksın. her şeyi bildiğini sanıyorsun. ancak gerçek şu ki sevgili dostum, hiçbir b*k bildiğin yok.
birkaç gün içeresinde, parma ile ilk serie a maçına çıkacaksın ve korkmak için bile yeterince şey bilmiyorsun. yatakta, sıcak süt içiyor olman gerekirdi. ama sen ne yapıyorsun? primavera’dan yakın arkadaşlarınla gece kulübe gideceksin.
sadece bir bira içeceksin, o kadar değil mi?
ama sonrasında biraz abartacaksın. film yıldızı kartını oynayacaksın, güçlü adam kartını. ne hissettiğini dahi bilmediğin anlarda baskıyla başa çıkma yöntemin bu. sabaha karşı, kulübün dışında, birkaç polis memuru ile tartışmaya başlayacaksın.
evine git işte. yatağına gir.
ve lütfen, sana yalvarıyorum, polis arabasının lastiğine tuvaletini yapma. memurlar ve kulübün bundan keyif almayabilir ve hayatın boyunca çalıştığın her şeyi riske atmak zorunda kalabilirsin.
ortada hiçbir neden yokken kendini sürüklediğin kaoslardan birisi bu. içinde yanan ateş, seni hatalara sürükleyen cinsten. elbette takım arkadaşlarına güçlü ve özgür olduğunu kanıtlamış olduğunu sanıyorsun ancak gerçekte, bu taktığın bir maskeden ibaret.
sadece birkaç gün içinde; çok ama çok sarhoş edici ve çok ama çok tehlikeli olan üç şey ile ödüllendirileceksin.
para, ödül ve hayatının mesleği.
şimdi eminim ki bunların nesi tehlikeli olabilir diye düşünüyorsun.
işte, paradoks burada başlıyor.
kalecilerin özgüvene ihtiyaçlarının olduğu bir gerçektir. korkusuz olmak zorundadırlar. eğer bir teknik direktörden, en teknik kaleci veya en korkusuz kaleci arasında seçim yapmasını isterseniz her zaman o korkusuz olanını seçecektir.
diğer taraftansa, korkusuz insanlar beyinlerinin olduğunu rahatlıkla unuturlar. eğer nihilist bir şekilde yaşıyor ve hayatında sadece futbolu düşünüyorsan, ruhun bir yerden sonra çürümeye başlayacaktır. eninde sonunda, depresyondan dolayı yataktan çıkamaz duruma geleceksin.
istediğin gibi gülebilirsin ama bu başına gelecek. kariyerinin en tepesinde olduğun ve bir erkeğin hayattan başka hiçbir şey istemediği zamanda bunlar başına gelecek. 26 yaşına geldiğinde, juventus’un ve italya milli takımının as kalecisi olacaksın. saygı ve paran cebinde olacak. hatta insanlar sana süpermen şeklinde seslenecek.
fakat sen bir kahraman değilsin. diğer herkes gibi sıradan bir insansın. gerçek şu ki bu mesleğin baskısı, seni bir robota dönüştürebilir. rutinlerin hapse dönebilir. antrenmana gidersin, eve dönüp televizyon seyredersin, uyursun ve sonraki gün birebir aynılarını yaparsın. kazanırsın, kaybedersin ve bu durmadan tekrar eder.
bir sabah, antrenmana gitmeden önce yataktan kalkacaksın ve ayakların rahatsız edici şekilde sallanmaya başlayacak. o kadar güçsüz olmaya başlayacaksın ki araba dahi kullanamayacaksın. başlarda, sadece yorgunluk ya da bir çeşit virüs diye düşüneceksin. fakat sonrasında işler daha da kötüleşecek. tek yapmak isteyeceğin şey uzun uzun uyumak olacak. idmanda yaptığın her kurtarış, sanki dünyayı yerinden oynatıyormuşçasına zor gelmeye başlayacak. yedi ay boyunca hayattan keyif almakta çok zorlanacaksın.

bu an geldiğinde durmamız gerek.
çünkü 17 yaşında bunları okurken ne düşündüğünü biliyorum.
“bu nasıl olabilir ki? ben gayet mutlu bir insanım, doğuştan liderim. eğer juventus’un as kalecisi olacak ve milyon euro’lar kazanacaksam o zaman mutlu olurum. depresyona girmem imkânsız.”
öyleyse sana önemli bir soru sormak zorundayım. neden hayatını futbola adadın gigi, hatırlıyor musun?
ve lütfen bana thomas n’kono yüzünden olduğunu söyleme. işin derinine in. her detayı hatırlamaya çalış.
evet, 12 yaşındaydın.
italya’daki 1990 dünya kupası, evet.
kupadaki ilk maç san siro’daki arjantin-kamerun maçıydı, evet.
peki o gün neredeydin? gözlerini kapat. tek başına oturma odanızdaydın. peki her zamanki gibi arkadaşların neden yanında değildi? hatırlayamıyorsun. büyükannen mutfakta öğle yemeğini hazırlıyordu ve hava o kadar sıcaktı ki içerideki serin havayı muhafaza edebilmek için evdeki tüm pencereleri kapatmıştı. tüm oda tamamıyla karanlıktı, televizyondan gelen sarı parıltı hariç.
neler görüyorsun?
garip bir isim: kamerun.
kamerun’un nerede olduğunu bilmiyorsun. hayatının o anına kadar öyle bir yerin varlığından bile bir habersin. elbette arjantin ve maradona’yı biliyorsun ancak kamerun’daki oyuncuları farklı kılan bir şey var. yazın o kadar sıcak olmasına rağmen kalecileri uzun kollu forma giyiyor. uzun siyah eşofman ve uzun yeşil kollu, pembe yakalı bir forma. hareketleri, ayakta duruşu ve o fantastik bıyığı. kalbini tarifsiz bir şekilde büyüledi.
o, bu ana kadar gördüğün en havalı insandı.
spiker, isminin thomas n’kono olduğunu söylüyor.
sonrası ise sihir.

arjantin korner kazanıyor ve thomas kalabalığın arasından topu 30 metre ileriye yumrukluyor. bu an, hayatının sonuna kadar yapmak istediğin şeyi bulduğun andı.
sadece basit bir kaleci olmak istemiyordun.
‘bu tarz’ bir kaleci olmak istiyordun.
vahşi, cesur ve özgür bir kaleci.
maçı izlerken geçen her dakika, kendin olmaya başlıyordun. hayatının senaryosu yazılıyordu. kamerun gol atıyordu ve bu skora tutunamayacakları için öylesine geriliyordun ki ayakta bile duramamaya başlıyordun. kanepeden yere atlıyordun. ikinci yarının tamamında televizyonun etrafında gezinerek geçiriyordun. kamerun dokuz kişi kaldığında maçı izlemeyi bırak dinlemeye bile hâlin kalmıyordu.
son beş dakika, televizyonun arkasına geçip sesi kapatıyorsun.
ne olduğunu görmek için arada bir göz atıyorsun ve sonra geri televizyonun arkasına geçiyorsun.
sonunda dayanamayıp televizyona bakıyorsun ve kamerunlu oyuncuların kutlama yaptığını görüyorsun. doğruca sokağa koşuyorsun. mahallendeki diğer iki çocuk da aynı şekilde dışarıya çıkmış. herkes sokakta bağırıyor, “kamerun’u gördün mü? kamerun’u gördün mü?”
işte o gün, içinde bir alev fitillendi. kamerun artık haritada gösterebildiğin bir yer, thomas n’kono ise tanıdığın birisiydi. şimdi, buffon’u dünyaya tanıtma zamanıydı.
işte bu yüzden futbolcu olmaya karar vermiştin. ne para ne de ün yüzünden. thomas n’kono’nun tarzı ve içindeki sanat yüzünden. ruhu yüzünden.
şunu hatırlamak zorundasın: para ve ün senin için amaç değildi. eğer ruhuna yeterince iyi bakmıyorsan, eğer futbol dışında kendine ilham kaynakları aramıyorsan ruhun çürüyecek. eğer sana sadece bir tavsiye verebilme şansım olsa, hâlen gençken etrafındaki dünya hakkında daha meraklı olman olurdu. kendini korumak zorundasın özellikle de ailen için.
iyi bir kaleci olmak için yürekli olmak zorundasın, bu doğru.
fakat yürekli olmak, cahil olmak demek olmamalı gigi.
depresyonun derinliklerinde tuhaf ve güzel bir şey yaşayacaksın. bir sabah rutinini bozmaya ve kahvaltı için torino’da farklı bir restorana gitmeye karar vereceksin. böylece, şehir içinde yeni bir rota izleyecek ve bir sanat müzesi göreceksin.
müzenin dışındaki posterde chagall yazıyor olacak.
bu ismi daha önce duymuştun ama sanatı hakkında hiçbir fikrin yoktu.
yapman gerekenler var, yolda olmalısın.
sen buffon’sun. peki ya buffon kim?
sen tam olarak kimsin, biliyor musun?

bu mektubun en önemli kısmı bu. o gün, o müzeye girmelisin. hayatının en önemli günü olacak.
eğer o müzeye girmezsen ve hayatına bir futbolcu ya da süpermen olarak devam edersen, o zaman tüm duygularını mahzende saklamaya devam edeceksin ve eninde sonunda ruhun bozulacak.
fakat içeri girersen, chagall’ın yüzlerce resmini göreceksin. çoğu içinde bir şey canlandırmayacak. bazıları iyi, bazıları ilginç, bazılarıysa sana hiçbir şey söylemeyecek.
ama öyle bir resim göreceksin ki o resim seni şimşek çakmışçasına vuracak.
o resmin adı the walk.
neredeyse bir çocuğun çizebileceği bir resim. bir erkek ve bir kadın parkta piknik yapıyorlar, ama resimdeki her şey büyülü. kadın, bir melek gibi gökyüzüne yükselirken adam yerde oturuyor, kadının elini tutuyor, ve gülümüsüyor.
bir çocuğun rüyasından farksız.
bu resim, sana sanki başka bir dünyadan bir mesaj verecek. sana bir çocuğun duygularını anlatacak. sadelikteki mutluluk hissi.
thomas n’kono’nun topu 30 metre yumrukladığında yaşadığın his.
büyükannenin seni mutfaktan çağırdığında yaşadığın his.
televizyonun arkasında, dua ettiğin anlarda yaşadığın his.
yaşlandıkça, hislerimiz hakkında konuşmayı kolaylıkla unutuyoruz.
ama o ertesi gün, müzeye tekrardan geri dönmelisin. bu bir şart olmalı.
bilet gişesindeki kadın sana komik bir şekilde bakıp, “daha dün burada değil miydin?” diyecek.
önemli değil. içeriye gir. sanat, senin için en iyi tedavi olacak. zihnini açtığında, chagall’ın resminde havaya kaldırılmış o kadın gibi içindeki o ağırlıkta kaldırılacak.

bu anın içerisinde inanılmaz bir ironi var. bazen hayatın bizim için özel olarak yazıldığını düşünüyorum. açıklaması imkânsız ama birbirine bağlı bir o kadar da güzel onlarca şey yaşayabiliyoruz. bu hikâye de onlardan birisi.
çünkü sen, parma’da genç bir futbolcuyken seni cahil olarak damgalayacak bir şey yapacaksın. oldukça büyük bir maçtan önce, takım arkadaşlarına ve taraftarlarına, cesur ve ve aynı zamanda büyük bir karakter olduğunu göstermek için dev bir hareket yapacaksın.
bu yüzden maç önü tişörtlerine, küçük bir çocukken okul sıranın üzerinde oyulmuş şekilde gördüğün bir mesaj yazacaksın.
“korkaklara ölüm”.
bunun sadece motivasyon çığlığı olduğunu düşünüyor ve bunun aşırı sağcı faşistlerin sloganı olduğunu bilmiyorsun.
bu, ailenin çokça acı çekmesine neden olacak hatalardan biri. ancak bu hatalar önemlidir, çünkü size insan olduğunuzu hatırlatırlar. bu hatalar, sana tekrar tekrar, hayatta hiçbir şey bilmediğini hatırlatacaklar genç dostum. neyse ki futbol, senin özel birisi olduğunu kanıtlamak için birçok kez harika işler çıkaracak. ancak, bir barmen veya elektrikçiden farklı olmadığını, onlarla ömür boyu arkadaş olacağını asla unutmamalısın.
seni depresyondan kurtaracak şey de tam olarak bu. özel olduğunu değil, dünyadaki diğer herkesle aynı olduğunu hatırlamaktan geçiyor. bunu şimdilerde, 17 yaşındayken anlayamayabilirsin ancak sana gerçek cesaretin, zayıflıklarını gösterebilmenin ve bunlardan utanmamak olduğunun sözünü verebilirim.
yaşam denen hayat hediyesini hak ediyorsun gigi. tıpkı herkesin hak ettiği gibi. hatırla bunu.

hayat, senin şimdilerde görebilmek için oldukça genç ve saf olduğun kadar birbiriyle bağlantılı. en büyük pişmanlığım, hislerini dünyaya bu kadar geç açman. belki de seni sen yapan şeylerden birisi de bu. 41 yaşında, içindeki ateşi hâlen hissetmeye devam edeceksin. üzgünüm ki hâlen tatmin olmayacaksın. dünya kupası’nı ellerinde tuttuğunda bile tam anlamıyla rahatlamış olmayacaksın. kariyerinde gol yemediğin bir sezonu yaşayana kadar memnun olmayacaksın.
evet, belki de her zaman böyle birisi oldun.
udine’deki amcanı dağlarda ziyaret ettiğin ilk kışı hatırlıyor musun? yoksa bu, sadece yaşlı bir adamın hatırlayabildiği bir hatıra mı?
dört yaşındaydın ve gece boyunca kar yağmıştı. daha önce hayatında hiç kar görmemiştin. uyandın, pencereden dışarı baktın ve bir rüya gördün. bütün ülke beyaza dönmüştü.
pijamalarınla dışarı çıktın ve karın ne olduğunu bile anlamadın. ancak içinde hiçbir tereddüt yoktu. beyaz kar kütlelerine baktın ve ne yaptın? düşündün mü? merak ettin mi? ceketin almak için içeri koşturdun mu?
hayır, hemen karların üzerine atladın. korkusuzca.
büyükannen çığlık atıyordu, “gianluigi!!!!!!!!! hayır! hayır! hayır!”
sırılsıklam olmuştun ama mutluluktan uçuyordun.
bir hafta boyunca yüksek ateşle hasta yattın.
ama hiçbir şey umurunda değildi.
tereddütsüzce, karların tam içine.
işte bu sensin.
sen, buffon’sun.
var olduğunu tüm dünyaya göstereceksin.