• 446
    bu hikayeyi kimseye anlatmamaya yeminliydim lakin artık zamanının geldiğini düşünüyorum. uzun yazı takıntısı olanlar lütfen okumasın. ciddi okuyucuları bekliyorum. "özet geç piç" diyenlere ise tek bir lafım var. "sensin piç."

    estalf

    evet estalf. ilk bakışta anlamsız gelen hatta "bu ne amk" diye tepki gösterilen bir nick gibi dursa da aslında olayın gerçek yüzü hiç de öyle değil.

    2004 yılı güneşli bir ilkbahar akşamı okul çıkışı 4-5 bilemedin 6 arkadaş daha önce emsali görülmemiş bir haylazlık peşindeydik. okul çıkışı dememe bakmayın aslında ders henüz bitmemişti ve son ders öğretmen olmadığı için boştu. zaten olayı ürpertici hâle getiren de tam olarak bu. kim bilebilirdi ki bu boş dersin hatıralarımızda derin yaralar bırakacak bir faciaya yol açacağını. aslında bunu hissetmiştik fakat genciz bir kere kanımız kaynamıştı. şimdi olsa belki "asla yapmam" derdim fakat o anki gençliğin ve cahilliğin vermiş olduğu cesaretle arkadaşların bu korkunç teklifini kabul edip son dersin bitmesine tam 7 dakika kala okuldan kaçmıştık. gerçekten zor bir karardı. çünkü o ana kadar yani lise 2. sınıfa kadar hiç okuldan kaçmamıştım. bu karar benim için hayatımda bir dönüm noktası oldu. öyle ki o günkü kaçışın vermiş olduğu cesaretle tam bir hafta sonra yeniden okuldan kaçacak ** ve evde unuttuğum ekmek arası köfte ve ayranı babamın okula (lise) getirmesi sebebiyle babama yakalanacaktım. aslında bu da apayrı bir hikaye. belki ileride bundan da size bahsetme imkanı bulurum.
    yavaşça okulun çıkış kapısına yaklaşırken kapının açık olduğunu farkettim. bu, kaçışımızı daha da kolaylaştıracaktı. bahçenin içindeki okul servisleri yavaş yavaş öğrencilerle dolmaya başlamıştı bile. bu kadar öğrencinin içinde farkedilmemiz neredeyse imkansızdı. işler tam da istediğimiz gibi gidiyordu.

    o dönem esaretin bedeli'ni haftada 3 kez izliyor oluşumun da bu zorlu kaçış sürecinde etkili olduğuna eminim.

    ve kapının eşiğinden geçtik.

    evet dediğim gibi artık okulun soğuk, gri ** ve beton duvarlarının dışındaydık ve özgürdük. bu bir mucizeydi. insanlar başarımızı kutlarcasına yüzümüze bakıp tebessim ediyor, ağaçlar dallarıyla bize el sallıyor, çöpü karıştıran kedi bile kulaklarını dikmiş hayretle bize bakıyordu. gökyüzü daha mavi, yapraklar daha yeşil, güneş daha bir sarıydı o gün. sanırım cennette olmalıydık. her gün okula gidip gelirken gördüğüm okulun tam karşısındaki berber ders saatinde dışarıda olmanın verdiği mutluluk ve heyecanla gözüme adeta cennet bahçesinde güllerden yapılmış bir baraka, berberci ise bir huri gibi gözüküyordu.

    sırt çantamız tek omzumuzda asılı, üstteki üç düğmesi açık olan beyaz gömleklerimizin içinde renkli tişörtlerimiz, düğüm kısmı göbek deliğimizin üzerine denk gelen kravatlarımız ve ayağımızda çakma halısaha ayakkabılarımızla okuldan uzaklaşmaya başlarken az ileriki cafede oturan bir grup öğrenci gözümüze çarptı. çocuklara yaklaştıkça bir yerden tanıdık geldiklerini farkettim. tam da düşündüğüm gibiydi, bunlar bizim karşı sınıfın çocuklarıydı. okuldan kaçtığımızı farketmemeleri için çocuklarla göz göze gelmemeye çalışıyordum. sonuçta ertesi gün öğretmenlerden birine ispiyonlayıp hayatımızın kararmasına neden olabilirlerdi.

    karşı sınıfın çocukları: sizin de mi ders boştu?
    bizim çocuklar: evet, son iki ders boştu.
    karşı sınıfın çocukları: şimdi mi çıkıyosunuz olm, biz iki saattir bilardo oynuyoz. şimdi biraz atıştırdık birazdan servise binicez. (gülüşmeler)

    ben bizim çocuklara dönerek, sesim kısık bir şekilde;
    -okuldan kaçtığımızı bilseler yine böyle gülebilirler miydi acaba hehe.

    arkadaşlarımın suratıma manasızca bakmalarına anlam verememiştim. sanırım hâlâ olayın şokundaydılar. bir iki dakikalık sohbetin akabinde tekrar yola koyulmuştuk. dar, sessiz, arnavut kaldırımlı sokaklardan geçerek sonunda istediğimiz yere ulaşmıştık.

    -milenium internet c@fe-

    2000 yılından sonra açılan her internet cafe gibi buranın da adı milenium'du. ama bu diğerlerinden daha milenium'du. monitörleri düz geniş ekran, diğer cafe'lerdeki bilgisayarların işletim sistemi windows 98 iken burada windows xp vardı. tam bir teknoloji harikası.

    artık counter oynamaya hazırdık.

    t'ye basınca duvara sıkılan spreyimi turuncu kuru kafa olarak ayarladım ve her zamanki gibi teröristleri seçerek oyuna başlamıştım. fakat nickimi ayarlamayı unuttuğumu farketmemiştim ta ki sıra arkadaşım fahri bana headshot yapana kadar. benim teröristim yerde kanlar içinde kıvranırken korkuyla beklediğim soru fahri'den geldi:

    -flatse kim amına koyim?

    önce bir müddet cevap veremedim. kafamdan daha büyük kulaklıkla farkedileceğimi bildiğim hâlde başımı olabildiğince aşağıda tutmaya çalışıyordum. nasıl açıklardım bu durumu? nasıl derdim "flatse benim" diye. kakarakukara olsa bir nebze açıklayabilirdim. fucker and fuckara olsa yine öyle. bi şekilde espri olsun diye yazdığımı söyleyebilirdim.

    ama gerçekten de flatse neydi amına koyim?

    bu ismi kim bulmuştu? kim cs*'de nick olarak kullanmıştı? bu cafe'de bizden başka sadece ilkokullu ergenler takılıyordu ama hangi ergen böyle bir ismi kendine nick olarak kullanırdı? o veledi bulmaya ant içmiştim. nickimi değiştirmeden günlerce o cafe'de cs atıyordum. hep aynı bilgisayara oturuyordum ve nickin benim oynamadığım zamanlarda da hiç değişmediğini farkettim. derken yine okul çıkışında gittiğimiz bir gün bilgisayarda bir ilkokullunun oturduğunu gördüm. çocuk gerçekten de tam bir ilkokulluydu. ilkokulluluğunun hakkını veriyordu. gerek yan sandalyeye koyduğu kendinden büyük sırt çantası, gerek oyunu dili dışarıda ve ayakta oynaması, gerek yanındaki çocuğun ekranını kesmeye çalışırken bi taraftan da kafasından düşen kulaklığı tutmasıyla ortaokul ve liselilere adeta taş çıkartıyordu. flatse fikri pekâlâ bu küçük kafalıdan çıkabilirdi. arkasından sessizce yaklaştım, yandaki arkadaşının ekranını kesmeye çalışırken günlerce kendisini aramamın vermiş olduğu hırsla kafasına bi tane patlattım. kulaklığı kafasından çıkıp önündeki çocuğun kafasına düştü. çocuk neye uğradığını şaşırdı. gözleri yaşlı bir şekilde bana döndü. "flatse sen misin?" dedim. "evet" dedi. bi tane daha vurdum. ağlamaya başladı. "neden?" dedim "neden???"

    -neden flatse??!

    meğer ona da başkasından kalmış. kendisi ilkokullu olduğu için yabancı dilde bi kelime sanıp kullanmaya devam etmiş. "bundan sonra kullanmam" dedi. "hayır" dedim.

    -kullanacaksın!! kullanacağız!!! gelecek nesillere flatse'yi anlatacağız. yurdun dört bir yanında yeni flatse'ler yetişecek. onlar da yeni flatse'ler yetiştirecek!

    böyle söylemedim tabi. "la sigtir git bilmediğin şeyleri kullanma bi daha burda hayatımı sktin kaç gündür da vinci'nin şifresi gibi bunu çözmeye çalışıyorum ben it" dedim. ama ne hikmetse ne zaman bi yerde nick kullanmam gerekse "flatse"yi kullandım. istemsiz bir şekilde hayatımın bir parçası oluverdi. ta ki gs sözlük'e üye olana kadar. farkettim ki flatse nickini kullandığımdan beri hayatımda her şey ters gitti. nasıl gitmesin aq. ben de bu tersliğe ancak bir şekilde engel olurum diyerekten flatse'nin tersini nick olarak kullanmaya başladım.

    işte dostlar estalf'in hikayesi budur. biliyorum çok merak ediyordunuz. ufkunuzu iki katına çıkardığım için pişman değilim.

    sevgiyle kalın.
App Store'dan indirin Google Play'den alın