29
öncelikle victor hugo tarzı uzun betimlemelerim ve uzun tanımlamalarım olacaktır. belirtmek istedim.
1930'lu yılların başlarında süpermarketlerin king cullen aracılığıyla dünya genelinde baş göstermesi, hatta bu süpermarketlerin yavaş yavaş türkiye'ye gelmesiyle, bakkalların hicran dolu, çaresizce ve yarı çirkefçe olan; "(gbkz: oooo cevdet bey bakıyorum da süpermarketten dönüyorsunuz ellaaaaam, bizde de vardı efenim alacaklarınız)" tarzı söylemler barındırdığı çaresizliğin ana hatları olan hayatımın, hatta ve hatta 90 dakikasını sürekli önde baskıyla geçirdiğim, net 5-10 tane ceza sahasının dışından gönderdiğim topların direkten dönmesi, kaleciyle karşı karşıyayken topu direkt olarak üstüne vurduğum, bomboş kaleye artistik bir hareketle gol atacağım diye çırpınıp nice kaçırdığım pozisyonlarım, federasyonun en olmayacak hakemlerini maça atadığı, vara yoğa çalınan aleyhime olan faullerin haddi hesabının olmadığı, 90 dakikanın ardına eklenen +4'ün 3:39'unda kontradan gol yediğim, böyle bir bahtsızlık, düzenli olarak kaybettiğim bir hayatım, özeti olarak ise basit goller yedik söyleminin kol gezdiği bir hayatım. herhangi bir olayda bile, en ufak bir şeyde bile umut tedarik edemediğim, illagelleştirilmiş bir hayatım. işte bu bahtsızlık, çaresizlik, yalnızlık, basitlik ve düzenli olarak kaybettiğim hayatımın ortasına güzel bir insan yerleşti; tutunulkeyf.
önce kendisini, bir tiyatro sahnesinde gördüm. ferhan şensoy'un "parasız yaşamak pahalı" adlı oyununda "şakir" karakterini oynuyordu, gülmekten artık yanımdaki arkadaşımı yumruklattırarak. sonra dedim ki o borazan sesli dostuma "olum lağn, ben bu abiyi bir yerden tanıyorum" pek iplemedi beni. meğer aynı kahvede izliyormuşuz maçı. oyundan iki hafta sonra, yine maçtayız, devre arası oldu, o telefonda kırmızı bir ekrana bakıyor. tanımıyorum daha onu, o kadar hayran kalmışım ki, adeta enver paşa'nın alman hayranlığı gibi, gözüm onda. sonra birden arkasını dönüyor, benim ona baktığımı görüyor, selam veriyor. ne yapacağımı bilemiyorum, heyecanlanıyorum, kafamı eğiyorum ben de. sonra zaman geçiyor, ben okul tiyatrosunda icra ediyorum yapabildiğim kadarını. sonra okul tiyatrosunda bir abi, gel seni bizim tiyatroya götüreyim diyor. gidiyoruz birlikte. çalışma başlamamış, yanına götürüyorlar beni tutunulkeyf'in. beni galatasaraylı diye tanıtınca gözlerinin içi gülüyor. "(gbkz: ulan hep hayalimdi, galatasaraylı bir tiyatro ekibim olmasını istemiştim, oldu sonunda)" diyor. ben de cesaretimi toplayıp, "abi aynı yerde izliyoruz maçı" diyiveriyorum. prova bitiyor, hayran kalıyorum. çıkışta kol kanat geriyor bana, çay içiyoruz hep birlikte. yavaş yavaş ısınıyorum her şeye. maçları onların sırasında, onlarla birlikte izliyorum. hayatımın bir düzene girişi, mutluluk uzun zaman sonra yerini alıyor yüz hatlarımda. kendimi daha bir güçlü, inanmış, silik bir karakterin yavaş yavaş toplumda yer bulmaya başladığını görüyorum onun sayesinde. büyüyor muyum? bilmiyorum. 2011-2012 sezonu sampiyonluğunu ağlayarak yaşıyoruz birlikte, hatta şikecilerin arkasından koşup "koyduk mu laaaağn, koyduk mu?" diye bağırıyoruz. sonra bir gün oturuyoruz, anlatıyor bana galatasaray'ı. onu nasıl sevdiğini, yaşadığı nice güzel anıları. işte o sırada yine telefonunu çıkarıyor ve o kırmızı ekran yine geliyor. "abi bu site ne?" diyorum, "galatasaray sözlük" diyor. anlatmaya başlıyor sözlüğü, formatı, burda takıl diyor, çok iyi galatasaraylılar tanırsın, galatasaray'ı daha iyi anlarsın. evde bilgisayarım yoktu o zaman, telefonumda internette rahatça gezmek için elverişli değildi. 2012-2013 sezonunda okumaya başladım sözlüğü. ısındım baya. her günüm burda geçiyordu. burda benliğim vücut buluyordu. zaman geçti, yazar alımları açıldı diye mesaj attı ruhunuzu koyun ortaya. girdim hemen, kayıt oldum. 1 aylık gibi bir süreçte, yazarlığım onaylandı. işte böyle abilerim, ablalarım. her şeyi yine tutunulkeyf'e borçluyuz.
nize güzel insanlar tanıdım, abiler edindim. sosyal medyam adeta burası oldu. günlük hayatımın %90'ı burası oldu.
sevin burayı, değer verin. kendimi kurtlar vadisi'ndeki ömer baba gibi hissetttim ulan. neyse, hadi eyvallah.
1930'lu yılların başlarında süpermarketlerin king cullen aracılığıyla dünya genelinde baş göstermesi, hatta bu süpermarketlerin yavaş yavaş türkiye'ye gelmesiyle, bakkalların hicran dolu, çaresizce ve yarı çirkefçe olan; "(gbkz: oooo cevdet bey bakıyorum da süpermarketten dönüyorsunuz ellaaaaam, bizde de vardı efenim alacaklarınız)" tarzı söylemler barındırdığı çaresizliğin ana hatları olan hayatımın, hatta ve hatta 90 dakikasını sürekli önde baskıyla geçirdiğim, net 5-10 tane ceza sahasının dışından gönderdiğim topların direkten dönmesi, kaleciyle karşı karşıyayken topu direkt olarak üstüne vurduğum, bomboş kaleye artistik bir hareketle gol atacağım diye çırpınıp nice kaçırdığım pozisyonlarım, federasyonun en olmayacak hakemlerini maça atadığı, vara yoğa çalınan aleyhime olan faullerin haddi hesabının olmadığı, 90 dakikanın ardına eklenen +4'ün 3:39'unda kontradan gol yediğim, böyle bir bahtsızlık, düzenli olarak kaybettiğim bir hayatım, özeti olarak ise basit goller yedik söyleminin kol gezdiği bir hayatım. herhangi bir olayda bile, en ufak bir şeyde bile umut tedarik edemediğim, illagelleştirilmiş bir hayatım. işte bu bahtsızlık, çaresizlik, yalnızlık, basitlik ve düzenli olarak kaybettiğim hayatımın ortasına güzel bir insan yerleşti; tutunulkeyf.
önce kendisini, bir tiyatro sahnesinde gördüm. ferhan şensoy'un "parasız yaşamak pahalı" adlı oyununda "şakir" karakterini oynuyordu, gülmekten artık yanımdaki arkadaşımı yumruklattırarak. sonra dedim ki o borazan sesli dostuma "olum lağn, ben bu abiyi bir yerden tanıyorum" pek iplemedi beni. meğer aynı kahvede izliyormuşuz maçı. oyundan iki hafta sonra, yine maçtayız, devre arası oldu, o telefonda kırmızı bir ekrana bakıyor. tanımıyorum daha onu, o kadar hayran kalmışım ki, adeta enver paşa'nın alman hayranlığı gibi, gözüm onda. sonra birden arkasını dönüyor, benim ona baktığımı görüyor, selam veriyor. ne yapacağımı bilemiyorum, heyecanlanıyorum, kafamı eğiyorum ben de. sonra zaman geçiyor, ben okul tiyatrosunda icra ediyorum yapabildiğim kadarını. sonra okul tiyatrosunda bir abi, gel seni bizim tiyatroya götüreyim diyor. gidiyoruz birlikte. çalışma başlamamış, yanına götürüyorlar beni tutunulkeyf'in. beni galatasaraylı diye tanıtınca gözlerinin içi gülüyor. "(gbkz: ulan hep hayalimdi, galatasaraylı bir tiyatro ekibim olmasını istemiştim, oldu sonunda)" diyor. ben de cesaretimi toplayıp, "abi aynı yerde izliyoruz maçı" diyiveriyorum. prova bitiyor, hayran kalıyorum. çıkışta kol kanat geriyor bana, çay içiyoruz hep birlikte. yavaş yavaş ısınıyorum her şeye. maçları onların sırasında, onlarla birlikte izliyorum. hayatımın bir düzene girişi, mutluluk uzun zaman sonra yerini alıyor yüz hatlarımda. kendimi daha bir güçlü, inanmış, silik bir karakterin yavaş yavaş toplumda yer bulmaya başladığını görüyorum onun sayesinde. büyüyor muyum? bilmiyorum. 2011-2012 sezonu sampiyonluğunu ağlayarak yaşıyoruz birlikte, hatta şikecilerin arkasından koşup "koyduk mu laaaağn, koyduk mu?" diye bağırıyoruz. sonra bir gün oturuyoruz, anlatıyor bana galatasaray'ı. onu nasıl sevdiğini, yaşadığı nice güzel anıları. işte o sırada yine telefonunu çıkarıyor ve o kırmızı ekran yine geliyor. "abi bu site ne?" diyorum, "galatasaray sözlük" diyor. anlatmaya başlıyor sözlüğü, formatı, burda takıl diyor, çok iyi galatasaraylılar tanırsın, galatasaray'ı daha iyi anlarsın. evde bilgisayarım yoktu o zaman, telefonumda internette rahatça gezmek için elverişli değildi. 2012-2013 sezonunda okumaya başladım sözlüğü. ısındım baya. her günüm burda geçiyordu. burda benliğim vücut buluyordu. zaman geçti, yazar alımları açıldı diye mesaj attı ruhunuzu koyun ortaya. girdim hemen, kayıt oldum. 1 aylık gibi bir süreçte, yazarlığım onaylandı. işte böyle abilerim, ablalarım. her şeyi yine tutunulkeyf'e borçluyuz.
nize güzel insanlar tanıdım, abiler edindim. sosyal medyam adeta burası oldu. günlük hayatımın %90'ı burası oldu.
sevin burayı, değer verin. kendimi kurtlar vadisi'ndeki ömer baba gibi hissetttim ulan. neyse, hadi eyvallah.