bazen, birşeyin gerçekleşmesi için olduk olmadık bütün faktörler toplaşır bir araya. (bkz:
sineğin bağdattan gelmesi) lincoln'ün şu noktaya gelmesi için de herşey üstüste gelmiştir. bundan sonrası uzun olacak, maddelere ayıracağım, yazının uzunluğundan şevki kırılan arkadaşlar, maddeleri değişik zamanlarda okuyabilirler. salim kafayla, biraz rahatladıktan sonra düşüncelerim aşağıdaki şekildedir. geçmiş zamanlarda yazdıklarımın bazılarına kendim de karşı durmuş olabilirim belki. ama sakince düşündüğümde şunlar geçiyor aklımdan:
(a) herşeyden önce o'nun da bir insan olduğu hatırlatmasıyla başlayalım. kurallarla ilgili sıkıntısı olan yeryüzündeki tek insan değil. ayrıca, bazı insanların yeteneklerinin tam kapasiteyle ortaya çıkabilmesi için, standartlaşmış kalıpları kırıp, biraz dışarda seyredebilmesi gerekir. kitleleşmiş, robotlaşmış kalabalıkların arasında herhangi bir kişi iken; ufak esnekliklere büyük potansiyellerle yanıt verebilirler. yaratıcı, tekdüzelikten uzak, fevkalade anlarda fevkalade işi yapabilecek insanların jeykıll/hyde misali parametre değişimlerine ihtiyacı vardır.
bunun yansımasına bakalım; elbette kuralların esnetilmesinden kasıt bir oyuncuya; gelenekleri, usulü,adabı olan bir klüpte türlü ayrıcalıklar tanınması ya da disiplinsizliğe prim tanınması değil. lakin geleneklerin de töreye dönüşmemiş olması lazım. disiplinden kasıt; kurtlar vadisi tipi "abi" edebiyatından feyzlenen, avam bir "astığım astık, kestiğim racon" havaları da değil. takım içi disiplin kavramımız ne derece makul? dogmatik bir fanatizm midir, militarist bir hiyerarşi midir, yoksa mantıkla onaylanabilen ast-üst ilişkileri düzenlemesi midir? bunun yanıtını veremeden disiplin konusunda birisinin kellesini almaya kalkarsak, conan'dan öteye geçemeyiz.
(b) değişik görgü ve kültürlerden teşkil edilmiş bir ekipte uygulanması gereken düzenlemelerin, bazı istisnalar taşıyabilmesi, o topluluğun çöküşünü veya kimliksizliğini değil, bilakis kucaklayabilme gücünü, hatta stratejik planlama yetisinin artılarını gösterebilir. tabii burada hayati olan şart, doğru yaklaşımlar sergilemektir. şerbetin ayarını nabza bakarak verebilmektir. kısacası insan yönetme sanatı, bir topluluktaki liderlik başarısını ölçer. lincoln kaprisli adamdı da, dünya futbol tarihinde kaprisli olan tek yıldız bizim takımda mı sanki? madem bu silahın kullanma kılavuzu kripton dilinde, acaba o silahı yönlendirmesi gereken kurmay heyeti, o dili konuşabildi mi? yoksa çok daha büyük zarar veren ucuz imtiyazları yöneticilik mi sandılar?
bu noktayı da disiplinle birleştiriyorum. disiplin anlayışı ve üst kademe yöneticilik yaklaşımları... bu ikisini bir arada düşünüp de lincoln laboratuarına uygulamalı. netice alana kadar da kılıçlarımız kınında kalmalı.
(c) her sıkıştığımız anda gözlüklü acar muhabir clark kent'ten , kriptonlu süperman'a dönüşmesini istediğimiz bu adama, yeterince "benzin" verebildik mi acaba? ya da benzin veriyoruz sanıp da kok kömürünü mü dayadık maç başı 1,5 porsiyon?
içimizdeki hagi özlemini mi bastırmaya çalıştık, yoksa lincoln'ü mü sevdik? tıpkı, hayata damga vuran ve çok ama çok sevdiğimiz o kız çekip gittikten sonra; sadece kendi hayatını yaşayıp giderken karşımıza çıkan masum bir kızdan , o "gidenin" yerini doldurmasını beklemek, bunu o'nun görevi sanarak haksızlık edip, üzerine bir de hesap sorup, her ikimize de eziyet etmek, neticede iki kişinin de hayatını karartmak gibi mi oldu yaptığımız ? "hagi, hagi'dir lincoln de lincoln" mü dedik, yoksa "aynı hagi işte, oh be nihayet bulduk" mu dedik?
biz taraftarlar ne yaptık kısacası? en doğruyu ve yapılması gerekeni mi? bu sorunun yeterince düşünülmediğini hissediyorum nedense. doğruyu, mantığa ve ortadaki şartlara göre değil de, isteğimize göre biçimlendirmeye kalktığımızda bunun birtakım yan etkileri olacaktır denek üzerinde.
(d) ülkemizdeki paldır-küldür ekolünün üstesinden gelebilmek herkesin harcı değil. size yapılan her türlü ağır faullere "olur" veren hakem kadroları, ve bu katliama utanmadan "mücadele" ismi takıp da şakşaklayan bilgisiz ve amaçlı yorumculara karşı sağduyu uyuyakalmışsa "başlarım böyle aşkın ızdırabına" demeniz an meselesi olabilir. "bir sen misin perişan?" diye sorarlarsa da, ben olsam "ben benim, benim de türkan şoray kurallarım var" diye yanıt verirdim. bezdirici etkenleri de hesaba katalım baltamızı bilemeden önce.
hele bu paldır-küldür ekolünden nemalanarak puansal irtifa kazanan sivasspor gibi bir örnek gündemdeyken, ve gelecek yıllarda pek çok takım için rol-model alınacağı kesinken,
ülke futbolunu tekmelerin üzerinden aşırması gereken takım bizken; paldır-küldür ekolünün cengaverlerine; atletizmi, güreşi, tekvandoyu seçmesi gerekirken hasbelkader türk futbolunun ortasına düşmüş ön-kazmalara bakıp da, futbolun altı harfinden manzum eser çıkartabilecek ruhtaki oyunculara, "ı-ıh, olmamış" diyorsak bizde de bir hal var demektir.
kafası kopmuş tavuk gibi koşuşturan, "mücadeleci" (!), ama topun isabetle paslanması gereğinden bi-haber yeteneksiz kadrolarla, bir adet atak yapabilecek miyiz diye kıvranmalı seyirlere devam edelim. ruh dediğin belki bilekte değildir ama baldırlarda, kalflerde hiç değildir. sadece dalağı saniyede 0,5 metreküp daha fazla şişebiliyor diye aslan cimbomlu olunacaksa, eklettireyim bir yarım dalak daha, takımın vazgeçilmezi olayım ben.
demem o ki; herkes ve herşey sütten çıkmış ak kaşık ama bir tek lincoln tu-kaka ise, buyrun çekin tuğrayı fermana da, sallandıralım. bitsin gitsin bu iş, başkan da inamoto'yu geri alsın, bir tane de çakma diarra bulalım zebellah gibisinden. olalım iki kıtanın şampiyonu. çok da güzel işler bunlar.