resim
Arrigo Sacchi
Görev:Teknik Direktör
Takım:Kariyer Sonu
Yaş:78
Uyruk:İtalya
  • 2
    topu ayağında tutan hücumcuya pres yapıp diğer hücumcuları ofsayta düşüren delice bir defans organizasyonunun uygulayıcısı, hücumcu yönüyle tanınan başarılı teknik adam. 4-4-2 formasyonunda ve yaklaşık olarak 2012 galatasaray'ı sisteminde oynattığı milan'la serie-a 1987-1988 sezonu'nda şampiyonluk kazanmış, şampiyon kulüpler kupası 1988-89 sezonu'nda ise yarı finalde galatasaray'ı eleyen gheorghe hagi'li steaua bükreş'i 4-0 yenerek şampiyonluğa ulaşmıştır. şampiyon kulüpler kupası'nı 1989-1990 sezonunda da kaldıran sacchi, her iki avrupa kupası'ndan sonra avrupa süper kupası'nı da milan müzesine götürmüştür. 1990-1991 sezonunda şampiyon kulüpler kupası'ndan çeyrek finalde elenen, ligde de şampiyonluğu sampdoria'ya kaptıran sacchi sezon sonunda kulüpten milli takıma gitmek suretiyle ayrılmıştır. sacchi milan'da çalıştığı dönemde franco baresi, frank rijkaard, carlo ancelotti, marco van basten, ruud gullit, paolo maldini gibi önemli oyuncularla bir arada çalışmıştır.

    1990-1991 sezonu sonunda italya milli futbol takımı teknik direktörlüğü'ne getirilen sacchi; gianluca vialli, roberto mancini, giuseppe bergomi, walter zenga gibi genç isimleri milli takımda buluşturmuş, 1994 fifa dünya kupası'nda takımını, claudio taffarel'in kalesini korudğu brezilya'ya finalde penaltılarla yenilerek ikinciliğe ulaştırmıştır.

    milli takım kariyerinden sonra milan ve ispanya ligi denemeleri olsa da pek bir başarıya ulaşamayan sacchi 2001'de parma'yı yönettikten sonra teknik direktörlüğü bırakır, 2004-2005 sezonunda ise real madrid'de sportif direktörlük yapmıştır.

    https://www.youtube.com/watch?v=3Dnx16-tEF4 - defans taktiği
    https://www.youtube.com/watch?v=pLMlakAi4sg - milan 5-0 real madrid (1989)
    https://www.youtube.com/watch?v=XFSdNjj7-wY - milan 4-0 steaua (1989) (final)
    https://www.youtube.com/watch?v=3eCofyEB2q0 - milan 1-0 benfica (1990) (final)
    https://www.youtube.com/watch?v=8FpUaWv32Xw - 1994 dünya kupası golleri
    https://www.youtube.com/watch?v=gZo4aY4LLSs - 1994 finali

    http://i.imgur.com/wNZsWre.jpg?1 - ancelotti ile
    http://imgur.com/BK07gmH - van basten, rijkaard ve gullit ile
    http://i.imgur.com/cAihY9a.jpg - baresi ile
    http://i.imgur.com/kUxNUmM.jpg - berlusconi, üç hollandalı, baresi ve şampiyon kulüpler kupası ile
    http://i.imgur.com/FbdvqSC.jpg - milan dizilişi
  • 4
    bay hiç kimse

    21 ekim 1987... uefa kupası 2. tur ilk maçında milan, espanyol'la karşı karşıya. 1985'te, waregem maçında yaşananlardan dolayı uefa tarafından cezalandırılan milan, rakibini san siro'da değil, lecce'ye ait via del mare'de ağırlıyor. maça espanyol'dan katbekat kuvvetli bir kadroyla; galli, tassotti, bianchi, colombo, maldini, baresi, donadoni, ancelotti, van basten, gullit, virdis xi'iyle çıkan rossoneri, çok kötü bir performans sergileyerek espanyol'a 2-0 yeniliyor. maç sonunda hedefteki isim berlusconi'nin gökten zembille indirir gibi takımın başına getirdiği, futbolculuk ve hocalık kariyeri "meçhul" arrigo sacchi'den başkası değil. taraftarın maç boyu tuttuğu "vaffanculo" tezahüratlarına, berlusconi'nin "inanılmaz bir mağlubiyet (!)" demeci ve de başını efsanevi gianni brera'nın çektiği italyan spor medyasının "panettoneyi (italyan yılbaşı ekmeği) yiyemeden milan'dan kovulacak..." kehanetleri karışıyor. sahi kim bu arrgio sacchi ve daha önemlisi milan gibi başarıya aç bir devde ne işi var?

    sacchi'nin hikayesinin alışılageldik futbol adamı hikayeleriyle pek bir benzerliği yok. yoksulluğun içinde doğup da dramatik hayatını üstün futbol yetenekleriyle cennete çeviren stereotipin serüveni değil bu. 1946'da dünyaya gözlerini açtığında kendisini bir gettoda ya da favelada bulmaz mesela; babası augusto'nun günden güne büyümekte olan bir ayakkabı imalathanesi vardır. buradan başta almanya olmak üzere avrupa ülkelerine ihraç edilen ayakkabılar sayesinde küçük yaşlardan itibaren hem birçok ülke görür hem de o zamanlar çok yaygın olmayan televizyonla tanışır. vakti zamanında gallaratese'de ve spal'da top koşturan babasının futbol sevdası arrigo'ya da sirayet eder ve babasıyla birlikte maç seyretmeyi çok sever. bilhassa puskas'lı budapest honved'in oynadığı futboldan çok etkilenir. ellilerin sonunda puskas'ı da kadrosuna katan di stefano'lu real madrid yeni gözdesi olur. sürekli hücumu düşünen ve pres yapmayı seven bu takım, sacchi'nin futbol aklının temellerini atsa da onu asıl etkileyen, yetmişli yıllarda fırtına gibi esen ve futbolu kökten değiştiren rinus michels'in hollanda'sı ve ajax'ıdır.

    total futbol ekolüne olan merakını "onların sahada ne yaptıklarını anlamak ve takdir etmek için televizyon ekranı bana çok küçük geliyordu." şeklinde dile getiren sacchi'nin içindeki futbol sevgisi yetmişlerin başında ilginç bir şekilde pratiğe dökülür. ileride "hayatımı değiştiren adam" diye niteleyeceği, doğduğu kasabanın, fusignano'nun, kütüphanecisi ve yerel takımın (baracca lugo) da antrenörü olan alfredo belletti bir gün sacchi'ye "gel, sen de bizimle oyna." teklifinde bulunur çünkü takım ondan medet umacak kadar berbat haldedir. böyle diyorum çünkü sacchi'nin baracca lugo'dan evvel, daha 19'undayken pes ederek bıraktığı bir fusignano calcio macerası vardır. baracca lugo'da da değişen bir şey olmaz. defansta görev alan sacchi hem yetenek hem de fizik olarak (boyu 1.70) yetersizdir.

    https://gss.gs/pUl.jpg

    şunu da belirtmek lazım ki sacchi'nin bu baracca lugo kariyeri (!) "öylesine" başlamıştır. çünkü bu maceradan üç dört sene kadar evvel babası karaciğerinden rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığında okulu bırakıp fabrikanın başına geçmek zorunda kalmış hatta bu işte de çok başarılı olmuş, babası sağlığına kavuşana kadar fabrikayı iki kat büyütmeyi başarmıştır. bunlar yaşanırken abisi bir trafik kazasında hayatını kaybeder. bu beklenmedik trajedi, onun fabrikanın geleceğindeki yerini ve önemini perçinlemiştir. velhasıl her ne kadar çok sevse de artık futbolcu olamayacağını ve fabrikayı bırakamayacağını düşünüyordur.

    1973'e gelindiğinde kütüphaneci belletti, sacchi'den başka bir ricada daha bulunur. bu defa ondan takımın başına geçmesini ister. ama nasıl olacaktır bu iş? kalecisi 29, santrforu 32 yaşındayken kendisinin 26 yaşında olması bir yana; bu oyuncular, sacchi'nin nasıl yeteneksiz bir futbolcu olduğunu da bilmektedirler. fakat takıma da yansıttığı maddi gücü sayesinde zamanın italyan futboluna ters fikirlerine rağmen burada üç sene boyunca hocalık yapmayı başarır. o günlerden "kafası yeni fikirlerle dolu ve bunları öğretmeye bayılan biriydim sadece." diye bahseden sacchi'ye bu üç senenin sonunda bir başka amatör küme takımından, alfonsine'den teklif gelir. hem de aylık 250 bin liretlik bir teklif... alfonsine'de geçen sadece "bir" sezonun akabinde serie d takımlarından bellaria'ya oradan da cesena altyapısına kapağı atar ve burada hiç beklenmedik bir başarı kazanır: takımı, 1979-1980 italyan primavera (altyapı) ligi'nde şampiyon yapar.

    https://gss.gs/FUN.jpg

    şimdilerde italya u-16'ya teknik direktörlük yapan, doksanların parlak takımı parma'nın başarılı orta sahası daniele zoratto da o takımda oynamaktadır ve sacchi'yi şöyle anlatır: "bir teknik direktörden fazlasıydı, o bir öğretmendi. bize nerede durmamız gerektiğini, nasıl pres yapacağımızı, taktikleri, ofsaydı kısacası her şeyi öğretti. beni kariyerim boyu oynayacağım mevkiye ilk o yerleştirdi. ondan önce yardımcı forvet olarak oynuyordum ama beni orta sahaya sacchi çekti. onun kişiliği, hocalığından daha büyük bir saygıyı hak ediyor. onun saha dışındaki hareketlerini her zaman kendime örnek olarak aldım. onu ikinci babam olarak görüyorum."

    ki o genç takımdan sadece zoratto değil; sebastiano rossi, massimo agostini ve walter bianchi gibi sacchi'nin ileride de beraber çalışacağı pek çok oyuncu italyan futboluna kazandırılmış olur. sacchi, bu başarısından sonra artık bazı şeyleri daha net görmeye başlar. büyük bir hoca olabileceğini ve fikirleriyle italyan futbolunu değiştirebileceğini anlar. lakin önce ayak bağından kurtulmalıdır. karısı giovanna'yla babasını karşısını alır ve "ben bu hayatı bir defa yaşayacağım, bu yüzden sevdiğim işi yapmak istiyorum. ayakkabı işini bırakıyorum." diyerek artık sadece futbolla ilgileneceğini bildirir. oğlunun daha dört beş yaşlarındayken bile futbol oynarken çevresindeki çocuklara direktifler yağdırdığını bilen ve kendi de eski bir futbolcu olan baba sacchi, bu karara itiraz etmez. oğlunun geleceğinin futbolda olduğunu anlamıştır ve onun gibi düşünen başkaları da vardır...

    italyan futbol tarihine biraz göz atanlar, italo allodi ismini muhakkak duymuştur. angelo moratti ve helenio herrera'yla birlikte 60'ların grande inter'ini yaratan üç kişiden biri. sonra 70'lerde juventus'a bir nevi sportif direktör olarak geçip kulübün modernleşmesini ve kadronun gençleştirilmesini sağlıyor. en son 80'lerde napoli'de görev alıp kulübün altın çağını yaşamasına ön ayak oluyor. adı, italyan kulüplerinin avrupa kupalarında şike yaptığını iddia eden meşhur "golden fix" ve sonrasında "totonero" skandallarına karışsa da ikisinden de aklanmayı başarıyor. neyse...

    italo allodi, juventus ve napoli kariyerinin arasındaki bir süreçte italyan futbol federasyonu tarafından floransa'daki coverciano tesislerinin başına getirilir. normalde yaya yaya icra edebileceği bu görevin başına gelir gelmez inisiyatifler almaya başlar çünkü italyan futbolunun halinden hiç memnun değildir. özellikle de eğitimsiz teknik direktörlerden... bu yüzden coverciano'da çeşitli reformlar yapar. modern taktiklerin öğretildiği, hocalık seminerlerinin verildiği, yurt dışı eğitimlerini de içeren süper kurslar açılır. artık sırada, bu kurslara gelecek vadeden genç teknik direktörleri bulmak vardır. cesena başkanı alberto rognoni'nin de aracılığıyla, sacchi'ye ulaşır ve onu coverciano'ya davet eder. kurslara katılmaya başlayan sacchi'yi daha iyi tanıdıktan sonra çevresindekilere yeni helenio herrera'yı keşfettiğinin müjdesini verir.

    aslında bu benzetme biraz ironik. her ne kadar sonradan "tövbekar" olduğunu söylese de sacchi çocukluğunda bir inter taraftarıdır ve bunda kuşkusuz en büyük pay da helenio herrera'ya aittir. o herrera ki savunma futbolunu arşa çıkarmış hatta katenaçyoyu kendinin icat ettiğini bile ileri sürmüştür. sacchi ise özellikle michels'in hollanda'sını seyrettikten sonra savunma futbolundan nefret etmiş, hocalığı boyunca da göze hoş gelen futbolu her daim sonuçtan önde tutmuştur. yine kaderin bir cilvesi olsa gerek ki sacchi, coverciano'da katıldığı o süper kursta metotları biraz farklı da olsa kendisi gibi hücum futbolunu seven; "0-0 berabere kalacağıma 5-4 yenilmeyi tercih ederim, en azından izleyenler zevk alır." diyecek kadar çok seven çiçeği burnunda bir hocayla tanışır. o genç teknik direktör zdenek zeman'dır ve günümüzde de devam eden çok iyi bir dostluğun temelleri o kursta atılmış olur.

    cesena'daki başarısı ve aldığı antrenörlük belgesi ona yeni kapılar aralar. sıradaki durağı serie c takımlarından rimini'dir ve sacchi'nin rimini'si sezonu 5. sırada bitirir. sacchi o sezonu bu şekilde geçirirken yukarıda filler tepişmektedir. kavgalı olduğu milli takım teknik direktörü enzo beazot'un 82 dünya kupası'nı kazanması ve elinin güçlenmesiyle italo allodi'nin bileti kesilir ve o da fiorentina'da yönetici olarak göreve başlar. ilk icraatlarından biri de sacchi'yi alt yapının başına getirmek olur. cesena'daki başarısını tekrarlayamasa da takımını dünyanın en prestijli alt yaş turnuvalarından biri olan viareggio turnuvası'nda 3. yapmayı başaran fiorentina'daki sacchi'yi ileride milan'da yolunun kesişeceği sağ bek stefano carobbi şöyle anlatıyor: "öğrettiği şeyler harikaydı. bize dünya futbolunu anlatıyor ve sık sık maç videoları seyrettiriyordu. bir tanesini hiç unutmuyorum. euro 84 elemeleri sırasında napoli'de isveç'e 3-0 kaybettiğimiz maçın videosuydu. top italya'dayken bizim üç dört oyuncumuza karşı isveçlilerin nasıl 6-7 kişiyle birden saldırdığını gösterip 'bizim bu maçı kazanmamız nasıl mümkün olabilirdi ki?' diye sordu. taktiklerin üzerinde çok çalışıyorduk. ondan önce odak noktamız rakipken onun gelişiyle birlikte topa odaklanır olduk. bize 4-3-3 ile 4-4-2'nin farkını anlattı ki o zamanlar bu bir devrim niteliğindeydi."

    bu ikinci alt yapı tecrübesinde çok şey öğrenen ve öğreten sacchi'ye bir sezon önce 5. yaptığı rimini'den ikinci teklif gelir. allodi'nin de müsaadesiyle -çünkü sacchi'nin pişip fiorentina'nın başına geçmesini istemektedir- ikinci rimini macerasına atılır. bu defa elinde çok daha genç bir kadro olmasına rağmen rimini'yi 4. yapar ve kıl payı serie b'yi kaçırırlar. 39 yaşındaki genç hoca, henüz serie c'ye düşen parma'nın sportif direktörü riccardo sogliano'nun da dikkatini celbetmiştir. henüz parmalat'ın sahibi tanzi'nin eline geçip oluk oluk para akıtılmamış, kendi yağında kavrulan ernesto ceresini'nin parma'sının yeni hocası sacchi olur. (ceresini, sacchi'nin yanındaki gri takım elbiseli.)

    https://gss.gs/rqL.jpg

    serie b'den serie c'ye düşmenin de etkisiyle kadrosu iyice dağılan parma, sacchi'nin eline daha önce çalıştırdığı alt yapı takımlarını aratmayacak derecede genç bir ekip verir. misal, 20 yaşındaki bortolazzi'yle birlikte sezon sonuna doğru forvette oynamaya başlayan alessandro melli henüz 16'sındadır. gerçi bu hem sacchi'nin hem de oyuncuların yararınadır çünkü veteran futbolcular için sacchi'nin "unorthodox" futbol anlayışı ve antrenmanları hep zor gelmiştir. o zamanlar 20'li yaşlarının başında bir tıfıl olan roberto mussi, sacchi'yle ilk antrenmanını "profesyonelliğe adım attığım ilk andı." şeklinde tanımlıyor.

    85-86 sezonuna fırtına gibi girip sonradan hızı kesilse de şampiyon olup serie b'ye yükselmeyi başaran parma'nın defansif performansı dikkat çekicidir: 34 maçta sadece 14 gol yerler. işin ilginç yanı bunu yaparken güzel ve atak futboldan da ödün vermezler ve bunu italyan futbolunda alışılagelmedik bir formasyonla, 4-4-2'yle gerçekleştirirler. tek bu da değil; liberosuz bu takım, adam adama savunma yerine alan savunması yapıp, presi ve ofsayt tuzağını da etkin şekilde kullanmaktadır. bu sıra dışı futbol anlayışı ve takımın başarısı sacchi'yi şehrin sevgilisi haline getirir. o da fırsat buldukça çarşı pazar dolaşıp parmalılarla futbol konuşur, sahip olduğu futbol felsefesini anlatır.

    sacchi'nin kariyerindeki en büyük kırılma anlarının yaşandığı 86-87 sezonuna geçmeden önce italyan futbolunu sonsuza dek değiştirecek 50 yaşındaki bir iş adamından kısaca bahsetmek gerek. 1936'da bir bankacıyla ev hanımının çocuğu olarak dünyaya gelen, hukuk mezunu, gençliğinde pazarlamacılıktan şarkıcılığa kadar birçok meslekle iştigal edip müteahhitlikten voliyi vurunca medya patronluğuna ve siyasetçiliğe de soyunan bu iş adamını şu an tüm dünya yakından tanıyor: silvio berlusconi. 80'li yıllara gelindiğinde ülkenin en zengin insanlarından biri haline gelen silvio'nun canı bir futbol kulübü satın almak ister. (tabii bu "kulüp başkanlığı hevesi" göründüğü kadar masumane değildir. siyasete girmek isteyen berlusconi'nin popülariteye ihtiyacı vardır. bir nevi win-win.) ister ama gönlünde yatan bir aslan var mıdır, meçhul bir konu çünkü her ne kadar asla kabul etmese de ilk olarak inter'i satın almaya niyetlendiği ama bunu gerçekleştiremediği bir şehir efsanesi olarak söylenegelmiştir.

    berlusconi, inter tarafından reddedildi mi bilinmez ama bilinen bir gerçek vardır ki milano'nun diğer takımı milan, harap ve bitap bir haldedir. totonero skandalı sebebiyle 1980'de serie b'ye düşürülen kulüp ertesi sezon serie a'ya yükselse de 1982'de bu defa bileğinin hakkıyla (!) serie b'nin yolunu tutar. ligi şampiyon tamamlayıp serie a'ya yükselmesine yükselirler ama madden ve manen mahvolmuş haldedirler. taraftarın "köylü" diye dalga geçtiği kulüp sahibi giuseppe farina; teknik direktörlük koltuğunu 50'li yılların milan'ının meşhur gre-no-li triosunun bir üyesine, teknik direktör olarak 1979'da kulübe son şampiyonluğunu yaşatan nils liedholm'a teslim etmiş, o zamanın 2 kişilik yabancı sınırını da iki ingiliz starla, ray wilkins ve mark hateley'le doldurmuştur.

    https://gss.gs/SoW.jpg

    özellikle manchester united'dan getirilen ray wilkins büyük bir isimdir ama aynı senenin yazında (1984) serie a kulüpleri transfer rekorları kırarak iki süper starı lige kazandırınca milan'ın bu "yeniden doğuş" hamlesi gölgelenir: napoli, maradona'yı; inter, rummenige'yi transfer eder. juventus'ta platini'nin, roma'da falcao'nun, fiorentina'da socrates'in, udinese'de zico'nun oynadığından bahsetmiyorum bile. yine de bu çabalar meyvesini verir ve milan'da bir canlanma göze çarpar ama saha dışında işler hiç de iyi gitmiyordur. yönetim ne oyuncu maaşlarını ne de transfer taksitlerini ödeyebilmektedir. üstüne üstlük kulübün muhasebe kayıtlarında açıklar vardır. en basitinden kulüp borcu birkaç sene içinde açıklanamayan bir biçiminde üçe katlanmıştır. işte bu şartlar altındaki milan'la adı anılmaya başlanan berlusconi'yi taraftar bir kurtarıcı olarak görmekte hatta tribünleri "gel bizi kurtar" babından pankartlarla süslemektedir. ve 20 şubat 1986'da beklenen olay gerçekleşir: silvio berlusconi, 40 milyon liret karşılığında milan'ın 20. başkanı olur.

    son yıllarda adını bunga bunga partileri ve seks skandallarıyla duymaya alışkın olsak da berlusconi aslında çok keskin zekalı bir girişimcidir. başkan olduğu andan itibaren hiçbir zaman futbola sadece futbol gözüyle bakmaz. milan başkanı olarak yaptığı ilk basın toplantısında "milan bir futbol kulübü ama aynı zamanda bir ürün. piyasada pazarlanabilecek bir ürün." diyerek belki de günümüzde sık sık duyduğumuz "endüstriyel futbol"un temellerini atar. üstelik bu sözler sadece söylemde kalmaz. ilk milan store'u açar, meşhur forza milan dergisini çıkarır, ultra-modern bir spor laboratuvarı kurdurur, şehir konseyine san siro'nun modernleştirilmesi için baskı yapar, sahip olduğu tv kanallarını milan'ın reklamını yapmak için etkin şekilde kullanır ama bunlar onun için yeterli değildir. italyan futbolunun ihya olmasının yayın gelirleriyle gerçekleşeceğinin farkındadır. 1982'de yekûnü 3,8 milyar liret olan yayın gelirleri inanılmaz bir şekilde 1988'de 970 milyar lirete ulaşacaktır ki milan'a yaptığı yatırım kadar çığır açacak şekilde kendi kanallarına koydurttuğu ve insanları tv'ye kilitleyen maç sonu tartışma programlarının da bunda payı büyüktür.

    tüm bu girişimler taraftardaki beklentiyi arşa çıkarır. silvio da bu durumu köpürtmeyi iyi bilir hani. mesela taraftarla ilk buluşmasının gerçekleşeceği 20 temmuz 1986 günü hoparlörlerini wagner'ın die walküre'ünün inlettiği san siro'ya bir pop starı edasında helikopterle iner. o gün kendisini karşılayanlar arasında yer alan kaptan baresi'nin "o günü dün gibi hatırlıyorum. o sadece basit bir helikopter gösterisi değildi; büyük bir değişimin yaşanacağının, hiçbir şeyin bir daha asla eskisi gibi olmayacağının bir resmiydi." şeklinde tarif ettiği o ilk buluşmada 10.000 milan taraftarı stattadır ama bu sayı, berlusconi'nin kulübe getirdiği havayla ve kanallarında yaz boyu yaptığı propagandayla rekor kırarak 65.000'e ulaşacak kombine satışının yanında sadece devede kulak kalacaktır.

    https://www.dailymotion.com/video/x7zeuhv

    en son 1979'da şampiyon olan ve bunun üzerine iki defa küme düşerek rakiplerince "bilan" diye dalga geçilen kulübün üzerindeki ölü toprağını atan berlusconi, katenaçyonun bir varyantı olan "zona mista"nın hüküm sürdüğü ve bunu kullanan juventus'un epeyce de başarılı olduğu (1985 şampiyon kulüpler kupası şampiyonu) bir dönemde, çoğunluktan farklı düşünmektedir. ona göre milan gibi bir kulübün güzel futbol oynaması, sürekli atak yapması ve izleyenlere zevk vermesi en az galibiyetler kadar mühimdir. peki kulüpteki üçüncü teknik direktörlük dönemini yaşayan nils liedholm bu futbolu oynatmak için doğru kişi midir? pek de sayılmaz. "il barone" lakabıyla top koşturduğu milan'ın tarihindeki en elit ofansif oyunculardan biri olsa da hocalığında defansif futbola daha meyilli bir tutumu vardır. ayrıca kolektif futboldan çok bireysel yeteneklerin marifetine bel bağlamayı yeğler.

    ne olursa olsun berlusconi 1986-1987 sezonuna liedholm ile devam etme kararı alır ama bu karardan dolayı daha lig başlamadan nedamet getirir: barcelona'yla oynanan hazırlık maçında katalanlara 3-1 yenilirler. üstelik silvio'yla liedholm arasında sürtüşmeler de cereyan etmeye başlar. çünkü silvio tam bir kontrol manyağıdır ve taktiklere de burnunu sokmak ister. liedholm gibi belki de milan tarihinin en büyük üç beş futbolcusundan biri olan ve kulübe hem oyunculuğundan hem de hocalığında şampiyonluk getiren bir efsane elbette bu durumdan hoşnut değildir.

    dönelim sacchi'ye... parma'yı serie b'ye çıkaran genç hoca adını iyiden iyiye duyurmuştur ama acaba gerçekten gelecek vadediyor mudur yoksa şanslı bir balon mudur? ikinci seçeneğe dahil olmadığını kanıtlar bir sezon daha geçirir parma'nın başında. takımını sezon sonunda 40 puanla (2 puanlı sistem hakim) 7. yapar ki şampiyon pescara'nın 44, play-off sonucu serie a'ya yükselen cesena'nın 43 puanı vardır. parma yine ligin en az gol yiyen (26) takımıdır ve bunu yine güzel futboldan ödün vermeden kotarır. lakin sacchi asıl maharetini serie b'de değil, italya kupası'nda sergileyecektir.

    o sezon italya kupası'nda parma ve milan tam 3 defa kozlarını paylaşır. bunlardan ilki grup aşamasında gerçekleşir. 4. grupta yer alan ve liderlik mücadelesi veren iki takım 3 eylül 1986 günü san siro'da karşı karşıya gelir. parma gibi bir serie b takımına karşı ağır favori olarak sahaya çıkan milan, 9. dakikada fantolan'dan yediği golle maçı 1-0 kaybeder. berlusconi bu maçta parma'nın oynadığı futbolu çok beğenir ve sacchi'yi yakın takibe alır. televizyonculuk işleri esnasında tanıştığı ve sağ kolu yaptığı galliani'den de sacchi'yi araştırmasını ister.

    ister çünkü transferde çok büyük yatırım yapmayı hedeflediği milan arzuladığı futbolu oynamıyor, istenen sonuçları elde edemiyordur. dolayısıyla da liedholm'i takımın başından savmak istemektedir. transferde yapmak istediği büyük yatırıma gelince... gullit ve van basten'den bahsediyorum. milan'ın gullit'e olan hayranlığı joan gamper turnuvası'ndaki barcelona-psv maçında başlamıştır. donadoni'nin "barcelona'daki maça libero olarak başlayıp sağ kanada geçtikten sonra maçı ikinci forvet olarak tamamladı. her yerde oynayabilecek fiziği vardı..." şeklinde betimlediği gullit'in karşısına maç sonunda dikilen, berlusconi'nin has adamlarından ariedo braida "gel, bizde oyna..." diyerek ilk teklifi aylar önce yapmıştır aslında. van basten'i zaten anlatmaya gerek yok. önceki sezon attığı 39 golle altın ayakkabı'yı kazanan utrecht kuğusu, ajax'ta hocalığını da yapmakta olan cruyff'la mukayese edilip avrupa'nın en yetenekli forveti olarak nam salmaktadır.

    ocak 1987'de bu iki ismin milan'a transfer olacağı haberleri enikonu ayyuka çıkar. hatta iş daha da ileri gider ve milan, juventus'un da yakından ilgilendiği gullit'i sağlık kontrolünden geçirmek için milano'ya getirir. daha yaza aylar varken ve kontratının bitimine 3 yıl kalmışken milan'ın bu hamlesi psv'yi çıldırtsa da gözünü karartan berlusconi'nin dünya transfer rekorunu kırma pahasına önerdiği 18 milyon gulden (6 milyon avro) işin tatlıya bağlanmasına yeter de artar bile. gullit de yeni takımında hollanda'da kazandığının 3 mislini kazanacaktır. van basten transferiyle ilgiliyse bambaşka bir sorun vardır ki oyuncu italya'ya gelmek istemez. bu noktada da devreye berlusconi girer. yüz yüze görüşmek için yanına gittiği van basten'e kendi ifadesiyle "ikna yeteneklerinin hepsini sahaya sürerek" milan'a gelmeyi kabul ettirir.

    sezonun ikinci yarısının başlamasıyla berlusconi'yle liedholm arasındaki görüş ayrılıkları iyice belirginleşir. başkan, artık liedholm'ü kovmak için sebep aramaktadır. yerine getireceği hoca konusunda da nettir... hayır, sacchi değil; roma'yı çalıştıran sven-goran eriksson. evet, kurmaylarını toplayıp isveçli hocayla masaya bile oturur. her konuda anlaşılır ama son anda galliani'nin berlusconi'ye söylemeyi unuttuğu bir husus ortaya çıkar. eriksson'un roma'yla bir senelik daha kontratı mevcuttur. peki, bunda ne vardır? şöyle ki o zamanki roma başkanı dino viola, aynı zamanda bir senatördür ve futbol dünyasına girmekteki amacı en başından beri siyasi nüfuz kazanmak olan silvio'nun böylesi kudretli isimlerle papaz olmak gibi bir lüksü yoktur. nitekim de eriksson sevdasından vazgeçer. liedholm'ün milan'daki ömrünün kısaldığını gören medyanın da milan hocalığına bir adayı vardır elbette. yine eski bir milan futbolcusu olan ve halihazırda liedholm'ün yardımcılığını yapan fabio capello.

    https://gss.gs/yXU.jpg

    ligde iyi gitmeyen milan, italya kupası son 16 turunda grup aşamasında mağlup olduğu parma'yla eşleşir. turun san siro'daki ilk ayağı 25 şubat 1987 günü oynanır ve sonuç yine değişmez. milan'dan kiralık genç forvet bortolazzi'nin attığı golle sacchi'nin ekibi maçı 1-0 kazanır. bu sonuç liedholm'ün akıbetini etkilemez zira bileti kesileli çok olmuştur ama bir şeyin netleşmesini sağlar: milan'ın yeni hocasının kim olacağı. berlusconi, sacchi'yi arcore'deki villasına çağırır. sacchi, bu buluşmanın parma'nın yıldızları olan mussi, bianchi ya da bortolazzi'den biriyle alakadar olduğunu zanneder. sohbetin ilerlemesiyle işin aslını anlayan sacchi, berlusconi'ye "siz ya çılgınsınız ya da bir dahi!" tepkisini verir. milan'ın başına geçme teklifini ise havada kapar. "boş mukavele imzalamaya bile hazırım. hatta isterseniz sözleşmeyi sadece bir yıllığına yapalım?" diye hızını almayınca parma'dan bile daha az kazanacağı bir mukaveleye imza atar.

    21 yaşında kendine ait porsche'si olan sacchi için paranın pek bir değeri yoktur ama sınırsız imkanların emrine amade olacağı, dünyanın en büyük kulüplerinden birini yönetmek? işte ona paha biçilemez. sacchi, bu görüşmeden sonra doğruca hastanede yatan babasını ziyarete gider. "baba, sana bir şey söylemem lazım: milan'ın yeni hocası benim." şeklinde müjdesini verir. eski toprak babasının cevabı "imzayı attın mı?" şeklinde biraz ruhsuzca olsa da ertesi gün hastaneden sacchi'yi ararlar ve sorarlar "babanıza dün gece ne söylediniz? bugün sanki yeniden doğmuş gibi!"

    berlusconi'nin sacchi'yle ilgili ilk intibası ise şöyledir: "onu çok sevmiştim çünkü sorduğum sorulara tevazu ve hürmetle tam cevaplar veriyordu. o an bizim için doğru hocanın sacchi olduğunu anlamıştım. o zamanlar italya'da defansif bir futbol hakimdi ve takımların tek hücum planı kontrataklar üzerine kuruluydu. biz ise sahaya kazanmak için çıkan ama aynı zamanda eğlendiren ve bol bol gol atan bir takım istiyorduk."

    https://gss.gs/Hrw.jpg

    liedholm, parma'yla yapılacak ikinci tur maçını göremeden kovulur. "ben her alanda kazanmaya alışkınım." diyen berlusconi, kulübün yaşayan efsanesi liedholm'le ilgili tasarrufunu "sahip olduğum değerlendirme ve karar verme yeteneklerimi düşünürsek, zekamdan bahsetmiyorum bile, verdiğim kararın sebeplerinin aşikar olduğu düşünüyorum." şeklinde son derece mütevazı (!) bir biçimde savunur. liedholm'ün koltuğuna yardımcısı capello geçer ki berlusconi'nin sacchi'yle ilgili planlarından bihaber olan italyan medyası capello'nun kalıcı olacağını sanmaktadır. (bu arada parma'yla milan arasındaki ikinci maç 0-0 biter ve parma turlar.)

    sezon bittiğinde italyan futboluna ters öğretileri sebebiyle medyanın "fusignano peygamberi" lakabını taktığı sacchi, milan'ın yeni teknik direktörüdür. berlusconi'nin bu marjinal seçimi basın için bulunmaz bir haber ve eleştiri madenidir. ne doğru dürüst futbolculuk kariyeri ne de üst düzey hocalık deneyimi ve başarıları olan eski bir ayakkabıcı mı yönetecektir onca yatırımın yapıldığı, başarıya aç milan'ı? bu zayıf cv'sinden dolayı gazeteciler sacchi'ye "mister nessuno" lakabını takar: bay hiç kimse. aslında o kadar da "hiç kimse" değildir çünkü parma'yla serie c şampiyonluğuna yürürken trapattoni'yi göndermeye hazırlanan juventus'la da adı anılmıştır ama elbette bir liedholm veya -futbolculuk geçmişinden dolayı- capello tanınırlığında değildir. van basten, milano'ya indiğinde gazetecilerin sorduğu "sacchi hakkında ne düşünüyorsun?" sorusuna "onu tanımıyorum, siz tanıyor musunuz?" cevabını vermiştir mesela. özellikle futbolculuk geçmişinin olmayışı sacchi'yi eleştirilerin odak noktası haline getirir ki o da en sonunda patlayıp o meşhur analojisini kurar: "iyi bir hoca olmak için iyi bir futbolcu olmak gerekmez. ben hiçbir jokeyin önceki hayatında atlık yaptığını duymadım."

    medyanın aklını kaçırmış olmakla itham ettiği berlusconi, takdire şayan bir şekilde sacchi'nin kadro seçimine çok fazla burnunu sokmaz. "zaten doğrusu bu" diye düşünen olabilir ama televizyonda daha iyi göründüğünü düşündüğü için konçların ve şortların beyaz giyilmesini emreden, futbolcuları daha zinde tutacağını düşünüp öğünlerde bol bol meyve salatası yenmesini salık veren, ağız bakımına ve giyim kuşamına dikkat etmeyen birinin milan'da barınamayacağını ilan eden bir başkandan bahsediyoruz burada.

    sonradan o süreci "başarılı olmak isteyen kulüp, hocasını destekler ve ona arka çıkar. milan da bunu yaptı. değerli oldukları su götürmeyen ama benim için yeterince işlevsel veya profesyonel olmayan oyuncuları isteğim doğrultusunda takımdan gönderdiler." diye anlatan sacchi'nin isim vermeden kulağını çınlattığı oyunculardan biri liedholm'le birlikte roma'da çalışan, 83'te scudetto'yu kazanıp 84'te şampiyon kulüpler kupası'nı finalde kaybettikten sonra yine liedholm'le birlikte milan'a gelen ve önceki sezon takımın en çok süre alan ismi olan agostino di bartolomei'dir. ray wilkins ve mark hateley de diğer gönderilenler arasındadır ama onların durumu biraz farklı çünkü o zamanlar serie a'da 2 yabancı sınırı vardır ve van basten'le gullit takıma katılmıştır.

    iyi veya kötü anlamda söylemiyorum ama sacchi profesyonelliğe takıntılı bir adamdır. milli takımı çalıştırırken mendilinin içine vialli tarafından parmesan doldurulmasını hiç hoş karşılamayıp vialli'yi amerika 94'e götürmez örneğin (vialli de sacchi'ye kızıp finalde brezilya'yı destekler). aynı dünya kupası sürecinde baggio'yla futbol tarihinin en meşhur ihtilaflarından birinin tarafı olur. sacchi, kendi deyimiyle "güvenilir, hevesli, mükemmeliyetçi, profesyonel ve birbirini tamamlayan" futbolcuları sever. bu uğurda da birçok futbolcuyla birden fazla kulüpte çalışmıştır. mesela milan'a parma'dan roberto mussi'yi, walter bianchi'yi ve mario bortolazzi'yi getirir ki bortolazzi'ye parma'dan önce fiorentina'da, bianchi'ye parma'dan önce cesena ve rimini'de hocalık yapmıştır.

    berlusconi'nin kadro yapılanmasını sacchi'ye bıraktığından bahsetmiştim ama ikili, bir konuda anlaşmazlığa düşer: sacchi'nin sistemi için elzem gördüğü roma'dan carlo ancelotti. berlusconi bu transferi ölü yatırım olarak görür çünkü sağlık kontrolüne soktukları ancelotti'nin bacakları sakatlıklardan dolayı %80 oranında işlevini yitirmiştir. sacchi ise transfer konusunda ısrarkâr davranır ve eğer şampiyonluk istiyorsa bunun ancak ancelotti'yle gerçekleşebileceğini söyler. sonunda pes eden berlusconi transfere yeşil ışık yakar. lakin ikna olması o kadar uzun sürmüştür ki transfer tahtasının kapanmasına sadece saatler vardır. kulüp görevlileri trafiğe takılmamak için ancelotti'yi bir motosikletle ancak imzaya yetiştirebilirler.

    https://gss.gs/iy1.jpg

    nihayet sacchi ne dediyse olmuş ve gönlünce bir kadro oluşturulmuştur. artık maharetlerini sergilemesi gerekmektedir ve bunun kolay olmayacağının farkındadır çünkü artık karşısında genç ve isimsiz futbolcular yoktur. o noktada genç ve isimsiz olan kendisidir, onların karşısında gerçekten de bir "bay hiç kimse"dir. bu düşünceyi kırabilmek için karşısına aldığı futbolcularına "belki fusignano'dan gelmiş olabilirim ama bugüne kadar siz ne kazandınız ki?.." diye sorar.

    sacchi, hocalığının ilk gününden itibaren tüm takımlarına empoze ettiği ve "futbol başka türlü nasıl oynanır, bilmiyorum." diyecek kadar müptelası olduğu 4-4-2'yi milan'a da taşır. dörtlü savunmaya italya'da pek rastlanmasa da milanlı futbolculara pek yabancı bir sistem olduğu söylenemez çünkü sacchi'ninkinden farklı da olsa liedholm de dörtlü savunmayı kullanan nadir serie a hocalarından biridir. ilk sezonunda genel itibarıyla sacchi'nin ilk xi tercihi şöyledir: kalede giovanni galli; stoperde filippo galli ve kaptan baresi, sol bekte genç maldini, sağ bekte tassotti; regista rolünde oyunu çekip çevirecek ancelotti, sağ mezzala evani, sol mezzala colombo; orta sahayla forvet arasında bağlantıyı sağlayacak serbest bir rol üstlenen donadoni; santrfor van basten (sakat olduğu süreçte virdis) ve yanında yardımcı forvet gullit.

    "regista rolünde oyunu çekip çevirecek ancelotti.." dedim. aslında berlusconi'nin onu takımda istememe sebeplerinden biri de budur zira sacchi onu registaya çekene kadar ancelotti bir mezzala oyuncusudur. sacchi transferden önce bu niyetini berlusconi'ye açtığında ise "senin müziğini doğru yorumlayacak kişi o değil." karşılığını alır. ayrıca ancelotti mevki değiştirmek için biraz geç kalmışa da benziyordur çünkü 28 yaşındadır. fakat milan'a katıldıktan sonra hiç gocunmadan sacchi'yle beraber saatlerce baş başa çalışarak kendini yeni rolüne adapte etmeyi başarır.

    23 ağustos 1987 günü sacchi yönetiminde ilk maçına çıkan milan, italya kupası maçında bari'yi 5-0 yener. akabinde yine kupa'da como ve monzo maçlarını kazandıktan sonra sacchi'nin ayrılırken verdiği tavsiyeyle göreve getirilen zeman'ın parma'sına penaltılar sonucu yenilirler. serie a'ya ise pisa galibiyetiyle giriş yaparlar ama ikinci maçta italya'nın yeni yıldız adayı olarak addedilen baggio'nun top koşturduğu fiorentina'ya 2-0 kaybederler. uefa kupası ilk turunda sporting gijon'u zorlanarak eleyip ikinci turda espanyol'la eşleşirler ve olanlar olur... (bakınız ilk paragraf.)

    peki çok büyük hayal kırıklığı yaratan bu mağlubiyetin akabinde ne olur ve daha önemlisi sebebi nedir?
  • 5
    part 1: (bkz: #2982851)

    fusignano peygamberi

    "ben kazanmaya geldim... italya'da, avrupa'da ve dünyada..." diye başkanlık koltuğuna oturan berlusconi, espanyol gibi görece çok zayıf bir rakibe karşı alınan bu mağlubiyete gerçekten çok öfkelenir. rivayete göre cruyff'la takımın başına geçmesi için gizliden görüşmelere bile başlar ama bir netice alamaz. öte yandan futbolcular da sacchi'den memnun değildir çünkü göreve başlarken verdiği basın toplantısında "futbol felsefemi anlamaları için en az 150 antrenman yapmalıyız." şeklinde kulaklarını çınlattığı talebelerinin canlarına okur. baresi ve virdis ilk antrenmandan sonra bianchi'ye "bu zulme 7 yıl boyunca nasıl katlandın?" diye sorarlar. transferinden dolayı yaz boyu doğru düzgün antrenman yapamayan ancelotti ise sacchi'nin antrenmanlarını "manyaklık" olarak nitelendirir ve "ilk antrenmandan sonra acınacak haldeydim. yöntemleri çok farklı. milanello'daki antrenmanlar, normal bir antrenmandan 5 kat daha yoğun; muazzam fark var. odalarımıza giden merdivenlerden zar zor çıktık ve neredeyse ağlayacaktık. bir grup zombi gibiydik." şeklinde anlatır. 19 yaşındaki maldini bile "o kadar yoğun çalışıyorduk ki akşam eve gittiğimde tükenmiş vaziyette oluyorum. tam bir faciaydı." diye dert yanar.

    antrenman teknikleri konusunda -milan lab'da da çok emeği bulunan ve cesena'dan beri birlikte çalıştığı- fizyoterapist bruno demichelis'ten yardım alan sacchi'nin bu konudaki acımasızlığı gerçekten dillere destandır. (bunda profesyonel bir futbolculuk kariyeri olmamasından kaynaklanan empati eksikliğinin de payı olsa gerek.) onunla çalışan hemen her futbolcu, fiziksel antrenmanların yoğunluğundan söz eder. yoğunluktan şikayetçi veya hafifletilmesi konusunda ricacı olanlara karşı onun cevabı ise hep aynıdır: biz buraya eğlenmeye gelmedik. kamplar bir askeri eğitim havasında geçer: saat 6'da kalkış, kahvaltı, üç bölümden oluşan bir antrenman. bu rutinden kışın dahi vazgeçmez. bununla birlikte futbolcularına bol bol maç kaseti izletir ve bunların üzerinde saatler süren analizler yapar. masaj ve dinlenme saatlerinde de oyuncularıyla sürekli futboldan konuşur. dahası anlattıklarıyla ilgili deftere yazılmak üzere hepsine ev ödevleri verir.

    bu yıldırıcı antrenmanlardan ve sacchi'nin futbol anlayışından hiç hazzetmeyenlerin başında berlusconi'nin göz bebeği van basten gelir. hocasına karşı olan antipatisini saklama gereği dahi duymayan utrecht kuğusu, fiorentina'ya kaybettikleri ligin ikinci maçından sonra sacchi'yi basının önünde eleştirir. tabii sacchi de bunun altında kalmaz ve "madem futboldan o kadar iyi anlıyorsun gelecek maç kulübede benimle otur da bana biraz tavsiye ver." diyerek cesena maçında hollandalıya kesiği atar. (zaten 5. maçtan sonra bileğinden sakatlanıp sezonun büyük bölümünde oynayamayacaktır.) tüm bu keşmekeşin içinde berlusconi, belki biraz da politik bir davranış sergileyerek, sacchi'nin yardımına koşar. espanyol maçından sonra sacchi'nin de ricası üzerine tesislere gelip tüm takımı karşısına toplar ve "bu hocayı ben seçtim, sezon sonuna kadar burada kalacak. onunla çalışmak istemeyen varsa takımdan hemen şimdi ayrılabilir!" diyerek ültimatomunu verir.

    sacchi'ye göreyse futbolcuların kendine itimat etmediği yönündeki havadisler abartıdan ibarettir. o zor dönemden "fikirlerime ve tarzıma biraz kuşkuyla yaklaşmış olabilirler. futbolcular nereye varmak istediğimi anlayamamışlardı." şeklinde bahseden sacchi, 3 ocak 1988 günü nihayet rüşdünü ispat eder. önceki sezonun şampiyonu, careca ve maradona'lı napoli'yi konuk eden milan, muhteşem bir futbolla ve 4-1'lik skorla rakibini sahadan siler. bu galibiyetten sonra ligde kaybetmeyen kırmızı siyahlılar son 3 haftaya girilirken yine de napoli'nin arkasında ikincidirler ve sıradaki maçları napoli'yledir. maradona ve careca'nın gollerine, virdis (2) ve van basten'le cevap veren milan san paolo'dan 3-2'lik skorla ayrılır. geriye kalan iki maçı da kaybetmezler ve 1987-1988 sezonun şampiyonu sacchi'nin milan'ı olur.

    https://gss.gs/Vic.jpg

    yıllar sonra gelen bu şampiyonluğa en çok sevinen isim herhalde berlusconi'dir. amacına uygun şekilde bir anda milyonların sevgilisi olmuştur. bir milan taraftarının önünü kesip "sen mesih'sin!" şeklindeki haykırışını "hayatımda aldığım en güzel iltifattı." diye nitelendiren berlusconi, asıl başka bir milanista'dan gelen "parti kur, oy verelim!" sözlerine vurulur. serie a şampiyonluğu ona bu kadar teveccüh getirdiyse ya avrupa şampiyonluğu neler sağlamayacaktır ki? üstelik takımı daha da güçlendirmeye yönelik bir fikri vardır.

    berlusconi, 1985'te juventus'la argentinos juniors arasında oynanan kıtalararası kupa maçını seyrederken arjantin takımındaki bir futbolcuya hayran kalmıştır. bu isim maradona'nın veliahtı olarak gösterilen claudio borghi'dir. maçı kaybetmelerine rağmen borghi harbiden de efsane bir futbol oynamış ve rakibi platini'den bile "futbolun picasso'su" övgüsünü almayı başarmıştır. berlusconi, agnelli'nin de juve'ye istediği borghi'yi büyük bir şevkle milan'a transfer eder, yabancı sınırından dolayı da como'ya kiralık gönderir. lakin 1988'de serie a'daki yabancı futbolcu kısıtlaması 2'den 3'e yükseltilir ve berlusconi'nin hayalindeki van basten-gullit-borghi triosunun kurulması önünde hiçbir engel kalmaz. tabii bunu hayal ederken sacchi'yi hesaba katmamıştır.

    artık yabancı sınırlamasına takılmayan borghi, milan'ın yeni sezon hazırlıklarını sürdürdüğü yaz kampına katılır. hatta old trafford'da manchester united'la oynanan hazırlık maçında 2 gol atmayı da başarır. ne var ki acayip yetenekli olan borghi, bir o kadar da tembeldir. "futbol kafayla değil ayakla oynanır." argümanıyla kornerlerde zıplamaya tenezzül etmeyecek kadar tembeldir ki bu rahat tavırlarını sacchi'nin karşısında da sergileyince hele ki ağır bir antrenmandan sonra sacchi'ye gidip "100 metrelik sahada oynanan futbol için biz niçin kilometrelerce koşarak hazırlanıyoruz?" diye sorunca kendi sonunu hazırlar. bu lakayt tavırlar karşısında çileden çıkan sacchi, doğruca berlusconi'nin yanına gidip "bu adamı takımımda istemiyorum!" diyerek tavrını net olarak ortaya koyar. muhatabını ikna edemeyeceğini bilen berlusconi ise eli mahkum bir şekilde borghi'yi önce xamax'a kiralar, sonra da river plate'e satar.

    peki milan'ın üçüncü yabancısı kim olacaktır? sacchi'nin aklında bir isim vardır. avrupa'nın en elit forveti van basten ve 87'de ballon d'or'u kazanan gullit gibi bir başka portakal olan frank rijkaard. 1988 avrupa şampiyonası'nı kazanan hollanda kadrosunda van basten ve gullit'le birlikte parlayan rijkaard'ı mozaiğin eksik parçası olarak gören sacchi, bu isteğini berlusconi'ye bildirir ama kendi kendiyle de çelişmiş olur. şöyle ki futbolculuğuna diyecek bir şey olmayan rijkaard, ajax'ta hocası cruyff'la takışmış ve onun isteğiyle sporting lisbon'a satılmış; onlar tarafından da zaragoza'ya kiralanmıştır. borghi'yi profesyonel olmadığı için takımdan yollayıp yerine rijkaard'ı getirmek? sacchi, bu soru işaretini yok etmek için güvendiği bir adamını rijkaard'ı izlemesi için ispanya'ya yollar. 20 gün boyunca ne yiyip içtiğinden rakiplerine ve takım arkadaşlarına nasıl davrandığına kadar inceleyen sacchi'nin ajanı, olumlu raporunu italya'ya gönderdikten sonra yaklaşık 6 milyar liret ödenerek hollandalının milan'a transferi gerçekleştirilir.

    her ne kadar inter'in matthaus transferinin gölgesinde de kalsa rijkaard'ın gelişi milan kadrosunu kusursuz bir dengeye oturtacaktır ama bu öyle hemen gerçekleşmeyecektir. öncellikle sacchi'nin onu, defanstan orta sahaya, ancelotti'nin yanına çekmesi gerekecektir. bu hamle sayesinde ancelotti'nin üzerine düşen yük hafifler. rijkaard'ın pres gücü ve ileriye çıkan beklerin kademesine girmesi sayesinde ancelotti daha serbest, daha ofansif oynamaya başlar; yaratıcı yönü daha fazla öne çıkar. rijkaard'la ilgili halledilmesi gereken ikinci mevzu ise davranışlarıdır. o da hemşehrisi van basten gibi sacchi'yle sık sık bozuşur ve saatler süren brifinglerden, video analizlerden memnuniyetsizliğini dile getirmekten çekinmez ama sahaya çıktığında kendisine verilen görevi harfiyen yerine getirmeyi de ihmal etmez. özellikle pres konusunda...

    "total futbol"un sacchi varyantını hollanda ekolünden ayıran en önemli hususlardan biri prestir. "pres yapmak" elbette modern futbolun olmazsa olmazıdır ama sacchi bunu bambaşka bir yere taşır. ona göre hollanda futbolunda atletizm ön plandayken kendisi taktikselliğe daha fazla önem verir ve der ki: "pres yapmak çok koşmak veya çok çalışmakla alakalı bir şey değildir. pres yapmak, topsuz alanları kontrol altında tutmak demektir. oyuncularımdan her zaman kendilerini güçlü hissetmelerini, rakibi ise güçsüz hissettirmelerini istedim. eğer rakibe istediği oyunu oynama fırsatı verirsek öz güvenleri artacak ama onları durdurursak öz güvenlerini zedeleyecektik. işin püf noktası buydu: bizim yaptığımız pres fiziksel olduğu kadar psikolojikti de... ayrıca hep kolektifti. on bir oyuncumdan da topun bizde olmadığı anlarda rakibi etkileyecek şekilde aktif pozisyonda olmalarını isterdim. her hareketleri sinerjik ve ortak amaca yönelik olmalıydı."

    sacchi üç çeşit pres uygulatır. bunlardan birincisi kısmi prestir ki bunda amaç, topu kazanmaktan ziyade oyuncuların mevkilerini koruyarak rakibe geçiş izni vermemeleridir. ikincisi topyekun prestir ki topu geri kazanmak için kullanılır ve günümüzdeki "gegenpressing"in aynısıdır. üçüncüsü ise sahte prestir. adı üzerinde topu rakipten almaktan ziyade pozisyonunu kaybeden takım arkadaşlarının yerine dönmesini sağlarken ve rakibi ofsayda düşürürken buna başvururlar.

    rijkaard'ın gelişiyle sacchi, aklındaki asıl formasyon olan klasik 4-4-2'yi uygulamaya koyar. önceki sezon kağıt üzerinde "4-4-2 diamond" gözüken ama forvet arkasında oynayan gullit'in hücum esnasında forvete katılımıyla 4-3-3'e, savunma yaparken orta sahaya kaymasıyla da 4-4-2'ye dönen (ileride hoca olacak ancelotti bu hibrit formasyonu sık sık kullanacaktır.) formasyon; yerini çizgisel bir orta sahanın ve onun önündeki çift forvetin oynayacağı ve 4-4-2'ye bırakır. bu değişimle birlikte birden fazla mevkiyi idare ettirmek zorunda kalan donadoni, ancelotti ve gullit gibi oyuncular kendi rollerine daha iyi odaklanmaya başlar.

    https://gss.gs/zBG.jpg

    serie a'yı kazanan milan için artık hedef, en son 20 sene önce kazanılan şampiyon kulüpler kupası şampiyonluğudur. turnuvanın birinci turunda karşılaştıkları vitosha sofya'yı (günümüzdeki levski sofia) 0-2 ve 5-2'lik skorlarla geçtikten sonra kendileri için ıstıraba dönüşecek bir kura çekip kızılyıldız'la eşleşirler. stojkovic, prosinecki ve birkaç yıl sonra milan'da top koşturacak olan savicevic gibi yıldızlarla donalı kızılyıldız'la italya'da oynanan ilk maç 1-1 biter. acaba önceki sezon espanyol karşısında çuvallayan sacchi, avrupa'da yine sınıfta mı kalacaktır? marakana'da on binlerce fanatik sırp'ın önünde ancelotti ve virdis'in atılmasıyla 9 kişi kalıp savicevic'in golüyle 1-0 geriye düştüklerinde herhalde herkes öyle düşünmeye başlamıştır... fakat büyük bir mucize hem fusignano peygamberi'ni hem de milan'ı kurtaracaktır. maçın ikinci yarısında sahaya bir sis iner. altmışıncı dakikadan sonra bu sis öyle yoğunlaşır ki göz gözü görmez hale gelir ve maç ertesi gün oynanmak üzere tatil edilir. uefa günümüzde bile halen tartışılan skandal bir kararla maçın baştan oynanmasına hem de milan'ın maça ancelotti ve virdis'i oynatmamak kaydıyla 11 kişi başlamasına hükmeder. bu kararda berlusconi'nin herhangi bir dahli olmuş mudur bilinmez ama tekrarlanan maç 1-1 biter ve penaltılara gider. milan 4-2'yle turlar.

    https://gss.gs/J8o.jpg

    kızılyıldız'ı biraz mucizevi biraz şaibeli bir şekilde eleyen milan, çeyrek finalde karşılaştığı werder bremen karşısında da çok zorlanır. almanya'da zar zor elde ettikleri 0-0'lık beraberlikten sonra san siro'da van basten'in penaltı golüyle 1-0'lık galibiyeti ve turu alırlar. avrupa'da ite kaka ilerleyen milan'ın serie a'daki hali daha kötüdür: trapattoni önderliğinde önüne geleni tepeleyen matthaus'lu inter ve maradona'lı napoli'nin gerisinde kalmış, şampiyonluk ümidini çoktan yitirmiş vaziyettedirler. tüm bunların üstüne şampiyon kulüpler kupası yarın finalinde 23 yıllık kupa hasretine son vermek isteyen ve "akbaba beşlisi"ni kadrosunda barındıran real madrid'le eşleşirler. ligde, o dönemde üst üste kazandıkları 5 la liga şampiyonluğundan 4'üncüsüne koşan ve 27 maçtır yenilmeyen real, kendileri için çekilebilecek en kötü kuradır.

    ilk maç öncesi öyle bir ortam vardır ki sacchi, berlusconi'nin nefesini ensesinde hissetmektedir ve acilen işleri yoluna koyması şarttır. skora yansımasa da ispanya'da oynanan turun ilk ayağında bunu başarır da aslında... maç 1-1 bitmesine karşın milan oyun olarak real madrid'i ezmiştir. o maçta real forvetinde görev alan butragueno yıllar sonra yönetici olarak beraber çalışacağı sacchi'ye o maçla ilgili şunu anlatır: "sizin o gün bernabeu'ya gelip yaptığınızı ne oyunculuğum sırasında ne de sonrasında gördüm. beraberliği nasıl kopardık bilmiyorum. sanki 20 kişiye karşı oynayan 10 kişi gibiydik. buyo'ya (kaleci) bile pres yapıyordunuz..."

    deplasmanda elde edilen 1-1'lik beraberlik katenaçyoyla yoğrulmuş italyan futbol kültürüne göre son derece makuldür çünkü kendi evinizde koparacağınız golsüz bir beraberlik bile tur atlamanıza yetecektir. fakat o kültürle kavgalı sacchi'nin hiç de öyle bir niyeti yoktur. ikinci maç oynana kadar yani iki hafta boyunca beraberlik fikrini akıllarından silmek istediği oyuncularına "şunu kesinlikle unutmayın; kazanabilecekken kazanmazsanız yüzde doksan kaybederseniz. yani ya burada bir resital sunacağız ya da kaybedeceğiz!" şeklinde telkinde bulunur. kaptan baresi de hocasıyla aynı fikirdedir ve maçtan önce basın aracılığıyla arkadaşlarını uyarır: "yapmamız gereken en son şey 0-0'a oynamak."

    bu maçı sadece bir yarı final karşılaşması değil bir prestij meselesi olarak gören sacchi, antrenmanları o kadar ciddi yaptırır ki ikili mücadelelerden birinde evani sakatlanır. maça kanatta çıkacak olan evani'nin sakatlanması büyük bir handikap gibi gözükse de sacchi bunu fırsata çevirmeyi bilir. evani'nin yerine ilk xi çıkan donadoni'yi merkeze koyup ancelotti'yi kanada atar ki kimse böyle bir şeyi beklemiyordur. orta sahada oynayan donadoni'nin enerjikliğine ve sol tarafın emanet edildiği ancelotti-maldini ikilisinin sık sık merkeze gelmesine bir de van basten'le gullit'in sahte forvet şeklinde oynamaları eklenince milan'ın formasyonu 2-8-0'a yakınsar.

    kalabalık milan orta sahasının yaptığı delicesine pres karşısında çaresiz duruma düşen real madrid, çareyi uzun pas yapmakta bulur ama bu sefer de bambaşka bir sorunla karşılaşırlar: milan'ın defans çizgisi çok öndedir. hatta o kadar ileridedir ki milan'ın son adamı olarak görev yapan baresi'nin ayağı çoğu zaman santra çizgisine değmektedir. defans çizgisinin bu kadar ileride konuşlanması hem milan'ın pres gücünü ve baskısını arttırmaktadır hem de rakiplerin ofsayda düşmesini kolaylaştırmaktadır. zaten ofsayt tuzağını futbol tarihinde en etkili kullanan, bu taktiği arşı alaya çıkaran ekip sacchi'nin milan'ıdır. şöyle bir istatistik vereyim sadece: ispanya'da 1-1 biten maçta, milan savunması real madrid'i tam 27 kez ofsayda düşürmüştür.

    milan'ın ofsayt tuzağını bu kadar etkili kullanmasının altında birkaç faktör yatar. bunlardan birincisi kuşkusuz ki sacchi'nin adam adama savunmayı değil de alan savunmasını tercih etmesidir. aslında o zamanlar italya'da pek tercih edilmeyen bu savunma tarzını sacchi'den evvel luis vinicio, yetmişlerin ortasında napoli'de denemiş ama tutturamamış sonrasındaysa nils liedholm hem roma'da hem de milan'da tatbik etmiştir. yani sacchi gelmeden önce de milan'da alan savunması kullanılmaktaydı. gerçi sacchi kendi alan savunmasıyla selefinin kullandığının çok farklı olduğunu "benim alan savunmamda rakip hücum oyuncusu alandan alana hareket ettikçe onu marke eden savunmacı da değişir. liedholm'ün sisteminde ise alanlar karmakarışıktı ve rakip oyuncu alanını da değiştirse markajcısı aynı kalırdı." diyerek savunur. zaten sacchi'ye göre bir defans oyuncusunun odak noktası asla rakibi değil kendi takım arkadaşı olmalı, ona mukabil pozisyon almalıdır. (alan savunmasını daha iyi özümsemek ve özümsetmek için fiorentina altyapısını çalıştırırken antrenmanlara a takımdan arjantinli savunma üstadı passarella'yı davet edip işin püf noktalarını gösterttiği de vakidir.)

    elimine edilmiş libero, alan savunması ve çizgi halindeki dörtlü defans hattının bir getirisi olan ofsayt tuzağı; hata kabul etmeyen bir taktikler bütünüdür elbette. onun için de savunma oyuncularının kusursuz bir harmoniyle hareket etmesi gerekir. işte sacchi'nin o bitmek bilmez antrenmanlarının büyükçe bir bölümü, bu uyumun inşa edilmesi üzerine kuruludur. bunlardan herhalde en meşhuru da "gölge oyunu" denilen antrenmandır. oyuncularının topa odaklanmaktan arkadaşlarıyla olan koordinasyonlarını kaybettiklerini fark eden sacchi, topu antrenmandan çıkarır. sacchi'nin işaret ettiği yerdeki "hayali" bir topun etrafına kümelenen futbolcular, pozisyonlarını ve alanlarını arkadaşlarının konumlarına dikkat ederek ayarlarlar. bu hayali topla yapılan antrenmanla alakalı sacchi'nin anlattığı bir anekdot var: "maç yapacağımız günlerin sabahında özel bir çalışma yapardık. butragueno bana bununla ilgili bir şey anlatmıştı. 89'daki yarı finalden önce bizim antrenmanı izlemesi için bir scout göndermişler. olup bitenden hiçbir şey anlamayan o scout, bizim on bir as oyuncuyla topsuz ve rakipsiz bir sahada maç yaptığımızı rapor etmiş."

    tekrar, tekrar, tekrar... sacchi antrenmanlarda özellikle defans oyuncularına aynı şeyleri defaatle tekrar ettirir. maldini "çılgınca" olarak nitelediği bu metodu "...öyleydi ama şu anda bile baresi, tassotti ve costacurta'yla bir araya gelsek aynı o zamanki gibi oynayabiliriz... her şey hâlâ aklımda." diyerek başarılarının anahtarı olarak işaret ediyor. bu ekibin konuşmadan anlaşabilecek seviyeye gelmesinde hocalarının yaptırdığı yüzlerce hatta binlerce tekrarın etkisi büyüktür. sacchi'yi "zamanın çok ilerisinde düşünen bir organizasyon uzmanı" olarak tanımlayan gullit de maldini gibi bu tekrarların önemini ve takıma kazandırdıklarını vurgulamak için şöyle bir anısını anlatıyor: "antrenmanlarda bazen 11'e karşı 7 kişiden oluşan takımlarla maç yapardık. kaleci, 4 savunmacı ve 2 orta sahadan oluşan o 7 kişilik takıma hiç gol atamazdık. hatta sacchi bir gün o 2 orta saha oyuncusunu da çıkardı ve 4 savunmacıya karşı hücum etmeye başladık ama o kadar organizeydiler ki uzaktan şut çekmek dışında hiçbir şey yapamadık."

    gullit'in bahsettiği o antrenmanda biri kaleci 5 kişiye (galli, tassotti, baresi, costacurta, maldini) karşı gol atmaya çalışan 10 kişilik takım gullit, van basten, rijkaard, virdis, evani, ancelotti, colombo, donadoni, lantignotti ve mannari'den kuruludur. 15 dakika süren maçtaki tek kural "10 kişilik takım topu kaptırır veya kaybederse kendi yarı sahasının 10 metre gerisinden tekrar atak yapmaya başlar" şeklindedir. gerçekten de tek bir gol dahi atamazlar.

    saat gibi işleyen bu savunmanın beyni ise kaptan baresi'dir. 25 yaşına kadar libero oynayan baresi, dörtlü savunmayı liedholm'ün gelişiyle tanımış, beklenenden kısa sürede de bu sisteme alışmıştır. libero oynamanın da verdiği iyi bir top tekniği vardır ve geriden oyun kurmada mahir olduğu gibi sacchi'nin tam da istediği gibi hücum atraksiyonlarında sık sık yer almaktan çekinmez. konuşmayı pek sevmemesine rağmen doğuştan lider bir karakterdir ve inisiyatif almayı bilir. mesela 94 dünya kupası esnasında izinli oldukları bir günde sacchi'den takımın uyumunu arttırmak için antrenmanlara devam etmesini bizzat istemiştir.

    https://vimeo.com/464502375

    maça tekrar dönersek ilk gol ancelotti'nin füzesiyle gelir. golden sonra milan baskıyı biraz azaltsa da kontrolü elden bırakmaz. tassotti'nin ortasında rijkaard'ın kafa vuruşuyla ikiyi bulurlar. real madrid bu golden sonra saldırmak için daha fazla çabalasa da öbek halindeki kalabalık milan savunmasının mukavemetini kıramaz. bu düzen sacchi'nin takımına aşılamaya çalıştığı düşüncelerden birinin tezahürüdür: "kısa takım boyu". ona göre başarılı bir takımın olmazsa olmazı budur ve gerek dikey gerek yatay olarak birbirine en uzaktaki iki milanlının arasındaki mesafenin en fazla 25 metre olmasını ister. der ki "bu sayede çok fazla enerji harcayıp yorulmadan topa sahip olacaktık. oyuncularıma bu şekilde oynarsak kimsenin bizi yenemeyeceğini anlatırdım."

    real madrid'in ümitlerini yerle yeksan eden üçüncü gol, ikinci golün kopyası şeklinde bu defa gullit'in kafa vuruşuyla gelir. dördüncü golü atan van basten'in ise "fazla durağan" oynadığı gerekçesiyle neredeyse sacchi tarafından oyundan alınacağını, kenarda virdis'in ısınmaya başladığını gördükten sonra kendine geldiğini belirtmekte fayda var. maçın 5. ve son golü sahanın en iyilerinden birinden, donadoni'nin ayağından çıkar. milan bu golü bulduğunda dakika henüz 59'dur ama tamamen frene basarlar. (ciddi bir şekilde sakatlanan gullit'in oyundan çıkmasının da bunda payı büyük.) ne kendileri yeni gol arayışına girerler ne de madrid'in fırsat bulmasına müsaade ederler.

    skor bir yana bu maçta milan'ın oynadığı oyun, futbol literatürüne girecek kadar fütüristiktir ve günümüzde oynanan futbolun nüveleri rahatlıkla görülebilir. maçın son düdüğüyle nihayet hem skor hem de oyun olarak en fazla tatmin olan kişi herhalde berlusconi'dir. rakip mevkidaşı ramon mendoza'nın kulağına eğilip özür diledikten sonra meşhur sırıtışıyla tribünleri selamlar. madrid'i çalıştıran hollandalı hoca beenhakker, maç sonu demecinde milan'ın futbolunu "olağanüstü" diye betimler. ertesi gün marca "en üzücü gece" manşetiyle çıkarken el mundo deportivo maçı şöyle özetler: "hollanda aksanlı bir milan resitaliydi. rijkaard, gullit ve van basten'in üçü de golünü attı. madrid, milan'ın istediği gibi oynattığı bir kuklaya benziyordu."

    https://gss.gs/AFl.jpg

    milan'ın avrupa'nın en büyüğü olabilmesi için artık önünde tek bir maç vardır. yarı finalde galatasaray'ı eleyerek finale çıkan anghel iordanescu yönetimindeki steaua bucureşti'yi devirdikleri takdirde yirmi senelik hasret son bulacaktır. steaua ismen? real madrid kadar büyük görünmeyebilir ama hiç de hafife alınacak bir takım değildir. şampiyon kulüpler kupası'nı kazanalı daha iki sene olan rumen takımının kadrosunda yer alan lacatus 7, hagi ise 6 golle; krallığı önde götüren 8 gollü van basten'in hemen arkasında yer almaktadır.

    maçın oynanacağı camp nou'yu dolduran 98 bin taraftardan 80 bininin milan'ı desteklemesi steaua'nun işini ta en baştan zora sokar. baresi, o günkü milan tribününü "o kadar kalabalıklardı ki eve kupasız dönemeyeceğimizi ısınmaya çıktığımızda anlamıştık." diye anımsar. gerçi maçın başlamasıyla milan'ın lehine olan taraftar sayısındaki bu orantısızlığa ihtiyacının olmadığı gün gibi ortaya çıkar çünkü iki takım arasında korkunç bir uçurum vardır. sacchi'nin ancelotti'yi aynı real maçındaki gibi defansın önünden uzaklaştırmasını fırsat bilen iordanescu, hagi'yi o bölgeye çekip üretkenlik arasa da nafiledir. steaua henüz şut bile çekemeden milan, yirminin üzerinde gol şansı yakalamıştır bile. gullit'in (2) ve van basten'in golleriyle ilk yarıyı 3-0 önde kapatan milan, 46. dakikada van basten'in ayağından bir gol daha bulup aynı madrid maçında olduğu gibi frene basar. kısacası milan'ın rakibini parçalamasına 45 dakika yetmiştir bile. ona rağmen rumen kaleci silviu lung, yaşadıklarını "maç bittiğinde tükenmiştim. bana hayatım boyunca bu kadar çok şut çekilmemişti." ifadeleriyle anlatacaktır.

    l‘equipe maç yorumunda "bir zamanlar futbol diye bir oyun vardı... sonra milan geldi. artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak." yazar. sacchi'nin istediği de budur zaten. "insanlara doksan dakika boyunca mutluluk vermek istedim. ve bu mutluluğun safi kazanma duygusundan değil, eğlenmelerinden ve özel bir şeye tanıklık etmelerinden kaynaklanmasını amaçladım." diyen sacchi'nin ağzından finalden sonraki günün sabahı şöyledir: "daha önce hiç deneyimlemediğim bir hisle uyandım. sıra dışı ve tatlı bu hissi ağzımda hissediyordum. fark ettim ki bu hissin kaynağı, hayat boyu çalışmamın karşılığını almamdı."

    maç öncesi popülizmin dibine vurarak romanya'nın "ateist komünist"lerini yenmek için dua isteyen berlusconi, akıttığı paranın ve sacchi kumarını oynayarak aldığı riskin karşılığını ziyadesiyle elde etse de bu başarının asıl meyvesini siyasete atıldığında yiyecektir ki ta o günlerde "ideal italyan" figürü olarak popülerleşmeye başlamıştır bile. milan'ın demir perde'ye ait bir takımı finalde madara etmesi ise ekmeğine yağ sürmüştür. la repubblica'da yazan gianni mura, bu galibiyeti italyan faşizminin fikir babalarından şair gabriele d’annunzio'nun karl marx'a attığı fantezi bir dayağa benzetir.

    https://gss.gs/F0E.jpg
  • 6
    part 1: (bkz: #2982851)
    part 2: (bkz: #2989237)

    kuğu ve at kuyruğu'na karşı

    her ne kadar sezonu inter ve napoli'nin ardından üçüncü sırada tamamlasalar da özellikle real madrid maçlarındaki ve şampiyon kulüpler kupası finalindeki oyuna bakarak milan'ın sacchi dönemindeki en dominant, en parlak futbolunu 1988-1989 sezonunda oynadığı söylenebilir. bu sezon sacchi yönetimindeki milan'ın pik noktasıdır. üstelik şampiyon kulüpler kupası o sezon kazandıkları tek kupa olmaz. ilki düzenlenen ve bir önceki sezon italya kupası'nı müzesini götüren sampdoria'yla kapıştıkları italya süper kupası'nı da koleksiyona eklerler. "gli immortali" (ölümsüzler) diye anılmaları da bu sezona tekabül eder.

    yeni sezonda (1989-1990) milan'ın oyununda gözle görülür bir gerileme yaşanır. bunun birden çok nedeni olsa da gullit'in sakatlıklardan dolayı sezonun neredeyse tamamını kaçırması başı çeker. kadroda gullit'in yerine koyacak adam çoktur ama yerini dolduracak adam belki dünya üzerinde dahi yoktur. ayrıca sacchi için bir oyuncudan fazlasını ifaden eden bir isimdir: "en iyisi van basten'di ama gullit bir semboldü. harika bir futbolcu olmasının yanı sıra olağanüstü bir insandı. bana en fazla yardımcı olan oydu. sürekli savunmayı düşünen italyan oyunculara hücum fikrini aşılamamda bana çok faydası dokundu çünkü o da benim gibi düşünüyordu."

    gullit'in eksikliğine karşın 89'un aralık ayında iki büyük başarı daha elde eder milan. önceki sezonun kupa galipleri kupası'nın fatihi barcelona'yla çarpışıp uefa süper kupası'nı kazandıktan sonra higuita ve andres escobar'ı kadrosunda bulunduran atletico nacional'i yenerek kıtalararası kupa'yı italya'ya getirir. lakin 118. dakikada evani'nin golüyle galip geldikleri bu maçta akla karayı seçerler. gerçi medellin merkezli ve pablo escobar destekli nacional pek de hafife alınacak bir ekip sayılmaz. bu maçta yaşananlar sacchi için de bir ilktir: "nacional'e karşı çok zorlanmıştık çünkü ilk defa o kadar çok atak yapan bir takımla karşılaşmıştık. yani avcıyken av durumuna düşmüştük. sabırlı olmalıydık ki bu benim çok da sahip olduğum bir fazilet değildir. iyi değildik ama yine de birçok insanın maç sonunda bizi 'kötü' olarak nitelemesini kabul etmiyorum. onlar milan'ın harika bir futbol oynadığını anlayamamıştılar. o maç bir kafka romanını okumaya benziyordu: ağır ve meşakkatliydi."

    aralık ayının sonunda düzenlenen ballon d'or'a bir önceki sezon olduğu gibi yine milanlı futbolcular damga vurur. 88'de hollanda'nın kazandığı avrupa şampiyonası'nın da etkisiyle van basten liderliğindeki üç portakalın parsellediği ödül töreninde zirve bu defa şöyle şekillenir: van basten (129 oy), baresi (88 oy), rijkaard (45 oy).

    https://gss.gs/rIE.jpg

    üst üste ikinci ballon d'or'unu kazanan ve gullit'in yokluğunda iyice kıymete binen van basten'in sacchi'ye ve yöntemlerine karşı takındığı tavır, sezonun ilerlemesiyle iyiden iyiye kötüleşir. eski hocası cruyff'un barcelona'ya gelmesi için uçurduğu haberlerin bunda etkisi var mıdır bilinmez ama bu ihtimal en çok berlusconi'yi rahatsız etmiş ve van basten'den yana seçtiği tarafını iyice perçinlemiştir. van basten ve berlusconi arasındaki muhabbetin bir benzerini sacchi'yle yaşayan gullit ise hollanda basınına berlusconi'yle ilgili yaptığı "hem başkan hem de insan olarak kibirli biri..." açıklamalarıyla yönetim kanadında mimlenir.

    tüm olumsuzluklara rağmen milan o sezon her kulvarda sonuna kadar ilerler ve hepsini kazanmaya da çok yaklaşır. şampiyon kulüpler kupası'nda ilk turda helsinki'yi rahatça eleyip ikinci turda real madrid'le eşleşirler. altı ay önceki şaşaadan uzak bir şekilde san siro'da 2-0 yendikleri ispanyollara deplasmanda 1-0 kaybetseler oyun olarak üstün taraf kendileridir ve geçen sezon olduğu gibi rakiplerini ofsayda boğmayı (24) ihmal etmezler. belçika takımı mechelen'i 0-0 ve 2-0'la eleyen milan'ın yarı finaldeki rakibi bayern münih olur. italya'daki ilk maçı van basten'in penaltısıyla kazanırlar.

    serie a'da bir önceki sezon gibi erkenden havlu atmayan milan, şampiyonluk için napoli'yle mücadele etmektedir ve maradona'nın olağanüstü formu işlerini hiç de kolay kılmaz. açtıkları puan farkının, iki mechelen maçı arasında kaybettikleri juventus ve inter karşılaşmalarında erimesiyle napoli'yle burun buruna gelirler. italya kupası yarı finalinde milan'a elenen ve avrupa'ya erken havlu atan napoli'nin maç yükü milan'a göre çok azdır ve bu açıdan avantajlı olan taraftır.

    18 nisan 1990 günü, yarı finalin ikinci ayağında deplasmanda bayern'le karşılaşan milan 58'de golü yer ve maç uzar. uzatmalarda kiralık gittiği fiorentina'dan o sezon dönen rahmetli borgonovo'yla beraberliği yakalarlar. bayern ikinci golü atsa da deplasman golüyle milan finale yükselir... yükselir ama 120 dakikalık bayern maçında futbolcuların pili bitmiştir. dahası bu maçtan sadece dört gün sonra verona deplasmanına çıkmaları lazımdır ve olası bir puan kaybında averaj farkıyla önde oldukları napoli'ye liderliği ve ligin bitmesine 1 hafta kala şampiyonluğu kaybetmeleri işten bile değildir. üstelik milan bu olayın tıpkısının aynısını 17 sene önce de yaşamıştır...

    1973'te selanik'te leeds united'a karşı kupa galipleri kupası'nı kazanan milan, yorgun argın italya'ya döndüğünde son haftasına girilen serie a'da lazio ile juventus'un 1 puan önünde lider durumdadır. 20 mayıs günü deplasmanda verona'yla oynayacakları maç için federasyona erteleme talebinde bulunsalar da olumlu cevap gelmez. işin kötü tarafı verona da kümede kalma mücadelesi veriyordur ve olası bir mağlubiyette serie b'yi boylama ihtimalleri epey yüksektir. sonuçta verona bitap haldeki milan'ı 5-3 yener; juventus kazanır, lazio kaybeder ve şampiyon juventus olur. bu olay italyan futbol tarihine "la fatal verona" (ölümcül verona) olarak geçer.

    kısacası tarihin tekerrür etmesi için her şey hazırdır: hafta içi avrupa'da oynamış ve tüm enerjisini tüketmiş bir adet milan, yine küme düşmemeye oynayan bir verona, şampiyonluk için pusuda bekleyen dişli bir rakip... yani napoli. yukarıdaki paragrafların birinde puan farkının eriyip napoli'nin milan'ı yakalamasında iki mechelen maçı arasındaki juventus ve inter mağlubiyetlerinin büyük payı olduğundan bahsetmiştim ama o esnada yaşanan tarihi bir hadiseden bahsetmedim. şöyle ki ligin sondan dördüncü haftasında atalanta-napoli maçı 0-0 biter fakat maçta bir olay yaşanır: atalanta tribünlerinden atılan madeni paralardan biri (100 liret) napoli orta sahasında oynayan alemao'ya gelir. herhangi bir yaralanma yaşanmamasına rağmen oyuncuyu apar topar hastaneye kaldıran napoli, tahkime başvurur. tahkim maçı, o zamanki kurallar gereği, taraftar şiddetinden dolayı oyuncusunu kaybeden (!) napoli lehine 2-0 onaylar ve bu olay da "la monetina di alemao" (alemao'nun parası) şeklinde literatürdeki yerini alır.

    yani aslında milan'ın napoli'nin 1 puan önünde olması gerekiyorken (2 puanlık sistem var.) ve verona karşısında alacağı bir beraberlik işini görebilecekken bir anda galibiyete mahkum hale gelir. 33. dakikada marco simone'nin frikik golüyle 1-0 öne geçtikleri maça fena da başlamazlar ama dakikalar geçtikçe etkisini gösteren yorgunluk ve bu maçtaki yönetimiyle oldukça ünlenecek hakem rosario lo bello işin rengini değiştirir. milan'ın lehine iki penaltı pozisyonunu es geçen lo bello'ya tepkisini kulübeyi yumruklayarak veren sacchi, kırmızıyla tribüne gönderilir. sakatlıklardan dolayı sezon başından beri oynayamayan gullit ikinci yarı oyuna girse de çok etkisizdir ve 63'te verona'nın beraberlik golü gelir. bu gole tepki veremeyen milanlı futbolcuların laçkalaşan sinirleri 80. dakikadan sonra filmin kopmasına yol açar. önce 82'de lo bello'ya -onun iddiasına göre- tüküren rijkaard, sonra kendisine yapılan bir faul sonrası çıldırıp formasını çıkaran van basten kırmızıyla atılır. 89'da, verona'nın ikinci golünden sonra ofsaydı görmediği gerekçesiyle yardımcı hakeme küfreden costacurta da kızaran üçüncü milanlı futbolcu olarak sahayı terk eder. deplasmanda bologna'yı 4-2 yenen napoli, son haftaya milan'ın 2 puan önünde girer ve son maçta lazio'yu 1-0 yenerek tarihindeki ikinci scudetto'sunu kucaklar. velhasıl milan ikinci "fatal verona"sını yaşar. (la seconda fatal verona)

    https://www.youtube.com/...amp;feature=youtu.be

    bu maçla ilgili tartışmalar haftalarca, aylarca hatta yıllarca devam eder ama maç sonu sadece "ibret verici bir hakemlik seyrettik." demekle yetinen berlusconi, oyuncuların ve sacchi'nin bu topa girmesine izin vermez ve konuşmalarını yasaklar. olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra lo bello'ya yaşananlar sorulduğunda şunları söyler: "insanlar bir şeyi unutuyor ki o maçtan iki sezon önce milan'ın deplasmanda napoli'yi 3-2 mağlup edip şampiyonluğa yürüdüğü maçı da ben yönetmiştim. milan'ın o gün yorgun olup olmadığıyla ilgili yorum yapamam ama derin bir öfkeyle sahaya çıktıklarını söyleyebilirim. itirazları ve protestoları sıra dışıydı ve birçok hata yaptılar. hazır olmayan gullit'in oynatılması yanlıştı mesela... sacchi'yi öfkesinden ve kulübeden bana söylediklerinden dolayı attım. rijkaard, biri elime biri ayağıma olmak üzere bana iki defa tükürdü, zaten bir ay sonra da dünya kupasında völler'e tükürdü. van basten şımarıkça tişörtünü yere vurdu, costacurta ise yardımcıma 'sahtekar' dedi. kısacası milan sahaya öfke patlamasıyla çıkmıştı. maçtan sonra galliani mahcup bir şekilde takım adına benden özür diledi ama ertesi gün medyada bana saldırmaya başladılar ve bunu tam on yıl boyunca sürdürdüler. işin arkasında kimin olduğunu tahmin edersiniz..."

    çok ilginç bir detay daha. "la fatal verona"nın yaşandığı sezon (1972-1973), bitime beş hafta kala milan deplasmanda lazio'yla karşılaşır ve skandal kararlarla (lazio'ya çıkmayan kartlar, ofsayt diye iptal edilen milan golü vs.) 2-1 yenilirler. maç sonuna doğru milan'ın efsanevi playmaker'ı gianni rivera ve yine bir başka efsanesi olan hocası nereo rocco, hakeme gösterdikleri tepkiler nedeniyle kırmızı kart görürler. aslında maçı italya'nın en meşhur ve en tecrübeli hakemi yönetmiştir. tipi, jestleri, mimikleri ve şovmen kişiliğiyle ülkenin en tanınan figürlerinden bir haline gelen ve daha sonra siyasete de atılan bu hakemin adı concetto lo bello'dur... rosario lo bello'nun babası.

    https://gss.gs/S9Q.jpg

    "babamın milan'la olan geçmişi düşünüldüğünde beni verona maçına vermemeleri gerekirdi." diyen rosario lo bello'nun en azından bu konuda haklı olduğunu söylemek mümkün. ne olursa olsun milanlılar, "lo bello" isminden günümüzde bile nefret ediyor. hatta birkaç ay önce van basten'le rosario medya üzerinden atıştı. "o sezon italyan futbol sistemi şampiyonluğu bizden çalıp napoli'ye verdi. önce atalanta-napoli maçı sonra bizim verona'da yaşadıklarımız... o maçta bizim kaybetmemiz için elinden gelen her şeyi yapan lo bello tarafından tuzağa düşürüldük..." diyen hollandalıya lo bello'nun cevabı şu şekilde oldu: "herkes o sezonki atalanta-napoli maçını konuşuyor ama aynı gün oynanan ve 0-0 biten bologna-milan maçında ev sahibinin verilmeyen nizami golünden kimse bahsetmiyor... van basten'in daha sakin olması gerekirdi. 88'de milan, san paolo'da şampiyon olurken napoli taraftarı onları alkışlıyordu. bir avukat arkadaşımla görüştüm ve van basten'e dava açacağım..."

    verona'da kaçan şampiyonluktan üç gün sonra iki ayak üzerinden oynanan ve ilki torino'da 0-0 biten italya kupası finalinde juventus'u ağırlayan milan, maçı 1-0 kaybedip büyük bir hezimet daha yaşar. artık ellerinde kazanabilecekleri sadece şampiyon kulüpler kupası kalır. finaldeki rakipleri sven-göran eriksson'un çalıştırdığı benfica'dır. 23 mayıs 1990 günü oynanacak finalin italya için de büyük önemi vardır çünkü 9 mayıs'ta anderlecht'i yenen sampdoria, kupa galipleri kupası'nı; 16 mayıs'ta fiorentina'yı yenen juventus, uefa kupası'nı kazanmıştır ve milan'ın olası bir şampiyonluğuyla yapacakları üçleme italya 90 öncesi dosta güven, düşmana korku vermesi açısından elzemdir.

    viyana'daki prater stadyumu'nda oynanacak final öncesi tribünlerdeki milan taraftarında yakın zaman önce kaçırdıkları serie a şampiyonluğunun etkisi halen gözükmektedir. mesela tribünde açılan pankartlardan birinin üstünde "napoli, sen de finale çıkmak istiyor musun? o zaman bu sana 800 lirete patlayacak!" yazmaktadır ki bu nükte, atalanta-napoli maçında alemao'ya atılan 100 lirete ve şampiyon kulüpler kupası finaline çıkmak için geçilmesi gereken turlardaki 8 maça bir göndermedir. siyahın yanına maviyi yakıştıran milanolu hemşehrilerini de boş geçmezler: "barcelona'dan sonra viyana'dayız... siz ise koltuğunuzda oturmaya mahkumsunuz..."

    sacchi, bir önceki sezonun finalinde steaua'ya karşı çıktığı 11 oyuncudan 10'unu sahaya sürerek maça başlar. 89'daki kadrodan tek fark, mechelen'le oynanan çeyrek final rövanş maçında rakibine yumruk atıp 3 maç ceza alan donadoni'nin yerinde evani'nin oynuyor olmasıdır. maçın ilk yarısı sacchi'yle eriksson'un taktiksel savaşı şeklinde geçer ve 0-0 biter. ikinci yarı "o sezonki" ilk ve son avrupa maçını oynamakta olan gullit'in de gayretleriyle milan adına daha hareketli başlar ve 67. dakikada van basten'in ara pasına kaçan rijkaard golü bulur. bu golden sonra milan maçı kitler ve benfica'ya pozisyon vermeden üst üste ikinci, tarihindeki dördüncü şampiyon kulüpler kupası'nı koleksiyonuna ekler.

    maç sonu kupayı kazandıran rijkaard "hayatımın golünü attım." derken paolo maldini "babam işte şimdi benimle gurur duyabilir." açıklamasıyla babası cesare'nin kulaklarını çınlatır. berlusconi biraz sitemkâr şekilde "bu galibiyet bizim futbola olan inancımızı tekrar yeşertti!" demecini verirken sacchi, skordan bağımsız olarak oyundan memnuniyetsiz olduğunu dile getirir: "sahada sanki bir kedi fare kovalamacası vardı. oyunumuz çok parlak değildi ve bunun için özür diliyorum ama değişik durumlara uyum sağlayabilmek de olgunlaşmanın bir göstergesidir."

    https://gss.gs/VTB.jpg

    sacchi'nin oyun açısından zirvesini 1989 finali kabul edersek kariyer zirvesine de rahatlıkla 1990 finali denilebilir çünkü maalesef ki o saatten sonra fusignano peygamberi'nin yüzü kolay kolay gülmez. işlerin sarpa sarmaya başlayacağı 1991 ocak ayına gelinmeden evvel sampdoria'yı devirip uefa süper kupası'nı, olimpia'yı ezip kıtalararası kupa'yı kazanan sacchi ve milan için her şey güllük gülistanlık başlamıştır halbuki... yeni yılla birlikteyse sacchi'yle van basten arasındaki anlaşmazlıklar had safhaya çıkar.

    en başından beri birbirini sevmeyen ikilinin kanlı bıçaklı hale gelmesi, kadere bak ki, 20 ocak 1991'de 2-0 kaybettikleri parma deplasmanında gerçekleşir. 68'inci dakikada oyundan alınan van basten, sacchi'ye "hepimiz kötüydük, neden beni değiştirdin?" diye sorunca "doğru ama diğerleri en azından koşuyordu." cevabını alır. bunun üzerine kendine gelebilmek için hocasından on beş günlük izin ister. izninin üçüncü gününde sacchi'ye kendine geldiğini ve oynamak istediğini bildirir. sacchi ise bunu reddeder: "daha on beş gün dolmadı."

    sacchi bu sözleri söylerken blöf yapmamıştır ve bu on beş günlük süreçteki ilk maçta, pisa'ya karşı van basten'i kadroya dahi almaz. milan maçı 1-0 alır ama sacchi'nin dünyanın en iyi santrforunu kesmesinin yankıları skoru gölgeler. hadisenin üstüne pirana sürüsü gibi üşüşen medya karşısına çıkan berlusconi ikilinin arasında sorun olmadığını "hocamız neyin yanlış gittiğini anlamak için bir deney yaptı." sözleriyle açıklamak istese de sacchi'ye akıl vermekten de kendini alamaz: "bence massaro'yu en uca koyup van basten'i ikinci forvet olarak oynatmalıyız..."

    başkanın desteğini ardına alan van basten, sacchi'nin karşısına çıkıp genoa maçında sahada olmak istediğini dile getirse de yine reddedilir. maç 0-0 biter. on beş günlük sürecin ardından sacchi, van basten'i tekrar oynatmaya başlar ama işler rayına bir daha girmez çünkü takımda gruplaşma başlamıştır ve milan artık "takım" gibi oynamamaktadır. oyun olarak en büyük düşüşün görüldüğü van basten ve rijkaard ikilisi sacchi'ye karşı cephe alırken baresi'yle ancelotti'nin başını çektiği italyanların tavırları sacchi'den yanadır. yönetimde bile bölünme vardır: berlusconi ve kurmayları van bastenciyken, galliani sacchi'ye arka çıkar.

    van basten'e göre kötü oynamasının sebebi yeterince destek alamamasıdır ve sacchi'nin taktiklerinde değişiklik yapmasının gerekli olduğunu düşünür. sacchi ise bu konuda burnundan kıl kopartmayan bir hocadır ve bildiğini okumaya devam eder. van basten'e karşı sert tutumunun oyuncunun performansını etkileyip etkilemeyeceği sorulduğunda o kadar çok para kazanan bir profesyonelin sahada duygularıyla hareket etmemesi gerektiğini söyler.

    mart ayına gelindiğinde berbat skorlar üst üste gelmeye başlar. önce şampiyon kulüpler kupası çeyrek finalinin ilk ayağında san siro'da marsilya'yla 1-1 berabere kalırlar. akabinde şampiyonluk için çekiştikleri sampdoria'ya 2-0 kaybederler. tüm bunların üzerine tuz biber eken roma beraberliğinin ve atalanta mağlubiyetinin ardından iki yıldır kazandıkları şampiyon kulüpler kupası'ndan elenmeleri son darbeyi vurur ki onun hikayesi de ilginç. fransa'daki rövanşta marsilya 1-0 öndeyken ve maçın bitmesine 2 dakika kala veledrom'un ışıkları gider. 15 dakika aradan sonra ışık sorunu çözülür ama soyunma odasına giden milan, sahaya çıkmayı reddeder. galliani "verilen aranın oyuncularının ruh halini etkilediğini" söyleyerek kararını gerekçelendirmeye çalışsa da uefa maçı marsilya lehine 3-0 onaylar ve milan'ı da gelecek sezon için avrupa kupalarından men eder.

    her şeyin kazanıldığı üç senenin ardından artık milan'da bir şeylerin değişmesi şarttır. bunun için de ya sacchi'nin ya da van basten'in takımdan gönderilmesinden başka bir çare yoktur... fakat bu, berlusconi için büyük bir çıkmazdır çünkü her iki ismin de havada karada kapılacağından şüphe yoktur ve olur da juventus'a veya inter'e giderlerse bunun milan taraftarına izah edilemeyeceğinin farkındadır. marsilya mağlubiyetinden sonra berlusconi'yle sacchi arasındaki uzun görüşmelerin esbabımucibesi budur. sacchi yerine van basten'i seçen berlusconi, ayrılığı olabildiğince zararsız atlatmak için çıkar yol aramaktadır ve ayrılığın açıklamasını da kendi yapmak istemez.

    öyle ki 28 mart'ta "sacchi seneye de milan'da. onunla bir senelik daha kontratımız var." diyen, "van basten'le aralarında geçen şeyler ufak tefek sıkıntılar... sacchi'nin tek bir problemi var, o da benim gibi kel olması." şeklinde espriler patlatan berlusconi'nin bu açıklamalarından yirmi dört saat sonra sacchi gelecek sezon milan'ı çalıştırmayacağını medyaya duyurur. "imza attığım gün galliani'ye 45'ime geldiğimde milan'ı bırakacağımı söylemiştim, 45'inci doğum günüme üç gün var. berlusconi'ye gidip seneye burada olmayacağımı söyledim. benden genel menajer olarak kalmamı istedi ama kabul etmedim. benfica'yla oynadığımız finalden beri böyle bir niyetim vardı."

    real madrid başkanı mendoza'nın uzun uğraşlarına rağmen sacchi kariyerine italya'da devam edeceğini açıklar. bundaki kastının ise italya milli takımı olduğu aşikardır. bunu onun kadar çok isteyen iki kişi daha vardır: onun italya'da başka bir takıma gitmesinden aklı çıkan berlusconi ve zamanın federasyon başkanı antonio matarrese. azzurri'nin başındaki azeglio vicini'nin önceki sene ev sahipliğini yaptıkları dünya kupasındaki performansından memnun olmayan matarrese, mayıs gibi ağzındaki baklayı çıkardığında herkes derin bir nefes alır. euro 92 elemelerinde tökezleyip azzurri'nin şampiyonayı kaçırmasına sebebiyet vererek kendi ipini çeken vicini hariç elbette...

    0-0' biten bir parma maçıyla sezonu tamamlayan milan, sacchi'nin sonradan ikisiyle de papaz olacağı mancini-vialli ikilisinin taşıdığı sampdoria'nın 5 puan arkasında ikinci olur. büyük bir kaosu en hafif hasarla atlatan berlusconi, "milli takımdan sonra isterse tekrar bize gelebilir." diye açık kapı bırakarak yollarını ayırdığı sacchi'nin yerini 1987'de şans vermediği capello'yla doldurur. büyük bir hayalini gerçekleştirdiğini belirten sacchi ise resmen milli takımın başına geçer.

    sacchi, milan'dan kendi isteğiyle mi ayrıldı yoksa berlusconi tarafından mı el çektirildi, bilmek veya karar vermek güç ama o sezon neden başarısız olduğu sorulduğunda bunu futbolcuların başarıya doymasına bağlar ve "aç bir insanla yıllardır hiçbir şey yememiş bir insanın önüne konan yemeğe karşı davranışı bir olmaz." misalini verir. 1987'deki yıllardır kupaya hasret ve her yönden bitik durumdaki milan'la 1991'deki içeride dışarıda alınabilecek hemen her kupayı kazanmış ve daha mühimi futbolu bambaşka bir seviyeye taşımış milan'ın aynı olmadığı kesin.

    sacchi'nin takımdan ayrılmasında büyük dahli olan van basten'le arasındaki ilişki yıllardır konuşulan bir mevzudur. o, her ne kadar hollandalının en sert eleştirilerini bile "o daha çocuk... bugün böyle der, yarın şöyle..." şeklinde göğsünde yumuşatıp karşılık vermemiş, üstüne de öğrencisinden hep övgüyle bahsetmiş olsa da van basten'in eski hocasıyla ilgili söylemleri hâlâ zehir zemberek. peki bu kan davası niçin ve nasıl başlamış? burada ikilinin, belki kuşak belki de kültür farkından kaynaklı, hayata ve futbola karşı geliştirdikleri birbirine zıt bakış açıları ön plana çıkar.

    misalen aralarındaki ilk kıvılcımlanmalardan biri... sacchi kafayı fena halde futbolla bozmuş bir adam. bunun bir meyvesi olarak da sabah ya da akşam, antrenman veya mola dinlemeden talebelerine fikirlerini empoze etmeye çalışmıştır. antrenörlüğü altında çalışan hangi futbolcunun röportajını okusanız bunu rahatlıkla görebilirsiniz; masaj seansında da duş alırken de bize sürekli öğütler verirdi, derler. sacchi günlerden bir gün yemeğini yiyen van basten'in yanına gidip ona da "şöyle yap, böyle et" kabilinden konuşmaya başlayınca van basten dayanamayıp "yemeğimi yiyorken benimle konuşma!" diye şarlayıp masaya yumruğunu vurur. van basten'in bu resti çekebilmesinde isminin gücü ve başkanın desteğinin arkasında olduğunu bilmesi elbette önemli ama burada daha özgür ve bohem bir kültürde yetişmesinin payı da büyük ki sacchi'ye karşı benzer başkaldırıları rijkaard da sergilemiştir.

    ikilinin yıldızının barışmamasında büyük pay sahibi olan "basın demeç"lerinde de bu kültür farkının etkisi görülebilir. van basten'in maç sonu gazetecilere çok rahat ve umarsızca konuştuğunu gören sacchi, oyuncusunu "burası hollanda değil, burada abartmayı severler, dikkatli konuş..." şeklinde birçok kereler uyarsa da kâr etmez ve iş, sonunda van basten'in yedeğe çekilmesine kadar gider. pek tabii sadece bunun için yedek oturtulmamıştır. oyuncularının mevkisiz olmasını ve herkesin birbirine yardım etmesini talep eden sacchi, yeterince koşmadığını düşündüğü maçlarda van basten'in gözünün yaşına hiç bakmamıştır. bilhassa son sezonunda bu durum artık bir krize dönüşmüş ve sacchi'nin ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. (sacchi'nin halefi capello'nun göreve geldikten sonraki en büyük icraatı, forvetlerin "defansif ödevlerini" azaltmak olmuştur. bundan mıdır yoksa kafasının rahatlamasından mıdır bilinmez ama capello yönetimindeki van basten sağlığı el verdiği müddetçe çok iyi performans sergilemiş, gol vuruşlarındaki ve top kontrolündeki zarafeti sebebiyle kimilerince "futbolun nijinsky'si" diye anılan utrecht kuğusu, 3'üncü ballon d'or'unu bu dönemde -1992'de- kazanmıştır.)

    ne var ki sacchi'nin milan'dan ayrılışı ikili arasındaki mevzunun sona ermesini sağlamaz, bilakis şiddetini arttırır. hollandalı 1993'te verdiği bir röportajında "onun takımdan ayrıldığı gün sadece ben değil herkes mutluydu. ona her zaman karşı çıkan tek kişi bendim. o tam bir tirandı ve herkesin beynini futbolla yıkamak istiyordu." demiştir. buna mukabil sacchi, eski oyuncusundan müspet ifadelerle bahseder: "o, bana göre hâlâ gelmiş geçmiş en iyi forvet. takımı için onun kadar çok çalışan bir başkası yoktur. onun başarılarıyla hep gurur duydum ve başarılı olmamızda çok büyük etkisi vardı..."

    yıllar sonra teknik direktör olan van basten'le arasında geçen bir diyaloğu şöyle anlatır sacchi: "van basten bana sık sık 'neden sadece kazanmamız yetiyorken bunu aynı zamanda ikna edici şekilde yapmamız gerekiyor ki?' şeklinde sorular sorardı. ayrıca çok çalıştığımızdan ve hiç eğlenmediğimizden yakınırdı. bense ona 'bak, sen zeki bir çocuksun. eğlenmek için başka yollar aramalısın. biz burada kendimiz için değil, seyircilerin eğlenmesi için çalışıyoruz.' derdim. fedakarlık etmeden amaca ulaşılmayacağını hiç anlamazdı. olağanüstü bir oyuncuydu ama onu idare etmek de bir o kadar zordu. uzun zaman sonra onunla tekrar karşılaştığımızda world soccer'ın milan'ı tüm zamanların en iyi takımı olarak seçtiğini ona hatırlatarak 'sadece kazanmanın neden yeterli olmadığını şimdi anlıyor musun?' diye sordum. 'anlıyorum. ayrıca artık bir teknik direktör olarak sana ne kadar çok problem yarattığımı da anlıyorum.' diye karşılık verdi. ben de 'eğer senin suyuna gitseydim o problemlerin çoğunu çözemezdik.' dedim."

    neredeyse otuz senenin ardından artık küllenen ateşi alevlendiren 2020 şubat'taki röportajıyla yine utrecht kuğusu oldu. "birbirimize karşı asla kişisel bir hissimiz oluşmadı. bana, hiç dürüst bir insan izlenimi vermedi. hep zikzak yapardı. çalışmamızdan memnun olmadığında en genç ve tecrübesiz olanı dışarı alırdı." diye girip "onu oraya oyuncuları getirdi. o milan olağanüstü bir takımdı. ona gelince... gazetecileri arkadaş edinip kendini büyük bir mucit olarak lanse etmekte üstüne yoktu. o hiçbir şeyi icat etmedi, devrimci ya da ofansif değildi. bizi başarıya olağanüstü defans hattımız ulaştırdı." diye devam ettiği röportajını şöyle bir anısıyla bitirdi: "bir gün soyunma odasındayken onun suratına 'senin sayende değil sana rağmen kazanıyoruz.' demiştim. o kadar kötü olmuştu ki tek kelime bile etmeden odadan çıkıp gitti. onu çok üzdüğümü ve onun bunu hak etmediğini düşündüm. uzun zaman oldu ama yaptığımdan hâlâ pişmanım. kişisel olarak onunla bir sorunum yoktu, onu sevgiyle yad ediyorum."

    bu sansasyonel açıklamalardan sonra sacchi de dayanamayıp "o milan'a geldiğinde 25 (aslında 23 olacak) yaşındaydı ve henüz üst düzey bir oyuncu değildi. benimle birlikte iki altın top, iki avrupa kupası, iki avrupa süper kupası ve iki kıtalararası kupa kazandı. senaryo olmadan sadece doğaçlama ve amatörlük vardır. en yetkin aktörler bile başkaları sayesinde performanslarını sergiler. yirmi yedi yıl boyunca klişelere ve benim er ya da geç çuvallamamı bekleyenlere karşı mücadele ettim." diye nihayet eteğindeki taşları döktü. anlaşılan o ki bu ihtilaf ancak mezarda son bulacak.

    https://gss.gs/bde.jpg

    "yağmurdan kaçarken doluya tutulmak" tabiri durumu betimlemek için belki biraz ağır kaçacak ama milli takımda da van basten'le yaşadığı sıkıntıların benzerlerini yaşamaya devam eder sacchi. tabii bu defa devrin bir başka süper starıyla... evet, roberto baggio'yla. meşhur norveç maçında oyundan alınmasına öfkelenen ilahi at kuyruğu'nun kenara gelirken "bu adam kafayı yemiş!" serzenişiyle başlayan sürtüşmeleri yıllarca sürer. kişisel mevzuları bir kenara koyarsak bunun sebebi bellidir aslında. baggio tarzı bir oyuncunun (trequartista/fantasista) sacchi'nin sisteminde yeri yoktur. gel gör ki yıllar boyunca böyle bir yeteneğin gelmesini bekleyen italyan kamuoyunun baskısı fusignano peygamberi'nin elini kolunu bağlar.

    amerika 94'te yaşananları ya da euro 96 hezimetini uzun uzun anlatmayacağım ama genel itibarıyla bakıldığında sacchi, azzurri'de başarısız olur. bunun tek sebebinin baggio olduğunu söylemek de imkansız. birincisi bir türlü istikrarlı bir kadro veya ilk xi tesis edemez. görev başındaki beş yıl zarfında yüzden fazla oyuncuyu denediği milli takımda aynı xi'i üst üste hiç kullanmaz. göreve getirilmesinden sonraki iki yıllık süreçte tam 73 farklı oyuncuyu milli takıma davet edince bir italyan dergisi "arrigo, acaba unuttuğun birileri kaldı mı?" başlığı ve altına döşedikleri rambo'daki haliyle stallone, popeye kılığında robin williams ve papa ii. john paul fotoğraflarıyla durumu dalgaya alır. çok eleştirilmesinde sadece bu maymun iştahlılığı etkili değildir elbette... birçok yıldız oyuncuyu asla kadroya çağırmazken tanıdığı ve daha önce çalıştırdığı isimlere -formsuz bile olsalar- milli takım kapılarını sonuna kadar açar. misal baggio'yu milan'da fazla forma şansı bulamadığı için euro 96'ya çağırmaz ama aynı turnuvaya ununu elemiş, eleğini asmış ve o sıralar mls'te top koşturmakta olan eski öğrencisi donadoni'yi götürür.

    ikinci bir nokta ise daha üç beş sene önce futbolda devrim yapan hoca, fikrisabitlerinin kurbanı olup değişim içindeki oyuna uyum sağlayamaz. başında bulunduğu italya euro 96'da gruptan dahi çıkamazken birkaç sene önce futboldan sildiği libero rolünü sammer'e veren almanya turnuvayı kazanır. yine kendisinin özellikle italya'da demode hale getirdiği (zola bu yüzden kendini ingiltere'ye atıyor, mancini yıllarca sampdoria'dan bir büyüğe sıçrayamıyor.) trequartista'lar, dünya futbolunda tekrar boy göstermeye başlar. milan'da sacchi tedrisatından geçip futbolu bıraktıktan sonra milli takımda yardımcılığını da üstlenen ancelotti'nin konuyla alakadar güzel bir anısı var. parma'yı çalıştırırken kendisine baggio teklif edildiğinde "bize gelirse oynamakta sıkıntı çeker. biz çift forvet oynuyoruz." diye ilahi at kuyruğunu reddeder. o baggio da bologna'ya gidip 22 gol atar. birkaç sene sonra juve'de zidane'la, milan'da rui costa'yla vs. çalışan ancelotti yıllar sonra der ki "geçmişe bakıyorum da tam bir aptalmışım. baggio gibi birisini nasıl reddedebilmişim! o zamanlar, kendimi yeni maceralara atamayacak kadar gençmişim ve gereken cesaretim de yokmuş."

    olaya bir de sacchi'nin açısından bakmak gerek tabii. milli takımda neden başarısız olduğuyla ilgili soruya "bir günde ancak bir kulübe inşa edilir, gökdelen değil..." şeklinde bir yorumu var. kısacası milli takım hocalığına pek de uygun olmadığını dile getirir bu sözüyle. nedenine gelince... milli takımdan önce onu ve takımlarını başarıya götüren ama aynı zamanda futbolcularını da usandıran antrenmanlarından bahsetmiştim. işin doğası gereği böyle bir şeyi milli takıma uyarlamak imkansız. "kulüp çalıştırırken bir sezonda 300-400 antrenman yaptırırdım ama milli takımda en fazla 30-40 antrenman yaptırabiliyordum..." diyerek kendi de dert yanar bu durumdan. bunu bildiği için de tanıdığı oyunculara, özellikle milanlılara çok fazla bel bağladığı görülebilir. öyle ki kadroyu onun değil baresi'nin kurduğu söylentileri bile çıkmıştır 94 öncesi.

    pragmatist olmayan hatta pragmatizmden nefret eden bir adamın açmazıdır bu belki de. o anki en formda adamları alıp onlara uygun bir sistemle yürümek yerine milan'da uyguladığı sistemi milli takıma uyarlamaya çalışıp bu uğurda onlarca oyuncuyu milli takıma davet etmiş, profesyonel bulmadıklarını ise isimleri ne kadar büyük olursa olsun kapıdan içeri bile sokmamış nihayetinde de kendini büyük bir kaosun içinde bulmuştur. baggio'yla münasebetleri de olayın üstüne tuz biber eken başka bir etmen olmuş; onu kadroya aldığında idealindeki sisteminden ödün vermek, almadığında da medyanın ve hatta direkt baggio'nun acımasız eleştirilerine maruz kalmak gibi bir ikilemle boğuşmuştur. dahası baggio'yla yolları ileride yine kesişecektir...
  • 7
    part 1: (bkz: #2982851)
    part 2: (bkz: #2989237)
    part 3: (bkz: #2994438)

    calcio'nun kant'ı

    sacchi'nin 1996'da istifa ederek bıraktığı azzurri'de yaşadıkları ruhunda da derin izler bırakmış, psikolojisini bozmuştur. ara verip kafasını dinlemesi gerekirken bu noktada büyük bir hata daha yaparak milan'a döner. tabii başına geçtiği milan'ın bıraktığıyla alakası yoktur ve kötü durumdadır. basının karşısına çıktığında "berlusconi'yi reddedemezdim. beni anlamaya çalışın." diyen sacchi, oscar tabarez'den boşalan koltuğa oturur. tek kelimeyle berbat geçen bu ikinci milan seferini çok fazla detaylandırmayacağım ama kısacası denilebilir ki sacchi, beş sene önceki milan'ı tekrar diriltmeye çalışmış, erişemeyeceği bir hayaletin peşinde koşmuştur... çünkü halihazırdaki milan'ın o milan'la alakası olmadığı gibi kendisinin de eski sacchi'yle bir alakası kalmamıştır.

    dahası bir araya geldiklerinde gazetecilerin bayram edeceği birisi daha onu milan'da beklemektedir. del piero'nun önünü açmak ve lippi'nin gönlünü hoş tutmak için agnelli tarafından gözünün yaşına bakılmadan juventus'tan gönderilen, 1993 ballon d'or sahibi roberto baggio. ilahi at kuyruğu'na pek çok insan gibi berlusconi de hayrandır ve 1990'da -takımın başında sacchi varken- almaya çok yaklaşır ama agnelli'yle aşık atmaya gücü yetmez. hatta bunu "bazı zirveler vardır ki onlara sadece dağlar erişebilir..." diyerek dile getirir ama baggio, 1995'te juventus'tan sürüldüğünde iyi de bir para (18 milyon liret) ödeyerek biraz geç de olsa hayaline kavuşur.

    kavuşmasına kavuşur ama takımın başındaki capello tarafından pres gücü düşük bulunarak çok fazla oynatılmaz ve yerine savicevic tercih edilir. milan sezon sonu şampiyon olur ama capello görevinden istifa eder. bu defa işlerin baggio için daha iyi gideceği düşünülürken takımın yeni hocası oscar tabarez de ona düzenli forma vermemeye başlar. sebebi sorulduğunda takımın "denge"ye ihtiyacı olduğunu söyleyerek o meşhur sözünü eder: "modern futbolda şairlere yer yok."

    aralık 1996'da şampiyonlar ligi'nden elenme ihtimaliyle burun buruna gelen milan, oscar tabarez'i kovar ve ilk paragrafta anlattığım üzere arrigo sacchi'ye sarılır. durumu baggio açısından değerlendirirsek tam bir yağmurdan kaçarken doluya tutulma halidir çünkü euro 96 elemelerinde hırvatistan'a yenildikleri maçtan sonra kameralar karşısına geçip oyuncular olarak sacchi'nin istifasının doğru olacağını düşündüklerini dile getirmiş, o günden sonraysa sacchi tarafından bir daha milli takıma çağrılmadığı gibi euro 96'ya da götürülmemiştir.

    ilk basın toplantısında "ben abartmayı sevmem; baggio da van basten, gullit ve weah gibi iyi bir oyuncu." sözlerini eden sacchi, pek tabii capello'dan daha acımasızdır. (serinin önceki bölümünde capello'nun sacchi'den sonra takımın başına gelir gelmez forvetlerin defansif ödevlerini azalttığından bahsettiğimi hatırlarsınız.) bunun bir sonucu olarak az koştuğu gerekçesiyle sadece baggio'yu kesmekle kalmaz, savicevic'i de kızağa çeker. milan hücum hattı pres gücü yüksek iki oyuncudan, weah ve dugary'den oluşacaktır.

    sacchi 24 maç süren ikinci milan macerasına iki büyük facia sığdırır. birincisi ölüm kalım maçında san siro'da rosenborg'a yenilip şampiyonlar ligi'nden elenirler. tabii bunda sacchi kadar tabarez'i suçlamak da pekala mümkün zira o maça gelene kadarki 5 karşılaşma sonucu ortaya çıkan 2 galibiyet, 2 mağlubiyet ve 1 beraberlik tablo onun eseridir. fakat ikinci facia yenilir yutulur cinsten değildir: san siro'da juventus'a 6-1 kaybederler. yanı sıra büyük bir skandal daha yaşanır bu maçta. durum juve lehine 3-0 seyrederken sacchi'nin oyuna sokmak istediği baggio bunu reddeder... ancak yardımcı antrenör carmignani'nin ısrarıyla oyuna dahil olur. ertesi günkü la gazzetta dello sport'un manşeti şöyledir: "tarihi ve aşağılayıcı bir 6-1"

    https://gss.gs/ai4.jpg

    sezon sonu geldiğinde ancak 11'inci olabilen milan'la sacchi'nin yolları ilkinden çok daha kötü şekilde ayrılır. son verdiği röportajlardan birinde ikinci defa milan'ın başına geçmesini "büyük bir hata" olarak niteliyor ve ekliyor: "galliani'ye kritik durumdaki bir hastanın aspirinle tedavi edilemeyeceğini söylemiştim..."

    ilahi at kuyruğu'yla yaşadığı husumete gelince... baggio, kitabında bu mevzuyu aştıklarını anlatıyor: "onunla en son como'daki reklam çekiminde görüştük ve samimi bir şekilde kucaklaştık. çekimler sırasında her mola verildiğinde yanıma gelip bana verdiği kararların açıklamasını yapıyordu. iki futbol topunun üzerine oturmuş konuşuyorduk. hatta finali yeniden oynadık ama bu sefer kupayı biz kazanıyorduk..."

    peki sacchi'nin baggio'ya karşı olan tutumu 1994'te finalde kaçırdığı penaltıdan sonra -söylendiği gibi- değişmiş midir? böyle bir şeyin yaşandığı bile meçhul çünkü bilindiği gibi baggio penaltısını atsa dahi brezilya'nın sıradaki penaltıyı gole çevirememesi beklenecekti çünkü baggio'dan önce baresi ve massaro da penaltılarını kaçırmışlardı... fakat pek bilinmeyen bir şey var: berlusconi'nin sacchi'ye verdiği söz: "berlusconi o zaman yeni başbakan olmuştu ve amerika'ya uçmadan önce milli takımla ziyaretine gitmiştik. eğer kupayı alırsak beni spor bakanı yapacağını söylemişti ama o zamanlar italya'da spor bakanlığı diye bir şey yoktu. berlusconi'ye bunu söylediğimde 'o zaman biz de kurarız!' dedi. tabii bunun gerçekleşmesi için baresi, massaro ve baggio'nun penaltılarını atmaları gerekirdi..."

    şahsen sacchi'nin baggio'ya karşı kişisel bir antipatisinin olduğunu veya böyle bir şey varsa bile bunun kararlarına yansıdığını sanmıyorum. önce de söylediğim üzere sacchi için yetenek ikinci planda ve karşısındaki kim olursa olsun bu prensibinden vazgeçmemiş. "baggio bana bir gün eğer kendisi yerine maradona olsa, onu da oyundan çıkarıp çıkarmayacağımı sormuştu. ben de ona maradona'dan hiç de kalır yanları olmayan gullit'i ve van basten'i defalarca oyundan çıkardığımı söyledim." diyor.

    yeri gelmişken sacchi maradona'yı gelmiş geçmiş en yetenekli futbolcu olarak görenlerden. seksenlerin ikinci yarısında defalarca karşı karşıya geldiği "tanrı'nın eli"nden "ona karşı oynamak olabilecek en kötü şeydi ve zamana karşı yarışmak gibiydi, er ya da geç golünü atacağını bilirdiniz. öylesini hiç görmedim. hiç yoktan bir şeyler var edebilen biriydi." şeklinde bahsediyor ve "messi şu an dünyanın en iyisi ama diego'daki kişiliğe sahip değil. diego dünyanın her yerinde aynı şekilde oynayabilirdi." diyerek messi'den üstün tutuyor. bu övgülerde kuşkusuz ki "el diego"nun milan'ın meşhur ofsayt taktiğini madara etmesinin büyük payı var.

    https://www.youtube.com/watch?v=_YxQP4DgLzo

    milan'daki büyük hayal kırıklığından bir sene sonra sacchi, atletico madrid'in başına geçer. şubat 1999'da iç sahada espanyol'a kaybedilen maçın ardından atletico liderin 11 puan gerisinde 9'uncu sıraya düşer. maç sonu rahat bir tavırla basın toplantısına çıkan sacchi, biri beklendik diğeri şok edici iki açıklama yapacaktır. "görevimden istifa ediyorum." diye başladığı konuşmasını "artık tükendim. futbolu bırakıyorum. söyleyeceklerim bu kadar." diyerek bitirdiğinde herkes şaşkındır. sezon başında vieri'yi lazio'ya satarak hocasını topal ördek durumunda bırakan ve başkanlığındaki 12'nci senesindeki 21'inci hocası sacchi olan jesus gil, vaziyeti şöyle özetler: "sacchi harika bir insan ama futbolcular onun sistemine adapte olmayı başaramadılar."

    https://gss.gs/FI1.jpg

    "futbolu da bıraktığını" söyleyerek atletico'dan istifa eden sacchi, iki sene sonra, ocak 2001'de yeminini bozar. hem de epey beklenmedik bir hamleyle... parmalat'ın desteğine ve şık kadrosuna karşın başarısız bir sezon geçiren ve hocasını kovan eski takımı parma'nın başına geçer. büyük medya ve taraftar ilgisiyle birlikte başladığı görevindeki ömrü ise sadece 23 gün sürer. halbuki inter ve lecce beraberliğinin ardından verona'yı yenerek hiç de fena bir başlangıç yapmamıştır ama yaşadığı stres, ciddi manada sağlığını tehdit etmeye başlar. özellikle verona maçında geçirdiği hipertansiyon krizi yüzünden maçı zar zor bitirebilir. durumu kulübün sahibi tanzi'ye açar ve hafta içi oynanan ve udinese'ye 2-1 kaybettikleri kupa maçına çıkamaz. maç sonunda da takımdan ayrıldığı medyaya bildirilir. sadece 23 günün ardından parma'yı neden bıraktığını şöyle anlatıyor: "verona maçını kazanmıştık ama hiçbir şey hissedemiyordum. hemen eşimi arayıp istifa edeceğimi bildirdim. hayatımın en iyi sözleşmesini imzalamıştım ama mezarlıktaki en zengin kişi olmak istemiyordum."

    anksiyete teşhisi konulan sacchi teknik direktörlüğü bu defa gerçekten bırakır. gittiği bir psikoloğa "benim teknik direktörlüğü bırakmam normal mi?" diye sorduğunda "asıl bugüne kadar devam ettirmeniz anormal." cevabını alır ama futboldan yine de tamamen kopamaz. tanzi'nin isteğiyle parma'nın genel menajeri olur. hocalıktan emekliye ayrılmasının ne kadar doğru bir karar olduğu da sonraki sezon görülür. 2-0 önde götürdükleri juventus deplasmanında 87 ve 95. dakikalarda yedikleri gollerle galibiyet kaçınca sacchi sinir krizine girer. maç sonu koridorlarda daha iyi oynayan tarafın kendileri olduğunu ve maçı kazanmayı hak ettiklerini bağırıp çağırır.

    https://youtu.be/KkuuhnJI1IQ

    2004'te daha geri planda çalışabileceği bir iş bulur kendine: real madrid sportif direktörlüğü. fakat onun futbol felsefesiyle florentino perez'inki çelişir ve burada da tutunamaz. sacchi'nin o dönemle ilgili kahkahalarla anlattığı ve ikilinin ne kadar farklı tellerden çaldığını gösteren minik bir anekdot: "bir keresinde perez'e rüya xi'ini sormuştum. o kadar çok hücum oyuncusu vardı ki beckham'ı ancak sağ beke koyabilmişti..."

    profesyonel bir futbol adamı olarak son (şimdilik) görevini italya milli takımı altyapısında ifa eder. 2010-2014 arası altyapı koordinatörlüğü yapar. 2014'te yine aynı gerekçelerle istifa etmek zorunda kalır ve şu açıklamayla vedasını sunar: "22 senedir peşimi bırakmayan stres sebebiyle istemeyerek de olsa çok önem verdiğim bu görevi bırakmak zorundayım. artık genç bir adam değilim ve kolayca iyileşemiyorum. ayrıca kızına iyi bir baba olamamış ve onu ihmal etmiş biri olarak yeni doğan torunumda da aynı hatayı tekrarlamak istemiyorum."

    sacchi milli takım altyapısında başında olduğu müddetçe köklü değişimlere imza atmaya çalışır. iş başı yaptığında her hocanın kendi grubuna kendi sistemini aşılamaya çalıştığını görür ve "devamlılığı" engelleyen bu duruma derhal müdahale eder. artık u15'ten u21'e kadar genç milli takımlarda tek bir ekole uygun eğitim verilecektir: total futbol. çünkü sacchi'ye göre günümüzde "total futbol" oynamayan takımlara futbol dünyasında yer yoktur. ondaki bu “total futbol” meftunluğu tıfıl bir futbol seyircisiyken başlamış; hocalık, sportif direktörlük ve milli takım koordinatörlüğü boyunca sürmüş; şimdilerde futbol yorumlarken de devam etmektedir. “katenaçyo”ya veya klasik tarzda italyan futboluna nefretini ise her fırsatta dile getirmeyi ihmal etmez.

    peki nedir bu nefretinin sebebi? aslında bunun altında sacchi’nin hayata bakış açısı yatıyor. ona göre kurnazlıkla kısa yoldan başarılı olmaya çalışmak nafiledir çünkü “sürdürülebilirliği” yoktur ve neticesi de pek hayırlı olmaz. çocukken babasıyla gittiği bir almanya gezisinde almanların refah içinde yaşarken türk, italyan ve portekizli işçilerin kötü işlerde çalıştığını görmesi onu çok etkiler ve çalışkanlığın; kurnazlık ve kestirmecilikten daima üstün olduğunu aklına yazar. hocalık kariyeri boyunca da bu kuralı kendine şiar edinir.

    klasik italyan futbolu ve onun temelini teşkil eden italyan kültürü sacchi’nin kafa yapısına taban tabana zıttır. ona göre amaç kadar o amaca nasıl ulaşıldığı da önemliyken italyan futbolundaki yerleşik anlayış, büyük büyük dedeleri machiavelli’ye yaraşır şekilde, mühim olanın “amaç” olduğu yönündedir. “bu ülkedeki insanlar kazanmak için ruhlarını şeytana bile satar…” diyen sacchi; memleketinin sadece futboluna değil, her bir zerresine hükmeden bu defansif, korumacı anlayışın altında yatan sebebi kendince şöyle açıklıyor: “asırlardır işgal ediliyoruz, biz bir fetih ülkesiyiz. en son roma imparatorluğu varken hücum ediyorduk.”

    “yabancı hocalar bile italya’ya gelir gelmez -belki dilimizden belki de fırsatçılığımızdan- işleri ‘italyan usulü’ yapmaya başlar. buna herrera (helenio) da dahil. ilk başlarda hücum futbolu oynatıyordu ama sonradan değişti. nereo rocco’nun padova’sıyla herrera’nın inter’inin oynadığı bir maçı hatırlıyorum. o maçta padova orta sahayı sadece üç defa geçti; bunlardan ikisinde gol attılar, birinde de direğe takıldılar. ertesi gün medyamız herrera’yı çarmıha gerdi. o da ne yaptı? bir liberoyla oynamaya başladı. suarez’i en geriye çekti ve uzun toplarla kontratak oyunu oynayan bir takım yarattı. bana göre ‘la grande inter’ muhteşem oyunculara sahip bir takımdı ama sadece tek bir amacı vardı: kazanmak. oysaki sadece kazanarak tarihe geçemezsin, eğlendirmen de gerekir.”

    aslında buradan sacchi’nin başardığı şeylerin göründüğünden de muazzam olduğunu anlamak mümkün çünkü birincisi, italyan futbol ikliminde istifini hiç bozmadan, kariyerinin ilk gününden itibaren bildiğini okumuş. ta cesana’dayken oyuncular tarafından kendisine takılan lakap “menotti”. hani şu “bilardisimo”nun antitezi olan ve “kazanmak kadar güzel futbol da önemlidir” düsturunu kılavuz edinen “menottismo”nun fikir babası olan arjantinli hoca cesar luis menotti’den mülhem bir lakap. ikincisi ve daha önemlisiyse bildiğini okuma işini medyaya rağmen yapabilmiş.

    yazının en başında gianni brera’dan bahsetmiştim. bilenler bilir, kendisi gelmiş geçmiş en büyük italyan spor yazarı olarak kabul edilir. bazıları dünya futbol literatürünü de yayılan birçok italyanca futbol terimi onun icadıdır; en basitinden bu yazıda da sık sık geçen “libero”. tabii sadece bu terimleri icat etmekle yetinmemiş, yaşamı boyunca italyan futboluna da hiza vermiştir. henüz otuz yaşındayken la gazzetta dello sport’un başına geçmeyi başaran brera’nın görüşleri yıllar boyunca italyan futbol dünyasında emir telakki edilmiştir ama bu görüşlere sacchi’nin kulak astığı pek söylenemez. nedenine gelirsek brera savunma futboluna bayılan ve bunun bayraktarlığını yapan bir isimdir. belki 2. dünya savaşı’nda görüp yaşadıklarındandır (1919 doğumlu) bilinmez ama italyanların diğer milletlere kıyasla “zayıf” olduğunu ve başarıya ulaşmaları için temkinli, kurnaz, pragmatist ve sabırlı bir şekilde davranmaları gerektiğini düşünmektedir.

    sacchi, brera’nın bu bakış açısının çürük olduğunu “ona göre italyan takımları başarılı olmak için defansif oynamalıydılar ama diğer spor dallarına baktığımda bizim diğer milletlerden daha aşağı bir seviyede olmadığımızı ve istersek onlara üstünlük kurabileceğimiz görüyordum. işte o zaman bizim asıl sorunumuzun ‘tembel ve defansif’ zihniyetimiz olduğunu anladım.” şeklinde savunur. brera ise hocalığı boyunca taktik ağırlıklı ve temkinli futbolu kökten değiştirmeye ant içmiş gözü kara sacchi’nin bu radikal tavrını tasvip etmez; kurulu düzeni yıkmaya çalışan bu anarşik hocadan “fusignano peygamberi” lakabından da yola çıkarak “sadakatsiz peygamber” şeklinde bahseder.

    https://gss.gs/SM1.jpg

    istatistiklere bakarsak bu kavganın galibi sacchi. 1987’de serie a’da maç başına atılan gol sayısı 1.92 iken sacchi’nin 4 yılın ardından milan’ı bıraktığı 1991’deki maç başına atılan ortalama gol sayısı: 2.29’dur. üstelik sacchi’nin, brera’nın yazılarından faydalandığı da olmuştur: “steaua’yla oynadığımız finalden önce aslında çok iyi bir yazar olan ama fikirlerimizin hiç uyuşmadığı zavallı brera’nın bir yazısını hatırlıyorum. ‘milan; dans eder gibi futbol oynayan, topa hükmeden bir şampiyona karşı oynayacak. sabırlı olup defans yapmalılar ve kontrataklarla gol aramalılar…’ diyordu. maçtan önceki salı günü, en iyi italyan spor yazarı bunları yazmıştı. bunu götürüp soyunma odasında oyuncularıma okudum ve ‘ne yapmalıyız?’ diye sordum. gullit ayağa kalkıp ‘ilk saniyeden itibaren saldıracağız!’ diye bağırdı. öyle de yaptık ve 4-0 kazandık.”

    gerçi brera, sacchi’nin başarılarından pek de etkilenmez ya da etkilendiğini belli etmez çünkü 1991’de -sacchi, milli takımın başına geçmeden üç gün önce- yazdığı “tarihe karşı gelemezsin” başlıklı makalesinde “sadakatsiz peygamberi” şu sözlerle eleştirir: “…bu tartışmaların ne kadar aptalca olduğuna hâlâ anlam veremiyorum. bir takımın rakibin ensesinden tutup oyununu ona kabul ettirmesinin ne kadar heyecan verici olduğunu biliyorum ama italyanların tek geçerli gücü, rakibi kurnazlıkla tuzağa çekip kendini tehlikeye atmasını sağlamaktır…”

    brera geçirdiği trafik kazası sonucu 19 aralık 1992’de hayatını kaybetse de sacchi’yle klasik italyan futbolunu savunan kesimin kavgası bitmez. tabii biraz şekil değiştirir; federasyondaki görevinden sonra yorumculuğa başlayan sacchi artık eleştirilen değil, eleştiren konumunda. genel olarak da itayan takımlarının oynadığı futboldan memnun olduğu pek söylenemez. “sizden önce italyan futbolu nasıldı?” sorusuna verdiği cevap hem kısa hem de sitemkâr: “şimdiki gibiydi…”

    yukarıda bahsettiğim defansif-fırsatçı italyan zihniyetinin değişmeyeceğine inandığı ve bunun italyan futboluna da doğrudan sirayet ettiğini bildiği için olsa gerek bu durumun değişeceğine dair kuvvetli bir inancı da yok. “televizyon, italya hariç tüm dünyadaki futbolu değiştirdi. burada taraftarlar ve medya kazanmayı hâlâ güzel futbolun önüne koyuyor.” diyor. bu zihniyetin ise italyan takımlarının avrupa’da başarısız olmasına sebebiyet verdiğini düşünüyor çünkü hep söylediği gibi: “işin sonunda genellikle en iyi oynayanlar kazanır.”

    “avrupa’daki başarısızlık” denince akla ilk gelen italyan takımı juventus elbette ve sacchi’nin eleştirilerinden en fazla nasibini alan kulüp de o. fusignano peygamberi’ne göre onun milan’ı avrupa’da çok başarılıydı çünkü kazanmanın yanında eğlendirmeyi ve ikna edici olmayı da ülkü edinmişti; juventus’un dna’sında ise sadece kazanmak var ve bu bir zaaf. yine ona göre juve’nin italya’daki başarıları, arka arkaya kazandığı şampiyonluklar manasız. “ona bakarsak rosenborg da her sene norveç’te şampiyon oluyor…” diye gerekçelendiriyor bu fikrini.

    juventus, mottosu “kazanmak her şeydir.” olan bir kulüp olsa da sacchi’nin yukarıdaki görüşlerinin allegri özelinde olduğunu belirtmem gerek. malum, iki hocanın futbol felsefeleri siyahla beyaz kadar birbirine zıt. hatta bu ikilinin 2014’te canlı yayında girdikleri münakaşa dillere destandır. şampiyonlar ligi grup karşılaşmasında atletico’ya 1-0 yenildikleri maçın ardından canlı yayına bağlanan allegri, sacchi’nin juve’nin sahaya kazanmak için değil beraberlik için çıktığı yönündeki iddiaları karşısında kamyon çarpmışa dönmüş ve kendini şöyle savunmuştu: “ikimizin futbol mentalitesi çok farklı. juventus kazanmak için oynadı. atletico maçı forse etmeyi seçmediği ve kart görmeden faul yapmada hünerli olduğu için kötü gözüktük sadece…”

    https://youtu.be/laGZbEsnBAM

    o sezon (2014-2015) juventus gruptan zorlanarak çıksa da sırasıyla dortmund’u, monaco’yu ve real madrid’i eleyerek 12 senenin ardından finale çıkarmayı başardı. her ne kadar finalde barcelona’ya 3-1 yenilseler de büyük takdir toplamayı başardılar. akabinde iki sezon sonra yine finale kadar yükseldiler ama bu defa da real madrid’e 4-1 kaybettiler. allegri’nin bu performansından etkilenmeyen birisi varsa o da sacchi’ydi elbette. 2018’de verdiği bir röportajda söylediği “allegri, avrupa’da kazanamaz çünkü italyan stili futbol oynatıyor.” sözlerinin üzerinden daha bir sene bile geçmemişti ki juventus yönetimi şampiyonlar ligi kupasını bir türlü getiremeyen allegri’nin ipini çekti.

    peki yerine kim geldi? sacchi’nin ezelden beri çok sevdiği, haleflerinden biri olarak işaret ettiği, empoli’yi çalıştırırken berlusconi’ye “bunu takımın başına getir…” diye öğüt verdiği maurizio sarri. sacchi, juventus’un bu tercihinden doğan memnuniyetini “italyan futbolunda devrime yol açabilecek kültürel bir hamle.” sözleriyle dile getirse de sarri’nin alametifarikası olan futbolu takıma bir türlü empoze edememesi ve şampiyonlar ligi’ndeki çuvallayışı, getirdiği şampiyonluğa rağmen kovulmasına neden oldu.

    zamanında berlusconi’nin kendine gösterdiği sabrın juventus’ta sarri’ye gösterilmediğini düşünen sacchi, ortada bir haksızlık olduğuna inanıyor: “sarri juventus’un başına gelerek imkansız bir görevi kabul etmişti ama yönetimden ihtiyaç duyduğu sabrı ve işbirliğini göremedi. juventus’u yönetenlerle onun değerleri farklıydı. onların önemsediği tek şey kazanmaktır. böyle yaparsanız liyakat, güzellik, duygu, eğlence, uyum, kültür ve evrim gibi faktörleri görmezden gelmiş olursunuz…”

    sarri’nin de sacchi’ye karşı boş olduğunu söylenemez tabii. henüz kovulmadan önce, pandemi arasında bol bol sacchi’nin milan’ının maçlarını seyrettiğini ve her seferinde o takımın zamanından 20 sene ileride futbol oynadığını idrak ettiğini söylüyordu. bunu söyledikten sonra geçelim sacchi’nin yeni nesil hocalara verdiği ilhama. ya da moda deyimle “influencer”lığına…

    https://gss.gs/omK.jpg

    şu anki popüler hocaların neredeyse hemen hepsinin sacchi’den öyle ya da böyle etkilendiği bir gerçek. bunu kendileri de sık sık dile getiriyor zaten. mesela gasperini’ye göre sacchi bir devrimciydi ve atalanta’ya oynattığı tutkulu futbolun yapı taşlarından biri onun milan’ı. ancelotti’yi söylemeye gerek yok zaten. hocalık kariyeri boyunca vazgeçmediği 4-4-2 ona sacchi’den kalma bir yadigar. onun formasyonunu değil ama antrenmanlarındaki acımasızlığını kopyalayanlar da var. milli takım kamplarında çoğu futbolcu sacchi’nin uzun nutuklarından köşe bucak kaçarken conte onundan dibinden ayrılmazmış ve o sert antrenmanlardan dolayı hiç mızmızlanmazmış.

    sadece italyan hocalara kalan bir miras değil bu elbette. örneğin rafa benitez dünya üzerindeki en büyük sacchi fanlarından biridir belki de. real madrid alt yapısında genç bir hocayken oyuncularına o kadar çok milan örneği verirmiş ki “arrigo benitez”e çıkmış adı. liverpool’dayken de carragher’a bol bol milan maç kasedi verip baresi’yi dikkatlice izlemesi gerektiği konusunda uyardığını biliyoruz.

    günümüz alman futbolunun mimarlarından ralf rangnick de bir diğer sacchi müridi. gençliğinde italya’daki arkadaşlarından sık sık milan kasetleri istediğini ve bunları defalarca analiz ettiğini anlatıyor. sacchi’nin milan’a oynattığı futbolu idealindeki futbol olarak tanımlıyor. hemşehrisi klopp ise futbolculuğu esnasında hocası wolfgang frank’ın kendilerine sık sık milan maçlarını seyrettirdiğini ve şu an yaptığı her şeyin temelinde sacchi felsefesinin yattığını söylüyor. hem rangnick’in hem de klopp’un en çok etkilendikleri sacchi’den aldıkları en büyük ilham ise pres konusunda. (gegenpressing)

    gelelim sacchi’ye… acaba o, kendisi ve başardıklarıyla ilgili neler düşünüyor? “kendimi futbol tarihinde herhangi bir yere konumlandırmak istemiyorum ama inandığı şeyin peşinden koşanlardan biriydim işte… ajax başlattı, biz milan’la geliştirdik, sonrasında guardiola ve barcelona devam ettirdi…” diyor. rimini’deyken parma’dan teklif aldığında “bir sene çalışır bırakırım…” diye düşünen biri için futbola hiç de azımsanacak bir miras bırakmadığının farkında elbette.

    tek pişmanlığının 94 dünya kupası’nı kazanamamak olduğunu söylese de dünya ikinciliği küçümsenecek bir şey değil onun için. hatta şöyle bir anısı anlatıyor: “bir gün adamın biri yanıma gelip amerika 94’teki ikinciliğimizin bir utanç kaynağı olduğunu söylemeye çalıştı. ona ne işle meşgul olduğunu sordum. bir reklamcıydı. ikinci bir soru daha sordum ona: “dünyanın en iyi ikinci reklamcısı olsaydın bu durumdan utanç duyar mıydın?..”

    sıkça maruz kaldığı ve başarılarının van basten, gullit ve baresi gibi efsanevi oyuncuların bir eseri olduğuna yönelik teoriye kesinlikle katılmıyor. “robert de niro’yu senaryosuz bir filme koyun ve neler olacağını görün.” diyerek ne kadar yetenekli olunursa olunsun bireyselliğin hiçbir soruna çare olmayacağını anlatmaya çalışıyor ve ekliyor: “kendi başına hiçbir şeyi başaramazsın, başarırsan da bu çok uzun sürmez. ben orkestraları her zaman solo sanatçılardan üstün tutmuşumdur. milan’dayken aldığım en güzel iltifatlar oynadığımız futbolun müziğe benzetenlerdi…”

    “insanların 90 dakika boyunca haz almasını istedim. bu haz sadece kazanmaya odaklı olmamalıydı, özel bir şeye tanık olmanın verdiği mutluluktan kaynaklanmalıydı. tek isteğim buydu, kupalar kazanmak ya da tarih yazmak için yapmadım bu işi…” dese de dünya futbol tarihini değiştiren birkaç adamdan biri o. yazıyı ve seriyi ünlü italyan spor yazarı mario sconcerti’nin sözleriyle bitiriyorum:

    — sacchi, italyan futbolunun kant’ıdır. felsefe nasıl ki kant’tan öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılıyorsa italyan futbolu da sacchi’den öncesi ve sacchi’den sonrası diye ikiye ayrılır…
App Store'dan indirin Google Play'den alın