anarşizmin tribünde yer almış hali olarak görebiliriz bu kültürü.
gönül verdiğiniz takımın nerede, hangi ligde ve nasıl oynadığını, başarı ve başarısızlıkları göz etmeksizin renklerin peşinden koşmayı ilke edinir.
kulüplerin taraftarı yolunacak kaz gibi görmesine karşı çıkar, tribünde hiyerarşiye izin vermez.
bu felsefeyi kabul eden her taraftar kulübüne her alanda elinden geldiğince destek olmayı bir zorunluluk olarak görür.
onlar için önemli olan renkler ve geleneklerdir, isimler değil.
kulüplerin gerçek sahipleri onlardır, borsada işlem gören şirketin hissedarları, dernek genel kurulları veya göreve getirilen yöneticiler değil.
tüm dünyada aşağı yukarı her kulübün bu felsefeyi benimsemiş ultras grupları vardır.
ancak bu felsefe özellikle siyasi olarak sola yakın görüşleri olan topluluklar tarafından benimsenmiş ve ortaya atılmıştır.
avrupada ilk akla gelenler
livorno,
st.pauli taraftarları, ülkemizde ise
adana demirspor taraftarlarıdır.
bunun böyle olması da pek tesadüfi sayılmaz.
tabii ki lazio gibi daha ziyade siyasi olarak muhafazakar kesimi temsil eden kulüplerin de ultras felsefesini kısmen de olsa benimsemiş sadık kitleleri vardır.
galatasaray özeline indirdiğimizde ise bu kültürü yaşatan gruplar isim olarak birer birer yok olsalar da şahıs olarak tribünlerde yerlerini halen alıyorlar.
peki galatasaray kulübü ve yönetimi bu kültüre nasıl bakıyor?
öncelikle galatasaray, diğer takımlar gibi, artık derneklikten çıkmış, kar amacı güden ve hisseleri borsada işlem gören bir yatırım şirketi.
para kazanacakları alan da tamamen futbol endüstrisi ve hedef kitleleri de biz taraftarlarıyız.
takımının maçını izlemek isteyen galatasaraylı dekoder almalı, iki oğlunu yanına alıp maça götürmek isteyen galatasaraylı baba ciddi bir meblayı cebinden çıkarmayı göze almalıdır.
kulübünün gözünde gerçek taraftar, ona gelir getiren taraftardır.
kulübünün renklerini taşımak için mağazasına gidip üzerinde nefret ettiği şirketlerin logoları olan formaya eşek yüküyle para verir, veya ederinin birkaç katı fiyatına satılan giysileri alır.
yani kulübün bir galatasaraylıyı taraftarı olarak görebilmesi için onun cebindeki paradan bir miktarını kasasına koymuş olması gerekir.
bu duruma biraz da gerçekçi açıdan yaklaşırsak, kulübün maddi olarak kişi ve başkanlardan bağımsız olarak ayakta kalabilmesi için taraftar üzerine bu tip ekonomik politikaları uygulaması kaçınılmaz olduğu kadar doğrudur da.
resmi mağazalar, kombine fiyatları, yayın hakkı gibi elemanları incelediğimizde galatasaray'ın endüstriyel futbolun ülkemizdeki çarklarından biri olduğunu görebiliriz.
artık bir taraftarın da kendisini galatasaraya ait hissedebilmesi için cebindeki parayı kulüp için harcaması gerekiyor.
maalesef gerçekler bu yönde.
sürdürdüğümüz yaşamın her alanında olduğu gibi, futbolda da para, istesek de istemesek de, tek amaç.
taraftar olarak, kulübün manevi olduğumuz kadar maddi olarak da yanında yer almalıyız.
kişisel olarak, ben de benzer şekilde düşünüyorum.
eğer bir giysi alacaksam ve bu giysi resmi mağazamızda mevcutsa oradan satın alırım.
kullandığım kredi kartını
gs bonus kartla değiştiririm, interneti
gsnet yaparım, sene başı kombine alırım vs vs vs.
ünal aysal da ekonomik başarının sportif başarıyla orantılı olduğunu söylerken, kazanılacak kupaların birer gurur kaynağından ziyade gelir kapısı olduğunu anlatmaya çalışmıştı.
ultras felsefesinin yayıcılarından st.pauli batma noktasına geldiğinde üzerinde kurtarıcı yazan tshirtleri satışa çıkardı, taraftarları da bu ürünlere büyük rağbet gösterdi.
bir benzerini beşiktaş da feda tshirtüyle şu an ülkemizde hayata geçirmekte.
bu tip uygulamaların ultras felsefesinin modern ve doğru bir yorumu olduğunu düşünüyorum.
ama bunlara gücü ulaşamayan kişilerin de sarı-kırmızı giyebilmek için işportadan ucuza forma almasına da hiçbir şey diyemem.
tribünlerin yaşaması, taraftar kitlesinin genişlemesi adına kulübün bazı sosyal adımları atması gerektiğini düşünüyorum.
yine st.pauli örneği üzerinden gidersek, taraftarlarının da maddi desteğiyle her sezon 18 yaş altı çocukları deplasman maçlarına götürerek onların da taraftarlık ruhunu benimsemesini sağlıyorlar.
galatasaray kulübü de, taraftar gruplarının katkılarıyla her maç ülkemizde çokça bulunan ekonomik durumu yetersiz çocukları arenadaki bir karşılaşmaya davet etse güzel olmaz mı? (tabii ki burada çocukların can güvenliği vs gibi çözülebilecek sorunlar ortaya çıkabilir, bu yalnızca bir fikir)
ya da avrupadaki kamplardan sonra türkiye'nin muhtelif bölgelerinde yerel takım karmalarıyla biletleri ücretsiz karşılaşmalar yapsa...
ama muhtemelen bunların yerine asya pazarına açılabilmek için uzakdoğu ülkelerinde turnuvalara katılmayı tercih edeceklerdir.
sonuç olarak, endüstriyel futbola karşı gelişen tribün kültürü insanlık yaşadıkça ölmeyecektir ama asla büyümez de.
bu felsefenin futbol dünyasına egemen olması, birçok felsefe gibi yalnızca hoş bir ütopya olarak akıllarda kalır.
kaplayabileceği en geniş alan da küba'nın dünya siyasetindeki yeridir.
fakat gerek kulüpler, gerekse de taraftarlar, sporun ve futbolun insanlar ve halkar arasında iletişim kurmak için önemli bir araç olduğunu kabul ederek buna yönelik adımlar atmalıdırlar.
belki çok şey paradır ama herşey de değildir, en azından olmamalıdır.