244
kendisini tanımak istiyorsanız yeşilçam'ın efsane aktörlerinden tarık akan'ın yazmış olduğu anne kafamda bit var kitabını okumanızı tavsiye ederim. malum bu ara herkes muhalif. kitapta uğur diye geçen cümleler kendisine aittir. kendisi gücü çok sever.
--- alıntı ---
--- alıntı ---
saat on dolayında ilk kez gördüğüm bir polis hücreye geldi:
“hadi bakalım tarık, gel!”
elim ayağım kesildi. midemden yola çıkan ılık bir yumru tüm bedenimi dolaştı. yutkundum. hüseyin’le göz göze geldik; bakışlarımızla vedalaştık.
ayakkabılarımı giydim. polis koluma girdi. a.nın kulübesinin yanındaki büyük demir kapının yanında yüzümü duvara çevirdi, gözlerimi bağladı. demir kapı açıldı. polis koluma girdi, yürüdük. ara sıra, “merdiven var,”, “merdiven bitti,” gibi şeyler söylüyordu.
durmadan yürüdüm. günlerce hiç hareket etmediğim için soluk soluğa kalmış, yorulmuştum. yanımdan geçenlerle birkaç kez çarpıştık.
“başını eğ!” başımı eğiyorum. “basamak!” ayağımı kaldırıyorum. sonunda durduk. gözlerimi açtılar. bir yazıhanedeydim. her yer lambri kaplıydı. “müdür” yazan bir kapının önünde dikiliyorduk. içeriye birileri girip çıkıyordu. sonunda beni de içeriye soktular. müdür t. masada oturuyordu, tam karşısında uğur dündar duruyordu. onu bakırköy’den tanıyordum. kapının yanında ayakta dikildim, ama hiç halim yoktu, sırtımı duvara yaslamıştım.
uğur bana döndü:
“geçmiş olsun tarık.”
müdür, mesafeli bir yakınlık göstermeye çalışıyordu:
“nedir bu halin tarık, perişan görünüyorsun?”
“aşağısı bit ve pire kaynıyor, geldiğim günden beri ne sorgum yapıldı, ne bir şey.”
müdür, “oğlum biraz dayanıklı ol. bak aşağıdaki ibnelere, ne kadar dirençliler.”
“insanlık dışı koşullarda yaşayıp etkilenmemek dayanıklılık ya da dirençlilik sayılmaz ki. hepimizin yaşamları kısıtlandı. körü körüne bir bekleyiş içindeyiz. katlanmak her geçen gün zorlaşıyor. insanca tepkiler vermekten vazgeçmeye dayanıklılık diyorsanız, gerçekten de dayanıklı değilim öyleyse. artık nereye gönderileceksem gitmek istiyorum; hapishane ya da her neresiyse...”
müdür, “oğlum sana iyi davranıyorlar, değil mi? aşağıda sana sıcak yemek söyleyeyim; biraz beslen, kendine gel. senin sinirlerin bozulmuş, böyle olmaz.”
o sırada kapı açıldı. bir polis, “müdürüm çözüldü, ötmeye başladı,” dedi.
müdür hemen yerinden kalkıp hızla dışarı çıktı.
ben uğur’la odada yalnız kaldım. yıllar sonra ilk kez karşılaşıyorduk. aramızda bir dostluk, arkadaşlık olmadığı gibi gençliğimizde yumruk yumruğa kavga etmişliğimiz bile vardı. soğuk bir hava ve yapmacık jestler aramızda dolandı.
“tarık, benden istediğin bir şey var mı?”
“yok, sağ ol.”
“ben trt genel müdürü olacağım; nezaket ziyaretine geldim. dışarıda herhangi birisine söylemek istediğin bir şey varsa yardımcı olabilirim.”
“yok, teşekkür ederim.”
müdür içeri girdi. sinirden eli ayağı titriyor, ana avrat küfrediyordu. sol elini ovuşturuyordu; belli ki canı yanmıştı. kolonya döküp ovuşturmaya devam etti. bir yandan da çocuğa sövüp duruyordu:
“yahu bunlar şerefsiz! adama, ‘öt lan, konuş!’ diyorum; piç, horoz gibi ‘güügüürüüügüüüü! güügüürüüügüüü!’ diye ötüyor. ulan, suratında az daha elimi kıracaktım.”
güleyim mi, ağlayayım mı, şaşırmıştım. az kalsın kıkırdamaya başlayacağım, diye korkuyordum. kendimi zor tutuyordum.
müdür, sonra uğur’la bir şeyler konuşmaya başladı. biraz sonra da zile bastı, bir polis geldi. müdür, bana dönerek, “sen şimdi bunu film yaparsın değil mi?” dedi.
yanıtlamadım.
“götürün bunu,” dedi. “bir de jilet verin, tıraş olsun.”
polis koluma girdi, kapının dışında gene gözlerimi bağladılar. aşağıya indik.
hücreye gelmiştim. hüseyin şaşkınlıkla sordu:
“ne oldu tarık, çabuk geldin?”
anlattım.
--- alıntı ---
--- alıntı ---
saat on dolayında ilk kez gördüğüm bir polis hücreye geldi:
“hadi bakalım tarık, gel!”
elim ayağım kesildi. midemden yola çıkan ılık bir yumru tüm bedenimi dolaştı. yutkundum. hüseyin’le göz göze geldik; bakışlarımızla vedalaştık.
ayakkabılarımı giydim. polis koluma girdi. a.nın kulübesinin yanındaki büyük demir kapının yanında yüzümü duvara çevirdi, gözlerimi bağladı. demir kapı açıldı. polis koluma girdi, yürüdük. ara sıra, “merdiven var,”, “merdiven bitti,” gibi şeyler söylüyordu.
durmadan yürüdüm. günlerce hiç hareket etmediğim için soluk soluğa kalmış, yorulmuştum. yanımdan geçenlerle birkaç kez çarpıştık.
“başını eğ!” başımı eğiyorum. “basamak!” ayağımı kaldırıyorum. sonunda durduk. gözlerimi açtılar. bir yazıhanedeydim. her yer lambri kaplıydı. “müdür” yazan bir kapının önünde dikiliyorduk. içeriye birileri girip çıkıyordu. sonunda beni de içeriye soktular. müdür t. masada oturuyordu, tam karşısında uğur dündar duruyordu. onu bakırköy’den tanıyordum. kapının yanında ayakta dikildim, ama hiç halim yoktu, sırtımı duvara yaslamıştım.
uğur bana döndü:
“geçmiş olsun tarık.”
müdür, mesafeli bir yakınlık göstermeye çalışıyordu:
“nedir bu halin tarık, perişan görünüyorsun?”
“aşağısı bit ve pire kaynıyor, geldiğim günden beri ne sorgum yapıldı, ne bir şey.”
müdür, “oğlum biraz dayanıklı ol. bak aşağıdaki ibnelere, ne kadar dirençliler.”
“insanlık dışı koşullarda yaşayıp etkilenmemek dayanıklılık ya da dirençlilik sayılmaz ki. hepimizin yaşamları kısıtlandı. körü körüne bir bekleyiş içindeyiz. katlanmak her geçen gün zorlaşıyor. insanca tepkiler vermekten vazgeçmeye dayanıklılık diyorsanız, gerçekten de dayanıklı değilim öyleyse. artık nereye gönderileceksem gitmek istiyorum; hapishane ya da her neresiyse...”
müdür, “oğlum sana iyi davranıyorlar, değil mi? aşağıda sana sıcak yemek söyleyeyim; biraz beslen, kendine gel. senin sinirlerin bozulmuş, böyle olmaz.”
o sırada kapı açıldı. bir polis, “müdürüm çözüldü, ötmeye başladı,” dedi.
müdür hemen yerinden kalkıp hızla dışarı çıktı.
ben uğur’la odada yalnız kaldım. yıllar sonra ilk kez karşılaşıyorduk. aramızda bir dostluk, arkadaşlık olmadığı gibi gençliğimizde yumruk yumruğa kavga etmişliğimiz bile vardı. soğuk bir hava ve yapmacık jestler aramızda dolandı.
“tarık, benden istediğin bir şey var mı?”
“yok, sağ ol.”
“ben trt genel müdürü olacağım; nezaket ziyaretine geldim. dışarıda herhangi birisine söylemek istediğin bir şey varsa yardımcı olabilirim.”
“yok, teşekkür ederim.”
müdür içeri girdi. sinirden eli ayağı titriyor, ana avrat küfrediyordu. sol elini ovuşturuyordu; belli ki canı yanmıştı. kolonya döküp ovuşturmaya devam etti. bir yandan da çocuğa sövüp duruyordu:
“yahu bunlar şerefsiz! adama, ‘öt lan, konuş!’ diyorum; piç, horoz gibi ‘güügüürüüügüüüü! güügüürüüügüüü!’ diye ötüyor. ulan, suratında az daha elimi kıracaktım.”
güleyim mi, ağlayayım mı, şaşırmıştım. az kalsın kıkırdamaya başlayacağım, diye korkuyordum. kendimi zor tutuyordum.
müdür, sonra uğur’la bir şeyler konuşmaya başladı. biraz sonra da zile bastı, bir polis geldi. müdür, bana dönerek, “sen şimdi bunu film yaparsın değil mi?” dedi.
yanıtlamadım.
“götürün bunu,” dedi. “bir de jilet verin, tıraş olsun.”
polis koluma girdi, kapının dışında gene gözlerimi bağladılar. aşağıya indik.
hücreye gelmiştim. hüseyin şaşkınlıkla sordu:
“ne oldu tarık, çabuk geldin?”
anlattım.