o sene başladığında maçları kapalı üstün tam ortadaki çıkış tünelinden eski açık tarafına doğru, bir 10-15 metre mesafede bir yerlerde takip ediyorduk. bu maçta da yerimiz aynıydı. o dönem kapalı tribünde tabi ki koltuk numarasına göre oturmayı geçtim, hatta oturmak gibi bir şey de söz konusu değildi. genelde çoğu maçı koltukların arkasına basarak takip ederdik. her maç o bölgede aynı insanlar, boş buldukları yere geçerler, bu yüzden neredeyse kimse iki maç art arda aynı koltuğa denk gelmezdi. ama yine de, belli bir gruba dahil olmasanız bile, çevrenizde aşağı yukarı hep aynı insanlar olurdu. bir çoğunun ismini bilmezdim ama hepimizin birbirimize göz aşinalığımız vardı.
bu maçtan önce, o tribünde ve tribünün o bölümünde daha önce hiç görmediğimiz birisi vardı. bu kişi oldukça dikkat çekiyordu. zira bahsi geçen kişi, belki 60 ve belki de 70 yaşın üzerinde bir amcaydı. orta boylu, seyrek kır saçlı ama dolgun pos bıyıklı bir amca. üzerinde, hala gözümün önünde, kahverengi bir takım elbise, beyaz ya da açık sarı bir gömlek ve boynunda kravat vardı. kıyafetlerinin hiç biri sarı ya da kırmızı renkleri taşımıyordu. ama bu amcayı çok uzaktan da görseniz, bir şey dikkat çekiciydi. ceketinin sol yakasında, tam kalbinin üstüne gelecek yerde küçücük, minicik bir
galatasaray arması vardı ve bu arma bir şekilde o kahverengi takımın üzerinde adeta göze çarpıyordu.
amca biraz çekingendi. ilk tünelden çıkıp da kafasını kaldırdığında, o kadar genç insanın birbiriyle bu kadar itiş-kakış bir şekilde durduklarını görmesi belli ki amcayı ürkütmüştü. önce biraz tereddüt etti, ondan sonra ürkek adımlarla yavaş yavaş merdivenleri tırmandı. bu sırada tribünde, bu maçın önüne geçen o malum tezahürat yankılanıyordu. bey amca bizim de olduğumuz sıraya geldiğinde, bir an durdu. iyice bir etrafına baktı... belli ki çekiniyordu. sonra bizim olduğumuz sıradan ilerleyip şansını denemek istedi. biz de bir şekilde, acaba bu bey amcaya yer açabilir miyiz diye birbirimize bakıyorduk. o biraz kaydı, bu bir aşağı indi, öteki koltuğun arkasına bastı ve bey amcanın rahatça izleyebileceği bir alan açtık.
amcanın gözleri güldü o an. biraz da çekingen, "sağolun çocuklar" dedi. etraftakilerin yardımıyla koltuğun üstüne çıktı ve sahaya döndü. ve sahaya bakıp derin bir nefes çıktı. belli ki mutluydu. biz de çevredekiler, hem o günkü olağanüstü duruma ayak uydurmaya çalışıyorduk, hem de amcayı olabildiğince rahat ettirmeye... sonra amca bize döndü, eğildi, belli ki bir şey söylemek istedi. gözleri sahanın çimlerinde, "çok uzun zaman oldu ben buraya gelmeyeli" deyiverdi. "sizce burada bütün maç durabilir miyim?" diye sordu. biz de kendisine, gerekirse biraz daha yer açabileceğimizi, o zaman maç içinde yorulduğunda oturabileceğini söyledik. çünkü artık o amcaya, o gönülden galatasaraylıya bu maçı izletmek hepimizin borcuydu.
çok geçmedi, belki beş, belki on dakika. önce bir gürültü geldi. baştan ne olduğunu anlamadık. sonra kapalı üstün orta tünelinden koşarak çıkan insanlar gördük. gözlerinde hırs, kin, nefret vardı. adeta bir karınca yuvasından topluca çıkan yüzlerce karınca gibi çıkıyorlardı. arada şu ses duyuluyordu; "şimdi bağırsanıza ulan, hadi lan, yiyorsa bağırsanıza ulan, galatasaray'a bağırın ulan!"
"galatasaray'a bağırmak!" aşkını, sevgini, bağlılığını ve belki de kederini bağırmak olsa gerekti bu. ama hayır, bunun adı bağırmak değil, belli ki "kin kusmak"tı. derken bir arbede yaşandı. tünelin üstündeki grup önceleri karşı koymaya çalışsa da, sonra başarılı olamayacağını anlayınca iki yana kaçışmaya başladı. o sonrada gelenler, önlerine gelene saldırıyorlardı. insanlar bu durum karşısında mümkün olduğunca orada uzaklaşmaya çalışıyorlardı, ama gitmeye çalıştıkları taraflarda da başka insanlar vardı. yerlere düşenler, altta ezilenler, dayak yiyenler, bağırışlar, küfürler...
kafayı çevirdiğimde amcayı gördüm. dengesini kaybetmiş, ama yanındakiler onu tutmaya çalışmıştı. bulunduğu koltuğun üzerine doğru yavaşça kapaklandı. o anda can havliyle kendimi amcanın üstüne atmışım. birisinin koşarken sırtıma bastığını hatırlıyorum. sonradan baktık ki, hepimizin montları ayakkabı izleriyle dolu. biraz sonra ortalık durulur gibi oldu. herkes şoktaydı. yeni gelen grup hala bağırmaya tehditler savurmaya devam ediyordu.
yavaşça doğrulduk. bey amcayı kaldırdık. "iyi misiniz?" dedik. şaşkındı. baştan pek bir şey diyemedi. sonra başını kaldırdı, bir etrafa baktı, önce üstünü sonra kravatını ve en sonunda rozetini düzeltti. yine bir nefes çekti. yüzüne mahcup ve buruk bir gülümseme takındı, sanki mahcup olması gereken biz değilmişiz gibi. bize dönüp, "neyse çocuklar, ben başka tarafa geçeyim, belki daha güvenli olur" dedi. bey amca gitti. boynunda kravatı, göğsünde
galatasaray arması, yüzünde gülümsemeyle gitti. biz kaldık. içimizde bitmeyen bir umut, aklımızda sorular, yüzümüzde sadece burukluk, orada öylece kaldık. biz borca yazdırdık, bey amca "üstü kalsın" dedi ve gitti.